İnceleme: “A Confession” | Devrim Toyran
Yazgısını yıldızlı çokomel kâğıtları gibi, tırnaklarıyla düzeltemiyor insan*
İzleyicisiyle buluşmaya hazırlanan diziler hakkında fikir sahibi olmamızı isteyenler, her mecrada yayınlanmak üzere bülten hazırlarlar. Bu bültenin içeriği ana hikâye, senarist, yönetmen ve oyuncu kadrosuna dair bilgilerden oluşur. Hikâyeyi okuduğumuzda içeriğe ilişkin fazla detay bulamadığımızdan bu lezzetsiz bir fix menü kıvamındaki bilgi ilgimizi çekmeyebilir. Zaten bizi asıl ilgilendiren genelde geriye kalanlardır. Yani senaristin, yönetmenin ve oyuncuların kim olduğu ile ilgili kısımdır.
İngiliz TV kanalı ITV’de altı bölüm olarak yayınlanan A Confession işte tam da bu noktada haklı bir ilgiyi üzerine çekmeyi başaran bir drama. BAFTA ödüllü senarist Jeff Pope yazıyor. Broadchurch’ten hayran olduğumuz Paul Andrew Williams yönetiyor. Oyuncu kadrosunda da Martin Freeman, Imelda Staunton ve Siobhan Finneran yer alıyor.
Gerçek hayattaki bir hikâyeye ve bununla ilgili polis soruşturmalarına dayanan A Confession, 2011’de 22 yaşındaki Sian O’Callaghan’ın bir gece arkadaşlarıyla dışarı çıkıp eve dönmemesi üzerine, erkek arkadaşının polise başvurmasıyla başlıyor.
Aynı bölgede yaşayan ve yine uzun zamandır kendisinden haber alınamayan Becky Edwards’ın da bu kayıp hikâyesine dâhil olmasıyla olaylar gelişiyor.
Bu durum karşısında dedektif Stephen Fulcher (Martin Freeman) bu kayıp kadınların katilini yakalamayı aklına koyuyor. Başarıyor da. Fakat Stephen Fulcher şüpheliye soru sorma ve gözaltına alma sırasında bireylerin haklarını koruyan Polis Kanununu ve 1984 tarihli Ceza Yasası Kanununu (PACE) ihlal ettiği için büyük bir suistimal suçunda bulunuyor.
“A Confession” hakkındaki çoğu yazı ve röportaj, dedektif Stephen Fulcher’ın mağduriyeti üzerine kurulu
Polis yasalarına göre, Stephen Fulcher’ın şüpheliyi uyarması ve bir avukatla konuşabileceği karakola geri götürmesi gerekirken Sian’ın yaşadığına inandığı ve onu canlı bulacağını düşündüğü için bu detayı ihmal ediyor.
Cinayetleri bu koşullar altında itiraf eden zanlı ise bu ihmaller yüzünden daha az cezaya çarptırılıyor. Dedektif Stephen Fulcher da bu acil sorgu yöntemini yanlış koşullarda uyguladığı ve (çünkü sadece terör suçlarında bu yöntem uygulanıyor) suçlu haklarını ihlal ettiği için görevinden oluyor.
A Confession hakkındaki çoğu yazı ve röportaj, dedektif Stephen Fulcher’ın mağduriyeti üzerine kurulu, dizi hakkındaki bültenler de. Katili ararken çok iyi bildiği sorgu yöntemi ve suçlu hakları konusunda hata yapması oldukça düşündürücü.
Acaba bu kuralları çiğnemesi gerçekten katili yakalamak için miydi yoksa bir kahramana dönüşmek istemesinden miydi?
Dramanın mimarları bu ikilemi izleyicinin hissetmemesi için elinden geleni yapıyor aslında. Katili yakalama konusunda izleyicinin sabırsız olduğu bir anda, kanun uygulayıcının da bu heyecana yenik düşmesi ve bir sürü tatsız, sevimsiz gelişmeye vesile olması gerçekten çok can sıkıcı.
Dedektif Stephen Fulcher’ı önce kahraman, sonra mağdur, ardından tekrar kahraman gösteren bu hikâyede insanın içine sinmeyen bir şey var. Gerçek hikâyeleri anlatan dizilerde, kalemin ucunda vicdan sahibi insanlara en çok da bu yüzden ihtiyacımız var.
Dizilerin jeneriğinde belirtilen “gerçek olaylara dayanmaktadır” cümlesi, hayatın kurguyla girdiği anlamsız bir rekabet aslında.
