Uzak Şehir: Bu Dizi Neden Tuttu?

Bu dizi neden tuttu? Sevecen, derinlikli ve kadınlarla erkekler arasında iletişim köprüsü kuran bir tarafı vardı da ondan…

Gülce Başer
28 dakikalık okuma

Bizde birtakım olaylar olur, hepimizin bir yorumu vardır, şaşırtıcı bir ısrarcılıkla hepimiz de olayı en kestirme klişelerle açıklamakla yetinmeyi deneriz. Böylesini severiz. Örneğin aylardır şu, sevdiği kadınları öldüren adamlarla ilgili bir sosyal bilim incelemesi yapılmalı, diye dolaşıyorum. Herkesin bir açıklaması var: Çünkü yaptırımlar yetersiz!

Yıllar önce bu konu ilk kez gündeme alındığında, “Kadının statüsü düşük, o yüzden kadın, çocuklar ve sokak hayvanlarıyla birlikte en kolay öldürülen, niteliksiz çoğunluktur,” demiştim. Bu dediğimin hâlâ arkasındayım. Bir doğru, bir yanlışı engellemiyor; kadının statüsü erkeklere göre hâlâ düşük ve bugünkü gibi ekonomik bunalım dönemlerinde ortalama şiddet artar, bu şiddetin de en kolay hedefi kadınlardır. Yine de yorumumda kolaycılık olduğunu kabul ediyorum. Ancak o tarihlerde bu çeşit bir çıkış bile çerçeve dışıydı, herkes o denli şiddete odaklanmıştı.

Failler konuşturulursa kadın cinayetlerini açıklamada bir “ama, fakat” mı belirecek, onun için mi kaçınıyoruz bundan? Bence o “ama”lar, “fakat”lar zaten yürürlükte… Kadına uygulanan şiddette her tür ceza indirimi şakır şakır işletiliyor. O görüşmeleriyse asıl biz anlamak için yapmalıyız ki etkili bir karşı söylem geliştirebilelim… Yoksa hiçbir ekonomik ve toplumsal bunalım, insanın kendinden zayıf bir canlıyı öfkesini çıkarmak için öldürmeyi meşrulaştıramaz, meşrulaştırmamalı… İkinci bir bakış açısı isterseniz size erkeklerin erkekleri de öldürdüğünü hatırlatayım. Genel olarak bir güçlünün zayıfı dize getirme, gözdağı vererek sindirme eğiliminde artış olduğunu düşünmüyor musunuz?

uzak şehir

Uzak Şehir niye tuttu? Ezberden konuşmadan önce bugünün Türkiye’sini bu yönüyle görüp sindirelim. Sonra da dizinin bu duruma nasıl alternatif yarattığını ve nerede çuvalladığını görelim. Ağalık tipi varsıllık birikimi: Normal. Şiddet: Normal. Güçlünün hegemonyası, gövde gösterisi, can alması: Normal. Kadının var olması: Mücadele halinde…

Geçmişte, çok geçmişte, örneğin Kanada gibi bir “gelişmiş” ülkede yaşayan, oranın pasaportunu taşıyan biri taşraya gittiğinde ona daha “anlayışlı” davranılır, gelişmiş kültürün olanaklarından taşranın faydalanmasına çalışılırdı. Deneyimde bile bu böyleydi. “Yabancı” geleneğe ait kadının kültüre uyum sağlamada güçlük çekmesi normal karşılanır, hatta ona birazcık da olsa iltimas geçilirdi. Yeni Türkiye’nin en önemli özelliklerinden biri bu: Farklı olan gözdağıyla baskılanıyor, onun getirdiği fırsatlar hınçla reddediliyor. İyileşmeye direnme raddesinde bu durum böyle… Belki önceden içten geçirilen artık açıktan pratiğe dökülebiliyor, “doktor dövülebiliyor”! Biz buna özgürlük diyoruz, olabilir. Nurdan Gürbilek, taşra kültürünün 1980’lerdeki yükselişi ve baskın kültür haline gelip kentli dokuya saldırmasını Freud’un “bastırılmışın geri dönüşü” kavramlaştırması üzerinden açıklamıştı.

Uzak Şehir tam olarak “haddi bildirilen” bir doğu gelini hikâyesi olarak başladı: Kocası ölen uzman doktor Alya, oğlunu da alarak Mardin’e gelir, niyeti eşini defnedip Kanada’ya dönmektir. Bir tehdit, şantaj hikâyesine evrilerek ivme alan dizide hemen bir ay içinde “buranın kuralları o modern Kanada’dakilere benzemez” vurgusuyla Alya, ne hekimliğinin ne de Kanada vatandaşlığının işe yaradığı bir çıkmaza düşer ve en olmayacak şey olur: Kayınbiraderiyle evlenmeye razı olur. Buraya kadar birçoğu gibi ben de izlemedim. Diziyi izlemeyi düşünmüyordum çünkü ağalı paşalı gövde gösterisi dizilerinden ben de herkes gibi bezmiştim. Bu bilgiyi, o diziden ateşlenip “halk”ın ya da teknik tabirle izleyicinin ağa dizilerine acıktığını düşünmesinler, diye veriyorum.

Annemin zoruyla izlediğim ilk bölümü anımsamıyorum. O da sonradan başladı diziye, “Gel Uzak Şehir’i seyredelim, çok güzel!” dedi bir gün, meğer gündüz kuşağında izlemeye başlamış ve tiryakisi olmuş. Ne kadar güzel olabilir ki, diye düşündüm. O günden sonra her pazartesi televizyonun başındaydım. Beni ilk çeken, birçoğu gibi, Alya’yla Cihan arasında kurulan doğal iletişimdi. Hayatla dizi gerçekliğini birleştiren dedikodularla iki başrol oyuncusunun iletişimini yıpratıp diziyi sabote etmeye çalışanları anlıyorum. Çünkü bildiğiniz üzere sürekli ölüm kalım savaşındayız, bir dizi tuttuğunda on dizi kaybediyor.

Oysa dizinin karakterleri Alya ve Cihan arasında bütün zıtlıklarına rağmen bir iletişim dengesi kurulmuştu. Bir yanda satır aralarından boy veren tutku, öbür yandan taşra gerçekliği karşısında aklı selimini koruyan iki yetişkinin kaçınılmaz işbirliği, zamanla dayanışması, bu dayanışmayla irade dışı gelişen tutkunun beslenmesi çok sıcak bir iletişim sarmalı ortaya koyuyordu. Teknik olarak, erotik aşk ve philia’nın birbirine karıştığı, sabırlı, orta yaşlı tatlı bir aşk hikâyesinden söz edebiliyorduk. Dizilerimizde bunun önceli belki Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisinde Cemile ile Balıkçı arasında, sonradan da yine Cemile ve Arif arasında gelişen aşklarda aranabilir. Ancak oradaki karakterler ne kadar 1980’lere aitse Alya ve Cihan o kadar günümüze ait. Bunlar dışında aşkı bir uzlaşma, saygı ve kurulan, bina edilen bir dostluk olarak gören pek hikâye yoktur elimizde… Genelde işin tutku kısmına odaklanıp peri masalı kurmanın izleyiciyi daha çok cezbedeceği yönünde bir inanç yerleşik durumda dizi sektöründe… Sıcaklığı da akrabalık ve dostluk ilişkileriyle geliştirir böylesi diziler…

Oysa philia, yabana atılacak bir aşk türü değildir. Ne var ki, böylesi iletişim krizi yaşayan bir toplumda erotik ve yoksunluk üzerine kurulu platonik aşkın ötesinin algı menzilinin dışında kalmasını anlayabiliyorum. Uzak Şehir’deki büyük aşk öncelikle philia yani dostluk zeminli aşk olarak gelişti. Bu sıcak dostluk ve iki yalnız Alya ve Cihan’ın birbirine dayanak olması, tutkunun ve arzunun da tam bu arada gelişmesi dizinin sıcaklıkla tutkuyu yoğun bir sarmal halinde izleyiciye sunmasını sağladı ve bence bu boyut yani sahici, insani ve sıcak aşk, dizinin kaderini belirleyen en önemli unsurdu. Bunu ne diğer aşklar ne de diğer karakterler pahasına söylüyorum. Bana göre en yan karakterler bile büyük bir senfoni olarak görülebilecek dizinin önemli tonlarıydı. Ne var ki ana ezgi, bu az gördüğümüz türden iletişimli aşktı. Yine saptayalım, dizilerimizde özellikle dostluktan dönüşen aşklar ya yaşlılara, çaresizlere isnat edilir ya da tek taraflıdır, sanki eksiklilermiş gibi… Ortalama Türkiye insanının hangi tür aşka daha çok inandığını saptayacak bir sosyolojik veri de yok elimde elbette, bizde böyle şeyler pek merak edilmiyor. Ne var ki bu iki parlak karakterin aşklarının dostluktan, dostanelikten evrilmesi izleyicilerde bence tuttu, sevildi (çünkü esasen bu ara en çok dostluğa muhtacız).

Bu iletişim, ilişki öyle sıcaktı ki izleyenin içini ısıtıyordu. Öyle merhametli ve vicdanlıydı ki izleyende umut uyandırıyordu. Öyle zekiydi ki âşıklar izleyenin yüzü gülüyordu. Kendi dillerini çabucak kurdular. Adaleti, saygıyı, vicdanı, merhameti önemsediler, temel değerlerde ortaktılar bu bağlamda… Eşzamanlı olarak zeki, mizahi ve oyuncu bir iletişim de geliştirdiler ve #CihAl ortalığı yaktı geçti. Boşanmalarını önleyen metni Cihan’ın kendisinin yazdığını hepimiz anladık, Alya da anladı örneğin, çok da güzel bir oyundu. Bir erkeğin bir kadını sayarak sevebilmesi, bunu dile getirebilmesi, ondan yardım istemesi, dersini alması, dürüst ve cesur olabilmesi, onu incitmemek için dokunmaktan çekinmesi hepimizin gönlünü fethetti.

