YOUTH
Oyun oynamak her zaman iyi hissettirir insanı, her yaşta. Kişinin yaratıcılığını destekler, zihinsel ve fiziksel gelişime katkı sağlar. Mutlu hissettirir. Her yerde aradığımız o mutluluğu. Eylemin büyük arzusudur bu. Sadece oyun oynayarak, en başından beri, kendimizi iyi hissederiz. Oynadığınız o oyunun, her ne ise işte o, onun en iyisi olduğunuzu düşünün, hatta sadece oyun arkadaşlarınız arasında değil, yaşadığınız şehirde ya da ülkede de değil, bütün dünyada o oyunu oynayabilen herkesten daha iyi olduğunuzu…
Dünyanın gördüğü en iyi sol ayaklardan biri, Belki de tüm zamanların en iyisi,
Maradona…
Kariyeri boyunca sayısız başarı yaşamış ve bir o kadar da sansasyon yaratan hikâyeleri olmuş, ele avuca sığmaz bir futbol dâhisi demek çok da absürd olmaz sanırım kendisi için. Burada futbol kritiği yapacak ya da ahkam kesecek değilim elbette, zira beceri alanım içinde değil bu. Ancak ilk gençlik yıllarında futbol oynamış ve oyunun kendisinden, hem oynarken hem izlerken çok keyif almış biri olarak böylesi üstün yetenekli bir oyuncunun etkisinden de bahsetmeden geçemeyeceğim ve hatta onunla karşılaştığım o filmdeki şaşkınlığımdan da…
Daha önce hiçbir filmini izlememiştim Sorrentino’nun. La Grande Belleza (Muhteşem Güzellik) izlediğim ilk filmi oldu. Hikâye anlattığının çok farkındaydı yönetmen, bu çok etkilemişti beni. Zira hayat kadar gerçekçi olmaya çalışan her şey sıkıcı gelir. Hele bir film… Renkleri, ışığı ve kamerayı hareketli kullanışını da eklersek oldukça iyi bir film izlemiştim. Daha sonra diğer filmi(Youth) izlediğimde işte o şaşırtıcı an ile karşılaştım. Bir tenis kortunda, koca göbeği ve o muhteşem sol ayağı ile minicik bir tenis topunu sektiriyordu Maradona. Şaşırıp kalmıştım, ne işi vardı şimdi Maradona’nın orada? Filmin karakterleri gibi o da bir çeşit tedaviye mi gelmişti? Bu yönetmen abimiz ne demek istiyordu şimdi bana/bize? Neyse film bitti, yine şahane bir film izlemiştim tabii ama aklımdan çıkmıyordu bir türlü Maradona sahnesi. Aldığı kilolara mı çok üzülmüştüm, e adamın uyuşturucuyla ilişkisi aşikâr, vah vah rehabilitasyonlara da gitmiş adam, diye mi hayıflandım bilemiyorum? Bildiğim şu; sahne, bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Sonra yönetmen abimizle ilgili küçük bir internet taraması her şeyi açıklıyordu; abimiz Napoli doğumluydu. İşte bu…
On dört on beş yaşlarından itibaren Maradona’yı doğduğu şehrin takımının forması ile izlemişti abimiz Sorrentino. O zamana kadar hiçbir başarı göstermemiş bu takım, ilk yılında ligi sekizinci bitirmiş, ikinci yılında üçüncülük ve üçüncü yılında şampiyonluk yaşamıştı Maradona ile ve hatta onun sayesinde. Napoli taraftarı âşıktı ona ve sanırım yönetmenimiz de. Yirmilerinin başına kadar da futbolun o inanılmaz coşkusunu dünyanın en iyi futbolcusu ile aynı şehirde yaşamıştı. Ve şimdi, yani ilk lig şampiyonluğundan neredeyse otuz yıl sonra abimiz, yaşadığı o coşku için teşekkür ediyordu sanki ilk gençlik kahramanına. Ve bunu kendi filminin içinde bir anlam yaratarak yapıyordu, öyle alelade bir afişle ya da ne bileyim işte, eski bir maçını TV’de izleterek ya da radyoda dinleyerek değil… Filmi zaman, yaşlılık ve özlem üçgeninde kurduğu ana çatının içine katarak. Gençliği ve onun biricik coşkusunu, bir zamanlar oynadığı oyunu dünyanın en iyisi olarak oynayan yaşlanmış bir Maradona’dan daha iyi ne anlatabilirdi Napolili bir yönetmen için?
Maradona oynadığı oyunu en iyi oynayanlardandı ve yönetmen abimiz de bu iyi oynanan oyunun bizzat tanığı ve oyunun yarattığı çoşkunun ortağıydı.
Oyun oynamak her zaman iyi hissettirir insana kendini, üstelik her yaşta.
Sorrentino sineması ile anlatısını bulmuş ve onun coşkusunu da sizinle paylaşmaktan korkmayan bir hikâyeciyle karşılaşmış olacağınızdan eminim. …Loro, The Young Pope(dizi), The New Pop(dizi) …
“Fotoğraf gerçektir, sinema saniyede yirmi dört kere daha gerçektir.” (J.L.Godard) Hal böyle olunca, gerçeği bükmeden, olduğu gibi, hayatta olduğu gibi anlatmak yerine kendi gerçeğini tasarlayan ve bunu saniyede yirmi dört kerede bir yapan yönetmenin filmini izlemek… Neresinden bakılırsa heyecan verici.
Kurmaca bir hikâye, belgeselin kamerasıyla niye anlatılsın ki? Hiç…
Belgesel demişken iki bin on dokuz İngiltere yapımı, yönetmenliğini de Asif Kapadia’nın yaptığı belgesel film, Diego Maradona’nın da futbolun yarattığı coşkunun sadece futbol olmadığının da şahane bir örneği.
Çünkü, “Futbol, kaderin zaman zaman meçhul işleyişlerini çözüme bağladığı sahnedir”* demiş sanat eleştirmeni ve Liverpool taraftarı Hal Foster.
*Simon Critchley, Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz