Tunç Şahin ile ’39 Derecede Aşk’ı Konuştuk
Yönetmen Tunç Şahin, 39 Derecede Aşk ile zıt kutupları buluşturan bir hikâye yaratıyor. Türk romantik komedi geleneğini modern bir dokuyla harmanlayan film, İzmir’in enerjisi ve karakterlerin derinlikli yolculuklarıyla hem yerel hem de evrensel izleyiciye hitap ediyor. “Korkularımızla yüzleşmek bizi özgürleştirir” teması etrafında şekillenen bu sıcacık yapım, 8 saatlik bir serüveni bir günde aktararak hızlı ve dinamik bir deneyim sunuyor.
39 Derecede Aşk röportajlarına buradan ulaşabilirsiniz.
39 Derecede Aşk, Amerikan romantik komedileri havasında ama aşırı derecede bizden de. Sizin için bu tarzı Türk izleyicisine uyarlamanın en zor ve en eğlenceli yanları nelerdi?
Bundan tam on yıl önce çektiğim ilk uzun metrajlı filmim Karışık Kaset de bir romantik komediydi. O yüzden bu tür üzerine çalışmaya, düşünmeye de uzak değilim. 39 Derecede Aşk, kuvvetli bir senaryo dinamiği olan ve üstte yatan olay örgüsünün altında, her yaştan seyircinin özdeşleşebileceği bir olguyu konu alıyor: “Aradığımız hazine, içine girmekten korktuğumuz mağaraların içinde gizli.” Ancak korkularımızla yüzleşip özgürleşirsek hem kendimizi hem de karşımızdakini sevmeye başlayabiliyoruz. Filmin bu mesajı o kadar evrensel ki, sadece Türkiye’deki değil, yurtdışındaki izleyicinin de filme aynı noktadan bağlanacağını düşünüyorum. Filmi yerel kılan ise İzmir ve İstanbul arasındaki kültürel kodların farklılığından kaynaklanan çatışmalar.
İstanbullu bir yönetmen olarak, Kumru’nun İzmir’le ilgili tespitlerinin bir kısmında haklılık payı olduğunu, çekim sırasında gülümseyerek fark ettim. Hayatın bambaşka bir ritimde aktığı bir şehir İzmir ve bir İstanbullu olarak başta insan ister istemez yabancılık çekiyor. Ama Kumru’nun yaptığı gibi yargılarını bir kenara bıraktığında insan hayatı yaşamanın tek bir yolu olmadığını, pekâlâ hayatın İzmir ritminde de akabileceğini hatta bunun çok da keyifli olabileceğini fark ediyor.
Yabancı seyircide muhtemelen İzmir ve İstanbul arasındaki bu ayrımın bir karşılığı olmayacak ama ben bunun izleyicinin seyir keyfini azaltacağını düşünmüyorum. Her ülkede şehir merkezi ve yazlık mekânlar arasında farklılıklar vardır. İster Seul olsun ister New York, her ülkede nehrin bir tarafında oturanlar, diğer tarafta yaşayanların hayatlarını yabancı bulurlar. Bu hikâyeyi, İstanbul’un Anadolu yakasına tutkun olan bir adamla Avrupa yakasında yaşamayı her şeyin üstünde tutan bir kadın arasında kurmak da pekâlâ mümkündü.
Tunç Şahin: Kumru’nun daha köşeli, planlı yapısını ve karşıtı olan Fatih’in oyunbaz, dünyadan keyif alan halinin altındaki kontrastı çizmek için ilk olarak oyuncularla yoğun bir hazırlık yaptık.
İzmir sokakları bu filme harika bir arka plan olmuş gibi görünüyor. İzmir’in enerjisini yansıtmak için hangi mekânları özellikle seçtiniz?
Uygar senaryoyu yazarken İzmir’e pek çok seyahat yapmıştı. Sahnelerimizin hepsini şehrin Konak tarafına serpiştirmişti; bu yüzden İzmir mekânlarını filme eklemek bizim için bir buluştan ziyade keyifli bir mücadeleye dönüştü. Kumru ve Fatih bir gün içinde şehrin neredeyse her köşesine gidiyorlar. Biz de ekip olarak onların yolculuğunu takip ederken İzmir’in deyim yerindeyse kalbine gömüldük. Çekim takvimimize son anda dahil olan mekânlar; tarihi asansör, Karataş’a çıkan ikonik merdivenler ve İzmir Saat Kulesi oldu. Gittiğimiz mekânlar arasında beni çok etkileyen, Kumru’nun duygusal yükünü de açık ettiği Karantina Adası oldu. Artık kullanılmayan eski bir devlet hastanesine ev sahipliği yapan bu yarımada bence sadece İzmir’in değil, Türkiye’nin de en güzel noktalarından birisi.
Tunç Şahin: 39 Derecede Aşk, kuvvetli bir senaryo dinamiği olan ve üstte yatan olay örgüsünün altında, her yaştan seyircinin özdeşleşebileceği bir olguyu konu alıyor: “Aradığımız hazine, içine girmekten korktuğumuz mağaraların içinde gizli.”
Zıt kutuplar arasındaki çekim/itme dinamiğini görsel olarak anlatırken nasıl bir yaklaşım benimsediniz?
Kumru’nun daha köşeli, planlı yapısını ve karşıtı olan Fatih’in oyunbaz, dünyadan keyif alan halinin altındaki kontrastı çizmek için ilk olarak oyuncularla yoğun bir hazırlık yaptık. Ayça, Kumru’yu postüründen konuşma ritmine kadar başlangıçta çok daha kontrollü bir şekilde oynatırken film boyunca hareket biçimini giderek açtı. Kontrast oluşturacak şekilde Furkan da Fatih’i çok daha açık, rahat hareket eden, rahat iletişime geçen birisi olarak konumladı.
Bu tercih oyuncuların kostümlerinden saçlarına kadar her unsurda paralellik kuracak şekilde tasarlandı. Kumru’yu filmde ilk kez zırh şeklinde giyindiği mavi kostümü, sımsıkı saçlarıyla görüyoruz. Fatih’le temas ettikçe önce ceketinden, sonra iş kıyafetinden kurtuluyor. Giderek saçı açılıyor. Benzer şekilde mizansenlerde de karakterlerimizi giderek daha hızlı hareket eden, şehrin içinden bir yerden diğerine savrulurken görüyoruz. Kumru’nun iç dünyasına ve karakterine yarasına ancak kendi odasında, ya da babasını kaybettiği hastanenin önünde yalnız kaldıklarında tanık oluyoruz.
Buna karşın İzmir sokakları kaotikliğiyle karakterlerimize sürekli sürprizler yaratıyor. İkilinin, İzmir’de savruldukları her anda peşlerine yeni bir kişi takılıyor ve asla yalnız kalamıyorlar. Hikâyede “köy gibi” tarif edilen şehrin her bir yerinden kendine özgü öncelikleri olan İzmir insanlarının ekleniyor olması, aşksız, sevgisiz hatta arkadaşsız yaşayan Kumru’yu tekrar bağ kuran, insanlara nüfuz eden bir kişiye dönüştürüyor.
Filmin 8 saatlik bir sürede geçmesi görsel anlatım açısından sizi nasıl etkiledi? Bu kadar hızlı bir tempoyu kurmak için özel çekim teknikleri kullandınız mı?
Tamamı bir günde bir film çekmek kendi içinde pek çok zorluğu barındırıyor. İzmir gibi sıcak bir şehirde neredeyse sürekli dış mekânlardayken oyuncuların saç makyaj devamlılığından güneş altında kalıp yanıp ten renklerinin değişmemesine kadar pek çok şeye dikkat etmek zorunda kaldık. Bir yerdeki aksiyon bitmeden kendimizi diğer mekânda bulduğumuz bir kurgu dili ile sahnelerimizi kurduk. Öykünün farklı noktalara savrulan, hızlı ritmini desteklemek için sahneleri mümkün olduğu her yerde match-cut’larla bağladık.