Bir kadının onca kuşatılmışlık altında çocuğunu sahiplenebilmek için altındaki ciple beşinci vitese çıkarak bahçe kapısının içinden geçecek cesareti göstermesi, yeniden aynı durumda kaldığında da aynı kapıyı bu kez ateşe verecek kadar gözü kara olması, hekimlik yapabilmek için bütün aşiret teamüllerine kafa tutması, ihtiyaç durumunda gidip en ücra köyde ardını arkasını düşünmeden hasta tedavi etmesi ve bu hekimliğin doğal gereğinin “hanımağa” himmetiyle beklenmedik bir anda örtüşüp “çalışan kadın” rolüyle aşiret ananelerinin uzlaşması, zaaflarını gördüğü “ağa”ya aynı şekilde şefkat ve destek verebilmesi, onun vicdanı olması da Alya’nın izleyicinin kilidini çözdüğü sahnelerdi. Türkiye izleyicisi artık yapabilen, güçlü kadın istiyor. Ancak iyi işleyen bir kafanın olağan sonuçlarını da bekliyor: Zeki kadın ille kötücül olacak diye bir şey yok. Haklarını bilen, onları talep eden bir kadın merhametli ve şefkatli de olabilir. İyicillik ve kötücüllük zekâdan bağımsızdır. Ezcümle Alya yıllardır eleştirdiğim zeki, başarılı ve orta yaşlı kadın kötüdür klişesini yerle bir etti Uzak Şehir’de… Nasıl ki Cihan güçlü ve zaafı olmayan, tanrısal bir şekilde dizi boyunca değişmesine gerek kalmayacak kadar mükemmel olan omnipotent ağa klişesini kırıyorsa…

Alya da Cihan da zaafları, korkuları, kayıpları, eksiklikleri, kırıklıkları olan normal kahramanlar. Çocukluk travmaları hepimizinkinden farklı ve büyük değil (ki Alya’nınki büyük aslında ama bu onu sert ve uzlaşmaz biri kılmamış) ama en önemlisi, onlar bu travmalarla yaralı yaralı dolaşmayı değil, yüzleşmeyi denemeye eğilimliler, alın size kırılan üçüncü yerli dizi klişesi…

İyiye Götüren, Sağaltan Aşk

Bu noktada bir gerçeği kabul etmeliyim: Son dönemde dizilerde oldukça olumlu erkek âşıklar kurgulanmaya başladı. Leyla’da Civan, Kızılcık Şerbeti’nde Ömer dersiniz hemen, ancak hatırlayalım, Deha’nın iflah olmaz Mephistopheles’i İskender bile “Gül”üne karşı olağanüstü şefkatli, yapıcı ve saygılıydı. Başa dönersek bu harika erkekleri, artan kadın cinayetleri karşısında senaristlerin ve yapımcıların aldığı bir önlem, gelişen bir eğilim olarak değerlendiriyorum.

Alya-Cihan aşkındaki sağaltıcılığa geçmeden diğer karakterleri ve diğer aşkları da görelim. Örneğin bana Gülizar Irmak’la Damla Serim arasındaki farkı sorsalar, ilk olarak Irmak’ın aşka inandığını, onu yapıcı bir duygu olarak gördüğünü, ikinci olarak da Irmak’ın kadınlara daha çok inandığını söylerdim. Serim’in aşkları yırtıcı, kadınları gürültülü ve gösterişli ama kesinlikle ışıkların merkezinde değiller… Âşık olunca zekâlarını kaybediyorlar. Ben kulakları dikiyorum, neden kadınların ön planda olmamasını istiyor bu kadar diye… Irmak’sa kadınlarla barışık, onları seviyor. Evet, Sadakat gibi olumsuz bir figür de kurabiliyor ama bir ortalama olarak kadınları daha yapıcı, görünür ve mahirler.

Dizinin iki numaralı aşkı Nare ile Şahin arasında yaşanıyor, buna bakalım. Şahin, Nare’yi şiddet kullanan kocasının elinden kurtarıyor bir sahnede ve ne kadar kızarsa kızsın ona el kaldırmıyor. Nare’nin kararlarını değiştirmeye ya da ona hükmetmeye kalkmıyor, sadece ona göre pozisyon alıyor. Şahin sülalenin reisi olmayı istiyor, buna göre stratejileri var. Nare her şeyin farkında… Aralarındaki aşk, yasakta kaldığında bile saygıdan, özenden ödün vermiyor. Ve Nare henüz boşanmamışken birbirlerine aşklarını itiraf ettiklerinde itiraz edemiyoruz, buna saygı duymaktan kendimizi alamıyoruz.

Tabii bu arada Nare’nin kocasını gözden düşürmeyi de ihmal etmiyor senaryo. Bir tür Mine’nin kaderi… Mine’ye birazdan geleceğim. Nare’nin Şahin’i unutamamasının nedeni kocasının zayıf karakteri mi, aşkının şiddeti mi? Burası böyle… Yine de son manevrayla Özkan’ın Nare’yi bütün kalbiyle sevmişliğine ikna edildik. Bu açıdan bakıldığında Nare’yle Şahin’in aşkı aslında etrafı çiğneyip geçebilen bir aşk. Yine de her adımda birbirlerine destek olup birbirlerini kollamaları yönünden Alya-Cihan aşkıyla bir ortaklığı var.

Üç numaralı, Kaya ile Zerrin arasındaki aşk da aynı minvalde… Kaya’nın ya da Zerrin’in kıskançlıkları asla fiziksel ya da sözlü şiddete dönüşmüyor. Birbirlerine önce saygılılar. Tepkileri bilakis şık hatta karizmatik. Kaya’nın yüzük atma sahnesi ve Zerrin’in o sahnedeki tepkisi, tüyleri diken diken edecek türdendi. Onları geçelim, çevirdiği entrikayla Zerrin’le sadece intikam için evlenen Demir Baybars’ın bile aşk içinde dönüştüğünü görüyoruz. Kadına eli kalkmıyor. Herkes kendince saygısını koruyor.

Yeri gelmişken kalbi kırık Demir Baybars’ı da görmemiz gerekiyor. Sevgilisi, aileler arası sulhu kurmak için Cihan’la evlendirilmiştir. Şeyda bir süre sonra intihar etmiştir. Demir yıllarca bunun, gördüğü eziyet sonucu olduğuna inanmaktadır. Sevgilisinin intikamını almak için eline geçen fırsatı değerlendirir ve bir tür şantaj uygulayarak ailenin kuzeni Kaya’ya âşık küçük kızı Zerrin’le evlenir. Zerrin’i ilişkiye zorlamaz. Zaten nikâhında tutarak bütün Alboralardan intikam almaktadır, çünkü zaten ailelerine hilafeten aşk yaşayan iki Albora’ya acı çektirmektedir.

Ne var ki Demir tanıdıkça Zerrin’e zaaf geliştirmeye başlar. “Güzel Kız ve Canavar” masalındaki canavar gibi, Zerrin’e son derece iyi davranır, onu kollar, ona özen gösterir, ihtiyaçlarını karşılar, özellikle de kendi babasının gelinini (Zerrin evlendiklerinde Kaya’nın bebeğini taşımaktadır) aşağılayıp ona el kaldırmasını da önler. Zerrin, kötü adamın içindeki iyi adamı tanıma fırsatı bulur. Demir onca hınçlı olduğu ailenin kızına en küçük bir şiddet uygulamaz. Bir açıdan aşkla iyi yanları ortaya çıkan bir karakter de Demir’dir.

Bu arada ağabeylerin ve erkek kardeşlerin, kız kardeşlerine sahip çıktığı görülür. Anneler ve babalar için kız evlatları ikincil ve önemsizdir belki, anneler için özellikle bir şiddet nesnesi bile olabilmektedir. Kadınlar kendi erkek kardeşlerince korunur. Bu açıdan aileler, evlenseler de kızlarına sahip çıkmayı sürdürür. Öyle ki en kötü muameleyi şehre yeni gelen ölen evladın eşi Alya görür. Ancak ona da eşi, kayınbiraderi ve görümcesi destek olur. Artık yavaş yavaş görümce husumeti zayıflıyor dizilerde, ki Uzak Şehir bunlardan biri.

Diziyi izledikçe karşı cinsle karşılaşma olasılıkları düşük ağa sülalesinin çocuklarının birlikte büyüdükleri kuzenlerine âşık olduklarını bir gerçeklik olarak görüyoruz. Kent ve biyoloji nosyonuyla ürkütücü gelen bu durum, Mardin gerçekliğinde kabullenilir görünüyor. Uzak Şehir’de ilk sahneden itibaren “Mardin” diye bir gerçeklik dizgesi kuruluyor ve izleyici sahne sahne dize getirilerek teslim alınıyor. Dolayısıyla Alya için de hoşgörü beklemek aklımızdan geçmiyor, bilakis yer yer onu uyumsuz buluyoruz. Örneğin çalışmaya başlamasına ilişkin Sadakat’le kavga ederken Cihan araya girip, “Anne tamam ben izin veriyorum,” dediğinde Alya’nın sinirlenmesini aklımız başımıza gelene kadar da olsa “kaprisli” buluyoruz. Bir an sonra yükseköğrenimli izleyici kendisine geliyor ve hekim olarak çalışmak için kocadan izin almanın gerçekte bizim hayatımızda kabullenilmez bir şey olduğunu anımsıyor, ancak o zaman Alya’ya hak veriyoruz.

Mardin Diye Bir Gerçeklik ve Sağaltan #CihAl

Bu “Mardin tipi” gerçeklik önünde nasıl dize getiriliyoruz? Elbette öncelikle gözdağı ve şiddetle… Daha ilk, Alya’nın karşılanma sahnesindeki aşiret konvoyuyla Alya’nın yalnızlığına, kimsesizliğine dahil oluyor, belki güncel sosyolojinin getirdiği şartlanmalarla ondan bile önce teslim oluyoruz. Çünkü bize yıllardır dizi dizi öğretildi ki, doğunun ve güneydoğunun gerçekliği başkadır, orada ayrı bir dünya döner ve kurallara uymayan, özellikle kadınlar, göz kırpmaksızın öldürülür. O cinayet mümkünse örtbas edilir, olmazsa reşit olmamış bir çocuk suçu üstlenir ve dosya kapanır. Ne devlet ne toplum daha fazlasını bilmek ister. Böylece o uzak şehirlerin düzeni bin yıllardır süregeldiği gibi devam eder. Belki Narin Güran cinayetinde de yinelenen travmamız buydu.

