Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Barış Atay: ‘Aden sadece bir mülteci filmi değil, aynı zamanda bir sınıf filmi’
Onu ilk defa Arka Sıradakiler dizisinde oynadığı Saffet rolüyle tanıdık. Kısa sürede ise televizyon dizisi oyuncusundan fazlası olduğunu, Türk sinemasının ve tiyatrosunun devrimci geleneğinden el aldığını anladık. Her politik gündemde çekinmeden sesini çıkardı, toplumsal muhalefetin olduğu her yerde vardı ve devrimci sanat örnekleri ortaya koyuyordu. Eksik, 12 Eylül dönemini konu alıyordu ve ilk yönetmenlik deneyimiydi. Sadece Diktatör oyunu, bazı şehirlerde yasaklandı. Yönetmenliğini yaptığı ikinci film, Aden ise sınıf çatışmasını ve kadın sorunu, mülteci sorunu gibi konuları alegorik bir anlatımla işliyordu.
Tabii ki şimdi Türkiye İşçi Partisi milletvekili olan Barış Atay’dan bahsediyorum. Birkaç uluslararası ve ulusal festivalde gösterildikten sonra Atay’ın Aden filmi, MUBI kullanıcılarıyla buluştu. Biz de Barış Atay ile hem bu filmini hem de Türkiye’nin kültür sanat politikalarını konuştuk.
Öncelikle günleriniz nasıl geçiyor diye sormak istiyorum. 2018’de milletvekili seçildiniz. O zamandan beri hem Türkiye’de hem dünyada birçok şey olup bitiyor. Yazmaya, okumaya, yeni projeler üretmeye vakit ayırabiliyor musunuz?
Zaman bakımından biraz sıkıntı yaşıyorum tabii. Türkiye gündemi herhangi bir ülkenin gündeminden daha yoğun, daha çetrefilli ve daha zorlu. Yine de hem beni beslemesi hem kaçacak bir alan bulabilmem açısından hem de kendi mesleğim olduğu için ve milletvekilliği sonrasında hazır olsun diye yeni sinema, tiyatro senaryoları çalışıyorum.
Bir süredir pandemiyle cebelleşiyoruz ve pandeminin en olumsuz etkilediği toplulukların başında sanat emekçileri geliyor. Özellikle de tiyatrocular ve müzisyenler. Hem bir siyasetçi hem de sanatçı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat politikalarını nasıl yorumladığınızı ve mevcut sorunların çözümünü neyde gördüğünüzü anlatır mısınız?
Öncelikle şunu söylemek lazım, Türkiye’nin bir sanat politikası yok. Anayasada “Devlet sanatı ve sanatçıyı gözetir” diye bir madde var, 64. madde. Ama bunun uygulandığını söylemek çok naif ve iyi niyetli bir yaklaşım olur. Pandemi sürecinde de gördük ki Türkiye’de aslında en görünmeyen, en önemsenmeyen alanlardan biri kültür sanat alanı.
Ödenekli kurumlarda çalışmayan tiyatrocu arkadaşlarımızın pandemi desteklerinden -ki bu desteklerin veriliş biçimi de çok tartışılır- neredeyse hiç faydalanamadığını söylemek mümkün. En başta müzisyen arkadaşlarımız bin lira gibi harçlık benzeri bir destekle karşılaştılar. Tiyatrolar zaten büyük sıkıntılar yaşadı ve ne yazık ki birçok tiyatro kapanmak zorunda kaldı. Bunun çözülebilmesinin yolu, öncelikle bu iktidarın gitmesi ve yerine gelecek iktidarın kültür sanat alanının kamu yararına çalıştığını gözeterek ciddi bir yasa tasarısı hazırlaması. Bunda da tabii ki mesleğin önde gelen bireylerinden, kurum ve kuruluşlarından destek alınması, yurtdışında bu işin nasıl yapıldığına dair araştırma yapılması yani ciddi bir çalışma yürütülmesi gerekiyor.
Türkiye’de sanat emekçilerinin örgütlülüğü de çok zayıf, değil mi?