Senarist Jeff Pope’un bir röportajında özellikle “gerçek hikâye”lerin gücüne vurgu yapması ve kurgunun gerçeklerden beslendiğini yok sayması sanki biraz yersiz. Belki de “gerçek hikâye”ye bu derece sırtını yaslamak, vicdanları kaşıyarak acıyı ve hüznü ikiye katlayarak yol almak, ticari beklentiyi cilalamak peşinde olan birinin fırsatçılığıdır. Kim bilir…
“A Confession”ın Türkçe karşılığı olan “itiraf”ın anlamı, diziyi izledikten sonra hafızanızda kalan tortuda gizli
Kızlarını kaybeden iki acılı anne olan Karen Edwards ile Elaine Pickford’un hem yas hem de mücadele sürecini izlerken kullanılan dilden ötürü kendinizi taraf tutarken bulabilirsiniz. Bu dil, acıyı yaşama şekillerine odaklanıldığında kendini daha da net hissettiriyor.
Yokluğu annesi dışında kimse tarafından fark edilmeyen, uyuşturucu bağımlısı bir hayat kadını olan 20 yaşındaki kurban Becky Edwards (Stephanie Hyam) aslında şans eseri insanlığın radarına takılıyor.
Dedektif Stephen Fulcher’ın suçlu haklarını ihlal ederek yaptığı bir hamle Becky Edwards’ın akıbeti hakkında bir ipucu edinilmesini sağlıyor. Bu tesadüfi bilgi Becky Edwards’ın annesi Karen Edwards’ın (Imelda Staunton) Stephen Fulcher’ı her daim mutlak bir minnet duygusuyla savunmasına vesile oluyor.
Karen Edward’sın bu uğurda verdiği mücadeleye Imelda Staunton’ın temiz oyunculuğunun katkısı büyük. Yazılan karakterin ötesine geçen bir oyunculukla ve bu sınır ötesi tavrıyla kimseyi gücendirmeden izleyicinin kalbine dokunmayı da başarıyor. Haliyle merhamet ibresi Karen Edwards’ı, hayranlık ibresi ise Imelda Staunton’u gösteriyor.
Diğer kurban Sian O’Callaghan’ın annesi Elaine Pickford ise kızını kaybettikten sonra alışılmışın ve beklenenin çok dışında bir yas süreci yaşıyor. Karen’a benzemeyen bir anne olması da mevzuya eklenince izleyiciyle arasındaki mesafe açılıyor.
Elaine, metanetli, sabırlı ve soğukkanlı. Dört çocuk annesi bekâr bir anne ve evlenmek üzere beraber yaşadığı bir sevgilisi var. Kolay ağlamayan, hayatla bağlarını koparmayan, sahip olduğu değerlerle mutlu kalmaya çalışan bir kadın.
Elaine’nin hayata tutunma ve acılarla baş etme konusundaki çabalarına, yöntemlerine yüzeysel dokunuşlarla değinmek ve onu anlamamızı güçleştirmek senaryonun çapaklarından biri. Oysa Elain tam da Didem Madak’ın “yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi tırnaklarıyla düzeltemiyor insan” dizesindeki kadın.
İngiliz dizilerinde gördüğüm ve Londra’da yaşadığım için öğrendiğim bir şey var ki, kimseyi çok sevmek, çok iyi anlamak veya kimseden çok fazla nefret etmek zorunda değilsiniz. Bu denli bir çokluk ile ilik kurutan yokluk arasındaki uçurum, emniyet mesafesi mertebesine taşımayı öğrenmek, insanoğlunun boynunun borcu.
A Confession’ın Türkçe karşılığı olan “itiraf”ın anlamı, diziyi izledikten sonra hafızanızda kalan tortuda gizli. Kıssadan hisse müessesesi de diyebiliriz buna. A Confession bu yazıda yer bulmayan ama sizin hassasiyetle yaklaşacağınız epey bir detay içeriyor.
Drama izlemenin insanda yarattığı “halimize çok şükür”leri, “benim başıma gelse ne yapardım?”ları bir kenara bırakarak dert ortaklığı duygusuyla izlemenizi tavsiye ederim. Bir de insanın hava kadar, su kadar adalete duyduğu ihtiyacı görmeniz açısından da çarpıcı bir drama olduğunu söyleyebilirim.
*Didem Madak “Ah’lar Ağacı” şiirinden.
Episode’un 17. sayısında yayımlanmıştır.