İşte bu koşullar altında Alya’nın çocuğuna el koyup onu göndermekle kayınbiraderiyle evlenmesi koşuluyla çocuğunu büyütebilmek arasında kalması, bir uzman hekim ve Kanada vatandaşı olarak bu meselenin üstesinden gelememesi, okuma yazma bildiği şüpheli kayınvalidesi tarafından aşağılanması izleyiciyi şaşırtmaz. Bahisleri yükseltircesine, silahtan uzak tutmaya çalıştığı oğlunu kayınvalidesinin kuş avına götürmesi yani medeniyeti ima eden bir değer mücadelesiyle gerilim radikalleşip derinleşir. Bir başka deyişle Alya’yla kayınvalidesi arasındaki mücadele zihnimizdeki doğu-batı sembol sistemiyle birleşir.

İşte Alya’yla Cihan arasında iletişim başta bu koşullar altında kurulur. Üniversite öğrenimi gördüğünü gizlemeyi seçen Cihan, Alya’nın dilini iyi kötü bilmektedir. Cihan, Alya’dan sadece çok güzel bir kadın olduğu için değil, ilkelerini savunan ve onlardan ödün vermeyen, hakkını ararken gözünü karartabilen, iyilikte ısrar eden, adil, değerleri, çok saygın bir mesleği olan ve dişilik-annelik rollerini de kendisine yakıştıran bir kadın olduğu için de etkilenir. İzleyici, Cihan’ın Alya’ya hayran olduğuna tanık olur. Bu arada uğradığı husumet karşısında vicdanen kendini onu savunurken ve ona destek olurken bulur.

Alya’nın Cihan’a ilgisi ise o omnipotent ağa rolü içinde çaresizliği, sorumlulukları için kendini feda ettiği ve vicdanen adaletin yanında yer alabilmeyi zor koşullarda da becerebilmesi üzerine uyanır. Evet, ağa çekici bir erkektir. Ancak birkaç ay önce o adamın ağabeyiyle aşk evliliği sürdüren bir kadının, bir erkeğe salt çekiciliği nedeniyle zaaf göstermesi beklenemezdi, Alya da bunu yapabilecek türden bir kadın değildi. Ancak Cihan’ı keşfettikçe onun yalnızlığı ve özverisi Alya’nın sonsuz savunmadaki kalbini yumuşatmayı başarır. Alya da Cihan’a bir tür hayranlık duymaya başlar. O sert dünyada işleyen bir vicdan ve elbette samimi bir sanat eğilimi: Cihan gizli bir müzisyendir. Müzik de onun ağalık rolüne feda ettiği heveslerinden biridir.

Birbirlerinin zekâlarının oyuncu taraflarını ortaya çıkaran mizaçları ve gelişkin mizah anlayışları da uyuşunca izlemesi keyifli, dizi karakterlerini rahatlatan, izleyicide de umut uyandıran bir aşk hikâyesiyle karşı karşıya buluruz kendimizi.

Bu noktada dizilerimizin çoğunda ihmal edilen bir bölgeye girmiş bulunuyoruz. Polisiye okurları bile biraz derinleşmeyi tasvir kalabalığı olarak görürken, çünkü dönemin toplumsal koşulları “kullan at” tipi bir pazar anlayışıyla deforme olmuşken, birbirini kusurlarıyla ve günahlarıyla keşfeden bir çift, daha yüzeysel şekliyle Deha’daki Aysel-İskender’de vardı.

Ezcümle Alya ve Cihan, samimi iletişime adı konulmamış bir dayanışmayla başladılar. Birbirlerine saygı geliştirdiler. Kavgaları pespayeleşmedi. Günden güne, tam altı ayda izleyicinin gözleri önünde serpildi. (Sonra başladık, kızı öpse ya, demeye… Öpemezdi, o aşk öylesi bir başlangıca uygun değildi. ) Dolayısıyla Alya-Cihan aşkı, dizilerimizde çok nadir görünen türden bir philia ile başladı; arkadaşlık aşkı… Oyuncu partnerler philia’yla sınırlanamayacak kadar çekici olunca ister istemez erotik aşka da genişledi hikâye… Ancak birbirlerini öyle olduğu gibi sevip benimsediler ki, ilahi aşk agapia’ya benzer bir kutsal aşk da gelişti aralarında, eğer ikinci yıl senaryo deforme olmazsa… (İleri sürüldüğü gibi Cihan’ın eski sevgilisi dönecek ve bu dönüş Cihan’ın hakikaten kafasını karıştıracak olursa aşkın en çok bu yanı zedelenecek gibi görünüyor, zira Alya Cihan’a, “O geri dönerse ben senden ayrılırım, hiç sorun yok,” dediği sahnede de sonradan içi yanarak öyle deyişini hatırlayışında da mukaddes bir sevginin izleri vardı.) O sahnenin hükmünün zayıflatılması tehlikeli olabilir, aşk yüzeyselleşip inandırıcılığını yitirebilir. Yanılıyor da olabilirim ama en azından Mine meselesi gibi usaresi çıkarılmaması gereken bir konu bu.