Türkiye’de kültür sanat alanındaki örgütlülük çok zayıf, doğru. Yıllarca Sine-Sen vardı, sonra Oyuncular Sendikası ve Sinema Televizyon Sendikası kuruldu. Çok iyi niyetli bir çaba içerisindeler ama kalabalıklaşamadıkları ve meslek tanımı üzerinden netlik kazanamadıkları için verimli olamıyorlar. Toplu iş sözleşmesi hakları da yok. Greve gitme gibi kimi eylemlerde o sendikaların üyesi olan ya da olmayan arkadaşlar da ne yazık ki eksik kalıyorlar. Bütün bu sorunlar yan yana geldiği zaman ciddi bir garabet oluşuyor Türkiye’nin kültür sanat politikalarında. Sinema ve tiyatro eserlerine verilen destek konusuna hiç girmiyorum üstelik…
Siz Yeditepe Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi almışsınız. Türkiye’de tiyatro eğitimi ne durumda?
Türkiye’de Batılı anlamda bir konservatuar eğitimi geleneği var. Çok uzun yıllar bunun başarılı şekilde yürütüldüğünü söylemek de mümkün. Fakat bugün konservatuar eğitiminin geldiği noktayı 19 yıllık bu iktidar döneminden ayrı düşünemeyiz. Akademik çalışmalar zayıfladığı, akademisyenlerin işten atıldığı, üniversitelerin içinin boşaltılmaya ve öğrencilerin politik tavrının neredeyse sıfıra indirilmeye çalışıldığı bir ortamda konservatuar eğitiminin de bundan zarar görmemesi mümkün değildir.
Düşünün, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bütün hocaları bir KHK ile işten çıkarıldı. Böyle bir ortamda doğal olarak konservatuar eğitimi de zarar görüyor. Bir de özellikle geçtiğimiz son 10-15 sene içerisinde televizyona yönelik eğitim programlarının ve özel kursların artmasıyla kendini tiyatrocu, sinemacı ya da oyuncu nitelemek isteyen bazı genç arkadaşlarımız sanırım konservatuarlar yerine buralara meyletmeye başladılar. Bu da doğal olarak eğitim kalitesini düşürdü.
Cumhurbaşkanının bir demeci vardı, “Sanatınıza bakın,” demişti Sanatçılar Girişimi’nin bildirisine imza atanlara. Halbuki sanat ile politika birbirinden uzak değil, aksine iç içe. Sizin de Eksik ve Aden filmlerinizin ikisi de toplumsal konuları ele alan, politik filmler. Fakat çok farklı iki dile sahipler. Tarihte de hep tartışılmıştır, sanatın dili ne olmalı diye; gerçekçi mi, sürrealist mi… Siz sanat – politika ilişkisine nasıl bakıyorsunuz ve sanatın dili konusunda ne düşünüyorsunuz?
Senin de söylediğin gibi, sanat politik bir alan zaten. Sanat yapan bir insanın kendi ülkesindeki ya da dünyanın başka bir yerindeki sıkıntıları görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değil. Bu aynı zamanda sanatı besleyen de bir olgu çünkü orada bir materyal var. Türkiye gibi siyasetin gündelik hayata direkt sirayet ettiği ülkelerde bunun her gün bir sanatçının ya da farklı bir meslekten yurttaşın ağzında olması da çok beklenmeyecek bir durum değil.
Erdoğan’ın oradaki derdi esasen kendine tamamen biat eden ve aynı zamanda üretebilme kapasitesine sahip bir sanatçı topluluğu yaratamamış olması. Doğal olarak Türkiye’de hâlâ sanatla ilgilenen insanların çoğunun muhalif bir tavra sahip olduğunu söylemek mümkün. Militan bir tavra sahip değiller belki ama kişisel olarak muhalif olduklarını söyleyebiliriz. O yüzden devlet eliyle bir ayar verme durumu sözkonusu. Aslında Erdoğan’ın sözlerinin meali şu: Yaptıklarınızın, sosyal medyada bir hashtag kampanyasına destek vermenizin bile çok etkili olduğunu görüyoruz ve bundan rahatsızız. İktidar, her alanda olduğu gibi sanat alanında da doğal olarak kontrol edilebilir bir topluluk ister.
Dil konusuna gelirsek… Bu benim de kafamda hep bir soru işaretiydi, bir arayıştı. Ben de Türkiye’deki çoğu kişi gibi toplumcu gerçekçi bir sinema yapma hedefi koymuştum kendime. 1970’lerin o siyasi atmosferi içerisinde tabii ki toplumcu gerçekçilik çok önemli bir alandı. Bunun etkisi üzerine annemle babamın yaşadığı bir hikâyeyi filmleştirirken de bu gerçekçi dili tercih ettim. Fakat Aden’de, özellikle filmin senaristi Onur Orhan ile konuşurken bugün gerçekçi bir hikâyeyi bile daha yaratıcı bir dil ile anlatabileceğimizi ve bunun daha çarpıcı olacağını düşündük. O yüzden alegorik bir dil kurmak bize daha mantıklı ve cezbedici geldi.
Esasen filmi çektikten sonra Aden’in Eksik’e göre dil olarak beni daha çok tatmin ettiğini de söyleyebilirim. Bu, toplumcu gerçekçilik dilini reddettiğim anlamına gelmiyor. Yeri gelir, bir hikâyeyi yine öyle anlatmak isteyebilirim. Fakat bence her sanatçı farklı anlatım tarzlarını kotarmayı denemeli. Ben bunu dilini bulamamak olarak görmüyorum. Bir de Aden tam olarak distopik bir film değil ama post-apokaliptik bir alegori var orada ve bunun Aden filmine daha uygun düşeceğini düşündük. Çünkü anlattığımız hikâye binlerce yıldır tekrarlanan bir hikâyeydi esasında.
Film 2018 yapımı ama şu günlerde hepten yakıcı olan bir konuya değiniyor: Mültecilik, göçmenlik. Ancak bunu mekân, zaman vererek yapmıyor. Bana, insanların çok katı olabildikleri böylesine bir konuda bu şekilde muallak bir anlatı kurmak daha ikna edici olabilir gibi geliyor. İnsanları önyargılarından uzaklaştırabiliyor. Mekân ve zamanı belirsiz kılmanızın altında böyle bir niyet var mıydı? Yani onları önyargılarından koparmak ve biraz daha vicdanlarına mı seslenmek istediniz?
Ben insanların tepkilerini yumuşatmak gibi bir dert taşıyan biri değilim. İnsanlar tepkilerini çok sert de gösterebilirler. Zaten böyle bir kaygıyla film yapıyorsanız anlatmak istediğinizden de uzaklaşırsınız. Bir de Aden sadece bir mülteci filmi değil. Kendi coğrafyasından başka bir coğrafyaya iltica etmek zorunda kalmış bir çiftin hikâyesi olarak başlıyor, doğru ama Aden aynı zamanda bir sınıf filmi. İnsanların vicdanlarına seslenmek yerine gerçeği onların suratına çarpmayı daha doğru buluyoruz. Bence filmde yüze çarpılmamış bir şey de yok. Fakat şunu söylemek lazım: Biz, kendi kişisel düşüncelerimiz nedeniyle meseleleri olduğundan küçükmüş gibi algılamaya çalışsak da bu meseleler ortadan kalkmıyor. Dünyada şu an öyle ya da böyle bir mülteci sorunu var; buna hangi perspektiften bakarsak bakalım.
Bizim Aden’de altını çizmeye çalıştığımız bir şey de bunun durup dururken olmadığıydı. Mesela filmde bir savaştan ve bu savaşın yarattığı kıtlıktan bahsediliyor, bizim hikâyemizdekiler bu yüzden iltica ediyor. Türkiye’deki mülteci sorununa bakarsak yanı başımızda Suriye sorunu var. Şimdi Afganistan, Taliban’ın eline geçti. O coğrafyadan Türkiye’ye bu yüzden insanlar geliyor ve ne yazık ki sanki AKP hükümetinin bilinçli çabasıyla oluyor bu, sınırlar kontrol edilmiyor. Fakat burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu mültecilerin gelmesinin sebebi nedir? Biz bunun cevabını biliyor ve çok net söylüyoruz: AKP’nin dış politikası ve savaş politikaları. Öyleyse bütün öfkemizi, cevap alma isteğimizi neden mültecilere yönlendirelim? Bu, doğru bir tavır değil. Çünkü mülteci, sebep değil sonuçtur.
