‘And Just Like That…’: Beklediğimize Değdi mi?
Derler ki HBO dizilerinden önce beliren hışırtılı siyah beyaz ekrandan sonra aklınıza ilk hangi dizinin müziği geliyorsa en sevdiğiniz dizi odur. Bu benim için tartışmasız Sex and the City’dir. O tıngır mıngır müzik, geçen otobüs ve Carrie’nin pembe tütüsüyle biten açılış jeneriğinin verdiği mutluluğun kıyaslanabileceği çok az dizi vardır. Sadece ben değil, özellikle benim yaşlarımdaki (yazar burada yaşını söylemiyordu ama biz anladık, 90’larda çocuk olmak kuşağı diyelim) kadınlar için SATC’nin yeri bambaşkadır. Sosyal medyanın olmadığı, dünyanın herhangi bir yerinde olup biten bir şeyden on dakika içinde haberdar olmadığımız o yıllarda, New York’ta yaşayan bu dört kadının hayatını, birbirlerinin ruh eşi olduklarına inanmalarını, “en önemli, zorlayıcı ve heyecan verici ilişki insanın kendiyle olan ilişkisidir” demelerini ve bunu öğretmelerini, Zsa Zsa Zsu’nun önemini ve eğlencenin hayatın en temel ihtiyaçlarından olduğunu ayıla bayıla, ağzımız açık izledik yıllarca. Dizinin bitmesinin üstünden yıllar geçti ve günümüzün düşünce yapısıyla bakıldığında
eleştirilebilecek onlarca yeri var elbette ama işte kalbimizdeki yeri hep ayrı oldu. O yüzden yirmi yıl sonra dizinin devamının geleceğini duyunca gözlerimizden çıkan kalplere mani olamadık, olacak da değildik.
Diziyle ilgili daha başlamadan tadımızı en çok kaçıran konu Kim Cattrall’ın Sarah Jessica Parker ile dev husumeti sebebiyle bu geri dönüşte yer almayacağıydı zira Samanthasız bir SATC, gazı kaçmış gazoz gibi olur diye düşünüyorduk. Haksız da çıkmadık ama ona sonra geleceğim. Bir diğer mesele dizide Mr. Big olacak mı olmayacak mı sorusuydu zira Chris Noth’un isteksizliği de bilinen bir durumdu. Geldiğimiz noktada, hakkında çıkan taciz iddialarından sonra (ki SATC kadınları mağdurların yanında olduklarını belirten bir açıklamayı çoktan yayınladı) yapımcılar Mr. Big’in ilk bölümde aramızdan ayrılmasına şükredip duruyorlardır eminim. En çok üzüldüğümüz, kalbimizden çıt sesi getiren şey ise Stanford Blatch rolündeki Willie Garson’un çekimler sırasında hastalığının ağırlaşmasıyla hayatını kaybetmesi oldu. Stanny’nin bütün SATC hayranlarının kalbinde yeri ayrıdır zira ve hep de öyle kalacak. Samantha ve Stanford karakterlerinin diziden çıkarılış şeklini sevdim mi peki? Hayır, katiyen, asla.
O zaman artık konuya girelim; aylarca beklediğimiz, haberi bile gönül telimizi titreten And Just Like That… beklentimizi karşıladı mı? Bunun benim açımdan tek kelimelik, evet ya da hayır diyebileceğim bir cevabı yok. O kadar özlemiştim ki diziyi, ne olursa olsun izleyecektim zaten ve o iki aşırı kötü filmden sonra ne yalan söyleyeyim, beklentim yerlerdeydi. Bu açıdan dizi, filmlerden çok daha iyiydi.
Öte yandan diziyle ilgili beni en çok yoran şey, günümüzün “woke” kültürüne uyum sağlamak için gösterilen ve ne yalan söyleyeyim, biraz yapay duran çabaydı. Evet, SATC fazla beyaz olmakla ilgili birçok haklı eleştiri aldı yıllar içinde ve AJLT’de bir şeylerin değişeceğini biliyorduk ama sadece bunu yaptıklarını göstermek için bin yıldır tanıdığımız karakterlere ilk defa görüyormuşuz gibi haller yazmaları açıkçası canımı sıktı. Zamanın ruhunu yakalamaları gerekiyor, anlıyorum da biz de bu insanları yıllardır tanırız
biliriz, pat diye değiştirdik deyince inanmamız beklenmiyor herhalde, beklenmemeli. Dünyanın en aklı başında dizi karakteri, Harvard Hukuk mezunu Miranda Hobbes misal, o şekil sarsak hale gelecek biri mi? Siyah profesörün karşısında ne diyeceğini bilemeyen ya da sınıf arkadaşı non-binary olduğunu söyleyince eli ayağına dolaşıp zor toparlayan bir karakter düşünsem aklıma gelecek son kişi bile olmazdı Miranda. Sonra yıllardır, daha kimse yapmazken bile seks ve ilişkiler üzerine yazı yazan, şu hayattaki en yakın dostu Samantha Jones olan bir Carrie, seksle ilgili bir podcast’te neden kızarıp bozarıp ne diyeceğini bilemez? Tamam, onlar da herkes gibi yaşlanıyor ama kendilerine benzemeyi bırakacaklar demek değildir bu. Bu
anlamda kendi geçmişine en sadık karakterin Charlotte olduğunu söyleyebilirim. Her zamanki şekil peşinde koşan, bu sefer peşine kızlarını da katmaya çalışan, oradan oraya koşturup duran Charlotte York.
Hepimiz yaşlanmışken karakterlerin de deridondurucudaymış gibi hiç değişmeden kalmalarını beklemek haksızlık olurdu biliyorum. Özellikle kadın oyunculara, “Ayy çok değişmiş!” diye fizikleri kastedilerek yapılan yüklenmelerden bahsetmiyorum, o komik zaten de ben akıl fikir, hayata bakış olarak konuşalım isterim. 50
yaşına gelmiş bir Carrie’nin hâlâ çığlıklar atarak ayakkabı vitrinine yapışmasını da beklemiyoruz (onu yapacak potansiyel de gördüm gerçi) ama onları ne kadar eskiden beri tanıdığımız da unutulmamalı. Bu açıdan yıllardır görmediğim arkadaşlarımla karşılaşmış ve henüz ne konuşacağımızı bulamamış gibi hissediyorum AJLT izlerken bazen.
AJLT’nin orijinal seriden henüz gördüğümüz kadarıyla en önemli farkı kendi açımdan Samantha’nın dizide olmayışıydı. Carrie’nin dediği gibi, dört kadın sonsuza kadar arkadaş olacaklar sanıyorduk biz de, ruh eşi olduklarına inanıyorduk. Bir de en azından karaktere yakışan bir veda yazılsaydı. Neymiş efendim, Carrie artık onu halkla ilişkilercisi yapamayacağını söylemiş de o da tası tarağı toplayıp Londra’ya taşınmış, üstelik
hiçbirinin ne telefonuna çıkmış ne mesajlarına cevap vermiş. Hadi canım! Samantha’yı tanımasak tamam da böyle hiç ikna olamadık. Hepsinden geçtim, Mr. Big’in ölümünden sonra Carrie’nin yanına uçarak gelmeyecek biri olduğuna nasıl inanalım? Carrie’yi elleriyle beslemişliği var bu kadının, Aidan’ı Big’le aldattığında onu yargılamayan tek insan olmuşluğu var. Yani hiç olmamış bu veda. Gelelim diziye eklenen yeni karakterlere. Yenilik olması gerektiğini anlıyorum da ne yalan söyleyeyim, Che’nin komedi şovu gibi kısımları da ileri sarıyorum izlerken. Genel olarak yeniliklerle ilgili hissiyatım
budur. Bunca yıl bunlar için beklemedim, kızlar Cosmopolitan içip dedikodu yapsın diye bekledim. Böyle de saplantılı bir izleyiciyimdir ama biliyorum ki yalnız değilim.
AJLT için, keşke hiç yapılmasaydı diyemem, kaç sezon sürerse oturur izlerim. Gel gör ki neşelenmek, yalnız olmadığımı hissetmek, aklımı dağıtmak için yine, bin yıl sonra da olsa açar bir bölüm SATC izlerim. Bazen bir şeyin yerini kendisinin devamı bile dolduramıyor işte zira özlediğimiz sadece onlar değil, bir dönem.
İyi seyirler dilerim.
Bu yazı, Episode’un 30. sayısında yayımlanmıştır.