Hakeza Cihan, Alya’nın sert tepkilerine, kendisine dimdik karşı çıkmasına, konağın kapısını kıracak kadar sert ve gözü kara olmasına kızmak şöyle dursun, ince bir sempati bile besledi… Alya çıkışlarında haklı mıydı? Haklıydı. Ancak o çıkışlar, aynı hareketlerin bir gün Cihan’a da yapılabileceğini işaret ediyordu, Cihan gibi bir kudret yöneticisinin bunu hesaplamamasınaysa olanak yoktu. Aralarındaki karşılıklı derin hoşgörü, senarist arkalarında durabilirse, diğer dizilerimizdeki yanlış anlaşılmalar üzerine kurulu sıkıcı aşk hikâyelerine etkili bir cevap da teşkil etti.

Oyuncular aslında bu açıdan birbiriyle çok ilişkili de değildi. Sinem Ünsal’la Ozan Akbaba arasında yaş farkı var, imajları vb. çok farklı ki bu farklılıklar dizinin kurgusunu beslemiş. Ne var ki bir noktada ortaklar: İki oyuncu da belli ki oldukça zeki ve bir kurmacada başrolü paylaşmanın ortak dil kurulması durumunda çok ciddi verim yaratacağının da farkındalar. Bu, onların başarısının ardındaki en önemli unsurlardan biri…

Başrol Ağırlığı Taşımayan Başarılı Çiftler, İyi Niyet Teması

Nare ve Şahin ile Zerrin ve Kaya’yı ele alırsak diğer iki çift de oldukça başarılı aslında… Kaya’nın Zerrin’i düğünden kaçırdığı sahneler de Nare’yle Şahin’in her buluşması da uyumluluk konusunda etkileyiciydi. Ancak başrol ağırlığı taşımayan bu çiftler için izleyiciyi ikna etmek elbette daha kolaydı.

Yeri gelmişken Nare’yle “görümcelik” ve “ağanın gölgede kalan (sorunlu) kızı” klişelerine verilen başarılı yanıtı da gözardı etmemek gerekiyor. Nare, iyi niyetin ve kadın olarak hakkını aramanın sembolü olacak kadar başarılı ve etkileyici bir ağa kızıydı. Zerrin’se tam bir küçük prenses olarak izleyiciyi fethetti: Aşkının ve doğrularının arkasında duran ve yine en sonunda kendisini sevdiklerine feda eden onurlu kadındı.

Melodramik Kötüler

Dizinin en büyük zaafı bence Mine’ydi. Oyuncu açısından söylemiyorum, rol tanımı açısından… Sanki Mine ilk kıskançlık sahnesinde vakitlice oyundan çıksa Cihan’la Alya’nın çöpü çok daha önce çatılacakmış gibi bir algı ortalaması oluştu. Oysa o ilişki zaten olanaksız görünenlerdi: Ağabeyinin karısı/kocanın biraderi olanaksızlığıyla mühürlüydü. Öte yandan vicdanen Mine çok da haklıydı. Orada geleneksel nikâh bağının mukaddesatı savunulacak diye Mine’ye her türlü kötülük yaptırıldı. Onurlu bir kadının asla gönül indirmeyeceği türden entrikalar yaptı Mine… Diziyi melodramlaştıran Sadakat değil, Mine’ydi. Kötü kalpli kraliçe gibi Pamuk Prenses’e bütün zehirli elmaları yedirdi, aileyi darmadağın etti. Bir başka deyişle haklılığını kaybetmek için elinden geleni yaptı. Gerilimi yükseltmek için zaten toplumsal değerlere uymuyor görünen Mine’nin kullanılması zorlayıcıydı. Doğrusu hamilelik meselesi bence biraz fazlaydı.

Ancak elbette bazı iyilikleri de abartmamak gerekiyor. Günün sonunda Uzak Şehir de bir melodramdır. Alya’nın annesinin eski bir konsomatris olarak ortaya çıkmasıyla doktor hanımın etrafında taşıdığı asalet aurası da yırtılır, ki bu noktada bizi ikinci sezonda başka sürprizlerin beklediğini tahmin ediyorum. Alya bile bu abartılı iniş çıkışla melodramatik boyuta dahil edildi.

Tabii bu boyutun en önemli parçasını kuşkusuz Sadakat Hanım teşkil ediyordu. İki oğlunu da çekici bir kadına kaptıran, özellikle ortanca oğluna derinden bağlı hanımağanın Hera kimliğine bürünüp yeri göğü indirecek kadar kötüleşebilmesi Mine’yle birlikte melodramın tamamlayıcı unsurlarını teşkil etti. Hakkını verelim, Sadakat ve Mine daha aklı başında olumsuz karakterler olsalardı, dizi hakikaten çok büyük ve popüler kültürde okunması zor bir hal alacaktı. CihAl kadar büyük bir çift yarattığınızda karşılarına Anthony Hopkins kadar büyük bir şeytan koymazsanız diziniz ront düzeyine düşer. Bu kadar mutlu bir dizi de uzun sürer mi, bilmem. Bu açıdan tabii Ecmel Albora’yı da es geçmemek gerekiyor. Sadakat’le tecavüzden ziyade iğfal çağrıştıran gençlik ilişkilerinin sırrı henüz çözülmüş değil. Belki de orada bir sürpriz göreceğiz.