Aden’de de çiftin yerleştikleri evde yaşadıkları üzerinden mültecilerin yaşadıklarını anlatmaya çalıştık: Var olma çabası, var olabilmek için her anlamda biat etme zorunluluğu ama yine de yaranamama ve oranın parçası olamama sorunu. Bunu reddedenler olacaktır ama Türkiye’de mülteciler her anlamda bir var olma ve buranın parçası olamama sorunu yaşıyorlar. Bunu çözemezsek altından kalkamayacağımız sorunlarla karşı karşıya kalırız. Vurgulamak istediğimiz şey bu; yoksa kimse, “Açın kapıları, kim gelirse gelsin,” demiyor.
Filme dair en beğendiğim noktalardan biri de ele aldığı her meselede bu sebep – sonuç ilişkisine girişmesi oldu. Slogan atmıyor, çözümlüyor film. Mesela kadın meselesinde de bu var. Hatta kadın meselesinde sınıfsallığın önemini de görüyoruz. O kadın ev sahibi olsaydı ya da ailenin parçası olsaydı, yine sorunları olacaktı ama Aras karakteriyle aynı muameleyi görmeyecekti belki de. Aden’de kadın meselesine de biraz değinir misiniz? Özellikle de Aras karakterini yaratırken nelere dikkat ettiğinizi merak ediyorum.
Burada Onur’un gıyabında mümkün olduğunca cevap verebilirim, senaryo onun çünkü. Politik olarak perspektifimiz birbirine çok uzak noktalara düşmüyor. Evin içinde katmanlar üzerinden bir sınıf mücadelesi resmi çizdik: İki kardeş üzerinden bir iktidar ve iktidara gelse de çok bir şeyin değişmeyeceği bir muhalefet; üçüncü kardeş üzerinden ezilen bir sınıf, Marba üzerinden bu iktidarla anlaşmaya çalışan geniş bir toplumsal kesim ve Aras üzerinden kadın sorunu…
Burada anlatmaya çalıştığımız şey esasen şuydu: Kadın mücadelesinden bağımsız bir sınıf mücadelesi verilemez. Dünyanın çoğu yerinde yükselen kadın mücadelesini baz alırsak, kadın mücadelesi sınıf mücadelesinin baş aktörlerinden olabilir ve oluyor da. Aden’de de ortadaki sorunu çözmek üzere ilk adımı cesurca atan Aras’ta cisimleşen kadın mücadelesi. Onca zamanki ezilmişliğin, yok sayılmışlığın, yaşadığı istismarların sonunda bir irade beyanı gösteriyor Aras. Bizim için önemli olan nokta buydu.
Sadece Diktatör oyununuzun yazarı da Onur Orhan’dı. Onur Orhan’ın yazarlığında sizi cezbeden ne ve birlikte yeni projeler de yapmayı düşünüyor musunuz?
Biz Onur’la Berlin’de düzenlenen bir şiir festivalinde tesadüfen tanıştık ve arkadaş olduk. Sanata dair düşündüklerimizin ortaklaşma süreci öyle başladı. Ben o dönem tek kişilik bir oyun sahneye koymak istiyordum ve Onur, Sadece Diktatör’ü yazdı. Ne yazık ki Türkiye’de seyircinin henüz ulaşma şansı bulamadığı ama pandemiden önce Almanya’da 20 temsil yaptığım Suç ve Keza diye, yine Onur’un yazdığı bir oyun daha var. Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov ve Porfiriy karakterlerini baz alıyor ama bambaşka bir gerçeklik kurguluyor. Suç ve Keza’dan sonra da Aden’de birlikte çalıştık Onur’la.