Şimdilik onları kötülüğün ve bencilliğin insani suretleri olarak görüyoruz. Ne olursa olsun hınçlarının altında ölmek bilmeyen bir tutkunun izleri de algılanıyor bana göre. İktidar hırsına gizlenen bir tutku, bir affetmezlik. Biz o affetmezliğin Sadakat’in tarafındaki hissesini biliyoruz. Belki bu dönem Ecmel tarafında da bir şeyler öğreniriz. Sadakat’i ara sıra insana benzerken görüyoruz da Ecmel’in insani yanını hiç görmedik.

Yan hikâyeler ve mutfak tarafı yerli dizilerin belki en kuvvetli yanlarından biri, ki bu dizide de Ümmü-Muzaffer-Pakize-Kadir dörtgeni dizinin gerginliğini alan, rahatlamak için gittiğimiz mutfağı olmayı başarıyor. Zeynep Kankonde’nin diziden ayrıldığı doğruysa buna üzülürüm.

Aşk Asıl Öyküyü Gölgede mi Bırakıyor, Yoksa Asıl Öykü Aşk mı?

Gelenek bozulmuyor, bütün ağa ve doğu dizileri gibi silahların rahat patladığı bir öyküdeyiz. Bir Hudutsuz Sevda gibi teorik zemini silahlı hesaplaşma olan bir dizi olmasa da, ki bu bile tartışmalı çünkü Alya’nın ilk eşi Boran’ın ölümü bir kan ya da çıkar davasının sonucu olduğu en azından ilk sezonun sonunda kesinleşir, öyküye konu olan aşiretin birincil geçim kaynağının kaçakçılık olması bağlamında ister istemez kriminal unsurların önemi inkâr edilemez.

Uyarlamasını teşkil ettiği Al-Hayba’ya dair verilen bilgiler, ikinci sezonun daha fazla aksiyon içereceğini ileri sürüyor. Tabii bir uyarlama, özgün metinden sapmalar gösterebilir. Ne var ki kaçakçılık, “ayrıntı” düzeyinde ele alınabilecek bir mesele değil. Yazının neredeyse sonuna gelirken dizinin bu boyutuna hiç yer vermediğimi fark ettim. Yoksa dizi aşk dizisi miydi? Konuyu anlattığım cümleyi eşinin ölümü üzerine memleketine onu defnetmeye gelen bir doktor hanım üzerine kurmuştum. Oysa eşi öldürülen bir doktor hanımdır Alya…

Hakikaten dizideki aşkların baskınlığı, aşiret sosyolojisi ve ekonomik yapı izleklerini görünmezleştiriyor. Aile ilişkileri dahi o aşklar çerçevesinde görünür oluyor. İster istemez böyle olacaktı, çünkü nihayetinde dizi bir popüler kültür ürünü ve birincil hedef kitlesi de kadın izleyici grubu. Zaten dizi izlerkitlesinin ekserisini de kadınların oluşturduğunu tahmin ediyorum.

Öte yandan kendime sormadan da edemiyorum, bu dizinin devamı ve sonuna ilişkin neyi merak ediyorum? Olağan mutlu son bu aşkların en az ikisinin kavuşması, küçük Deniz Cihan’ın huzur içinde büyümesi ve ailelerin uzlaşması, dolayısıyla Boran’ın katilinin belirlenip onun ekseninde kurulan entrikanın çökmesi olabilir. Bunları alt alta koyduğumuzda bizde yaratılan son beklentisinin aile hikâyesi veya rekabetinin sona ermesinden önce aşkların yerleşmesi demek oluyor bu. Sonuçta Boran’ın cinayeti etrafında döndüğü hissettirilen entrikanın Cihan Albora’nın gücünü yitirmesinden başka somut hedefi görülmüyor. Ya da bu gerilimler bir köy kahvesi çevresinde dönen birkaç küçük olayla sınırlanıyor. Bu gözle bakıldığında başarılı ve gerilimli yan hikâyelere karşın dizinin merkezi bu aşk hikâyesiymiş gibi görünüyor.

Toparlıyorum: Bu dizi niye tuttu? Ayrıntılar başarıyla çalışılmakla birlikte iyi bir aşk hikâyesi olduğu ve en az üç klişeyi (tabii aşk hikâyeleri bağlamında) başarıyla kırdığı için tuttu bence… Bu yazı yazıldığında kadınlarla erkekler arasında yeni bir gerilim patlamıştı. İkinci kez taciz ifşaatlarıyla karşı karşıyaydık ve taciz meselesinin iğrençliği bir yana, tartışmadaki sertlik sanki kamusal alanda erkeklerle kadınların yollarını ayırma eğilimi yansıtıyordu. Bu kadarla sınırlı da değil, toplumun hemen her kesiminde gerginlikler, huzursuzluklar ve mutsuzluklar sürerken 2025’in ilk altı ayında Türkiye’de 136 kadın cinayeti kayıtlara geçmiş, bunların 28’i temmuz ayında işlenmişti. 2024 yılında 2023’e göre yüzde 8 daha fazla boşanma yaşanmıştı ve 2025’le ilgili sayılar henüz açıklanmamıştı.