Onur’un yazarlığında beni cezbeden, yaratmaya çok istekli ve açık bir yazar olması. Bir de Onur’un hayal dünyası çok geniş. O yüzden yaratım sürecinde fikirlerimizi ortaklaştırma fırsatı bulabiliyoruz. Aynı zamanda kadim tarihle çok ilgili olduğu için konuları dar bir alana sıkıştırmaktansa geniş bir perspektiften ele alma şansı bulabiliyorum Onur ile çalışırken. Sadece Diktatör’de de mesela bir diktatör tanımlaması var ama hangi diktatör olduğunu bilmiyoruz onun.
Onur Orhan’ı ben de tanırım, felsefeyle de çok ilgili. Belki bunun da etkisiyle, konulara biraz daha kavramsal yaklaşıyor galiba…
Aynen öyle, evet. Yani diktatörlerin oluşum süreçleri ve ortak özellikleri üzerinden bir diktatör profili çizilirken aslında bu Almanya’nın Hitler’ine, İtalya’nın Mussolini’sine, İspanya’nın Franco’suna hepsine vuran bir şey. Aden’de de aynı durum var. Bir kısırdöngüden, bir insanlık sorunundan bahsediyor film ama bunu kadim hikâyeler ya da kavramlar üzerinden yapıyor.
Habil ile Kabil hikâyesine çok açık bir gönderme var filmde…
Evet. Sadece ona da değil… Bu, Onur’un kadim tarihe olan merakıyla da ilgili. O kadim tarihteki hikâyeleri bir alegorinin içine yerleştirmede çok ustaca bir iş çıkardı. İşte bu çeşitlilik, bu hayal gücü ve bunları ifade edebilme yeteneği Onur’a dair beni en çok cezbeden şeyler.
Eksik filminde siz de rol almıştınız ama Aden’de oynamıyorsunuz. Niçin?
Herkesin özeleştiri verebilmesi gerektiğini düşünüyorum. Benim Eksik’te oynama kararım, ilk filmini çeken ve bu filmin kendisinin kariyeri açısından çok önemli olduğunu bilen bir yönetmen adayı olarak yanlış bir karardı. Eksik, iki bölümlü bir film; birincisi 1980’leri anlatıyor ve orada kamerayı hareketli olarak kullandığımız, daha gergin bir dil yaratılıyor. İkincisi ise günümüzü anlatıyor ve daha durağan, sabit planların çok kullanıldığı bir dil yaratıyoruz. Burada bir fark var: 1980’lerde geçen sahneleri çekerken ben yokum ve rejiye odaklanıyorum, günümüz sahnelerinde ise oynuyorum. İzledikten sonra oynadığım bu kısımlarda rejide aksaklık olduğunu hissettim. O yüzden Aden’de sadece yönetmenliğe odaklanmak istedim.
Sizce Aden’in en güçlü tarafı ne ve “Keşke şunu şöyle yapsaydım,” dediğiniz bir tarafı var mı?
Her projede, “Keşke şunu şöyle yapsaydım,” dediğim şeyler olur. Bu sadece eksiklikle ya da filmin kötü olmasıyla açıklanabilir bir şey değil çünkü film çekmek sonsuz formülasyonu olan bir şey. Şöyle cevap vereyim: Aden’i Eksik’e göre daha bütünlüklü buluyorum. Reji üzerine daha çok kafa yorulmuş, kafamda daha netleştirebildiğim, ne yapacağımı daha iyi bildiğim bir proje. Ayrıca Aden’in oyunculuk tarafını çok güçlü buluyorum. Oyuncu olduğum için benim açımdan oyunculuk yönetimi filmin en güçlü taraflarından biri oldu. Sanat yönetiminden mekân seçimine kadar her şeyi düşünmek için çok zaman bulabildiğim bir projeydi Aden.
Aden’de çalıştığınız ekip Eksik’te çalıştığınız ekip ile hemen hemen aynı. Aynı isimlerle çalışmak yönetmenin işini kolaylaştıran bir şey mi?
Kesinlikle. Bu arada sadece oyun arkadaşlarımız değil, setin de yüzde 80’i aynı. Ama bu konuda da işin kolaylığından ziyade politik bir perspektif var. Ben kolektif olarak iş yapmayı doğru buluyorum. Sanatsal bir projenin kolektif yaratılması gerektiğini düşünüyorum. İnsani olarak anlaşamadığım, aynı yöne baktığımı hissedemediğim, profesyonelleştikçe insani vasıflarını kaybetmiş herhangi biriyle çalışamam. Çünkü bu benim için sadece bir sinema filmi değil, çok uzun süreler var olacak ve başka başka insanlara ulaşacak bir yaratım. Bu anlaşabilme meselesinin filmin enerjisine de yansıdığını düşünüyorum. Bu yüzden olabildiğince aynı ekiple çalışmak isterim.
Tabii oyuncu seçimlerinin rol dağılımına uygunluğu da önemli bu noktada. Caner (Erdem), Funda (Eryiğit) ve Sermet (Yeşil), Eksik’te küçük roller oynamışlardı ama Aden’deki karakterlere uygunlardı ve ilk tercihlerimdi. Sonraki projede tekrar çalışır mıyız, yazılan karakterlere göre değişir ama farklı insanlarla çalışsam bile fikirsel olarak yine yan yana oluruz. O yüzden o pozitif durum, enerji, seyirciye yine geçer diye düşünüyorum.
Aden, festivallerde gösterildi. Film için Türkiye’den ve dünyadan nasıl dönüşler aldınız?
Aden’in festival yolculuğu biraz talihsiz oldu çünkü festivaller başladığı dönemde ben milletvekili oldum, çok ilgilenemedim. Daha sonra da pandemi patladı. O yüzden vizyon konusunda da festival konusunda da sıkıntılı bir süreci oldu. Ama özellikle uluslararası festivallerde gördüğüm bir şey beni şaşırttı: Anlatmak istediğim her şey yabancı seyircilerde bile karşılık buldu. Bu muazzam bir şey çünkü alegorik bir film çekerken en çok anlatmak istediğinizi anlatamamaktan çekiniyorsunuz. Bu konuda beklentilerimizin çok ötesinde bir karşılık bulduğumuzu söylemek mümkün. Filmin alegorisi dışında, ana aksında işleyen o polisiye hikâyenin de ana akım seyirciye hitap edebildiğini ve rahat izlenebilir olduğunu söyleyebiliriz. Bunları bir potada eritebilmek de mutluluk verici tabii ki.
Film, MUBI’de gösterime girdi. MUBI festival filmlerine odaklanan bir dijital platform. Dijital platformların hem izleyici hem üretici için daha demokratik bir ortam sunduğuna dair fikirler var. Katılıyor musunuz?
Çok güçlü dijital platformların sinema sanatını tekelleştirmesi gibi bir problem var. Roma filmiyle başlayan tartışmalarda da gördük bunu. Netflix’in yapımcılığıyla üretildiği için vizyondan önce Netflix’te gösterime girdi ve bu konu çok tartışıldı. Açıkçası ben de sinema sanatının sinema perdesinde var olmasıyla ilgili bir endişe taşıyorum. Çünkü bu aynı zamanda üreticinin maddi bir şey kazanması gereken bir alan ve haliyle dijital platformların kendilerine sunduğu fırsatlardan yararlanmak isteyecektir.
Mubi’deyse durum biraz farklı. Dediğin gibi, festival filmlerine odaklanmış, çok daha seçkiyi ön plana koyan bir platform. O yüzden Netflix, Amazon Prime gibi platformlarla kıyaslamak çok doğru olmayacaktır. Ama şunu söyleyeyim: Her halükarda bir sinema filminin önce vizyona girmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha sonra bir platforma verilmesine katı bir şekilde karşı değilim.
Son olarak, sizi en çok etkileyen yönetmenler kim oldu?
Tabii ki birçok isim sayabilirim ama Ken Loach benim için çok önemli, beni çok etkilemiş bir yönetmen. Yılmaz Güney sinemasından da çok etkilendim. Aynı dönemden Lütfü Akadlar, Atıf Yılmazlar… Birçok isim saymak mümkün.