Geçen yıl taciz meselesi açıldığında gençlere, “Arkadaşlar, evet, babanızın zamanında erkekler sevdikleri kadını tavlamak için aylarca uğraşıyorlar, kadın hayır dediğinde ısrar ediyorlardı. Bunu taciz olarak görmüyorduk. Ancak günümüzde bir erkek ‘hayır’ yanıtı karşısında ısrar edince sonunda iş öldürmeye kadar vardığı için siz ısrar ettiğinizde biz sadece korkuyoruz,” diye açıkladım durumu.

Bu açıdan mutlu aşk dizileri, hakkıyla ve incelikli işlendiğinde bizde umut yaratıyor ve seviyoruz onları. Sevecen aşklara ihtiyacımız var. Kıskançlığın da hayatımızı karartmayanını istiyoruz. İtiraz eden bir kadın karşısında savunmaya geçen değil, onu dinleyen erkekler bizi heyecanlandırıyor. Ve görüyorsunuz ki bu açıklık onları zayıf düşürmüyor. Çünkü iyi aşklar, iyi sevgiler görmeye çok ihtiyacımız var.

Bu dizi neden tuttu? Sevecen, derinlikli ve kadınlarla erkekler arasında iletişim köprüsü kuran bir tarafı vardı da ondan…

*Gülce Başer’in yazısı Episode Dergi’nin 61. sayısında yayımlanmıştır.

Etiketler:
Bu içeriği paylaş

Episode Dergi

E-Bülten'imize Abone Olun!

En yeni içeriklerimizden ilk siz haberdar olun! Bültenimize abone olun!

Son Bölümlerimiz...

Podcast

Kritik Eşik – 58: Yabani

Episode’un editörleri Özlem Özdemir, Yasemin Şefik ve Engin İnan, Kritik Eşik'in yeni bölümünde Yabani dizisini konuşuyor.

LISTEN
58. Bölüm
Süre: 7:13

Kritik Eşik – 57: Kirli Sepeti

Episode’un editörleri Özlem Özdemir, Yasemin Şefik ve Engin İnan, Kritik Eşik'in yeni bölümünde Kirli Sepeti'ni konuşuyor.

LISTEN
57. Bölüm
Süre: 11:21

Kritik Eşik – 56: Dilek Taşı

Episode’un editörleri Özlem Özdemir, Yasemin Şefik ve Engin İnan, Kritik Eşik'in yeni bölümünde Dilek Taşı dizisini konuşuyor.

LISTEN
56. Bölüm
Süre: 15:36

Kritik Eşik – 55: Bambaşka Biri

Episode’un editörleri Özlem Özdemir, Yasemin Şefik ve Engin İnan, Kritik Eşik'in yeni bölümünde Bambaşka Biri dizisini konuşuyor.

LISTEN
55. Bölüm
Süre: 19:07

Kritik Eşik – 54: Aile ve Adım Farah Yeni Sezon

Episode’un editörleri Özlem Özdemir, Yasemin Şefik ve Engin İnan, Kritik Eşik'in yeni bölümünde Aile ve Adım Farah'ı konuşuyor.

LISTEN
54. Bölüm
Süre: 18:18

Kritik Eşik – 53: Ömer ve Yargı Yeni Sezon

Episode’un editörleri Özlem Özdemir, Yasemin Şefik ve Engin İnan, Kritik Eşik'in yeni bölümünde Ömer ve Yargı dizilerinin yeni sezonları.

LISTEN
53. Bölüm
Süre: 19:30

Son Bölümlerimiz...

Video

Episode TV’nin Sevilen Programı ‘Oben Budak’la Falan Filan’ Yeni Bölümüyle Yayında

Episode TV’nin sevilen programlarından Oben Budak'la Falan Filan heyecan verici yeni bölümüyle…

‘Deniz Tezuysal ile Kesin Bilgi’nin Yeni Bölümünde Mutluluk Konuşuldu

Episode TV'nin sevilen programlarından Deniz Tezuysal ile Kesin Bilgi'nin 4. bölümü, 8…

Episode TV’nin ‘Deniz Tezuysal ile Kesin Bilgi’ Programının 3. Bölümü Yayınlandı

Bugün yayınlanan Deniz Tezuysal ile Kesin Bilgi 3. bölümünde "Nikahta Keramet Var…

Episode TV’den ‘Deniz Tezuysal ile Kesin Bilgi’ Kendine Has Üslubuyla Devam Ediyor

Episode Dergi YouTube kanalı Episode TV’nin yeni içeriklerinden Deniz Tezuysal ile Kesin…

Mehmet Kurtuluş Episode’a Konuştu

Kurz und schmerzlos (1998), Im Juli (2000), Gegen die Wand (2004) gibi…

Popüler İçerikler

Euphoria 3. Sezon Yayın Tarihi Belli Oldu

HBO'nun tüm dünyayı kasıp kavuran fenomen gençlik serisi Euphoria 3. sezonun yayın…

Editör
Tarafından Editör

E-Bülten'imize Abone Olun!

En yeni içeriklerimizden ilk siz haberdar olun! Bültenimize abone olun!

Çok Okunanlar

‘Task’ Dizisi 2. Sezon Onayını Aldı

Yılın en çarpıcı suç dramalarından biri olan Task 2. sezon onayını aldı.…

Editör
Tarafından Editör
Dizi dünyasının tek adresi: Episode Gelişmeleri takip etmek için yeni sayıyı okumayı unutmayın!