‘Çilingir Sofrası’: Dili Çözülenler
Dijital platformlar bağımsız işlere, çok gösterim yapma fırsatı elde edememiş filmlere yer verdiğinde gerçekten anlamlı oluyor bence. Elbette üretilen orijinal içeriklerin değersiz olduğunu söylemiyorum. Aynı şekilde orijinal içeriklerde de yaratıcı, yenilikçi, televizyona sığmayacak işler görme ihtiyacımızı karşılamalı dijital platformlar. Bu bağlamda GAİN, nitelikli yapımlara yer verme açısından önemli bir platform. Yakında peş peşe Avrupa filmlerini kataloğuna ekleyerek de bu konudaki beklentimi karşılıyor. Bu filmlerden ilki Çilingir Sofrası oldu. 5 Mayıs’ta GAİN’de yayınlanan, Ali Kemal Güven’in filmi bize; “Başka bir dünya mümkün mü?” sorusunu hatırlatıyor.
Buradan başlayalım öyleyse. Her şeyden önce filmin niyeti geçtiğimiz sene festivallerde oldukça dikkat çekmesinin sebeplerinden biriydi. Neydi bu niyet? İki lise arkadaşı yıllar sonra çilingir sofrasında buluşur ve aslında arkadaş olmadıklarını anlarız. Yusuf Efe ve Emir Can, lisede resmen sevgilidir, hatta Emir bunu filmin bir yerinde açıkça da söyler. Yaşadıklarından utanıp korkan Yusuf kaçıp “tedavi” olur. Evlenmiş hatta çocuk sahibi olmuştur, “düzelmiştir”, “iyileşmiştir”. Ancak bunu ne Emir Can yer ne de seyirci. Keza Yusuf’un kendini denemek için Emir’le yıllar sonra görüştüğünü kısa süre içinde anlarız. Yusuf sınavdan kalır, hala Emir’e âşıktır. Güven’in niyetiyse bir saatlik süreçte Yusuf ve Emir’e ama en çok bize; “Bu insanlar bir arada olamaz mıydı? Yusuf neyden korkup kaçtı? Neyin tedavisini oldu?” gibi bir dizi soru sordurmak.
Olumsuz diyebileceğimiz bir yerden başlamak istiyorum. Tek mekânda, iki karakterle, yalnızca diyalog üzerinden bir şeyler tartışmak seyirciyi zorlayan bir durum. Nihayetinde sinema görüntü demek. Görsel olarak yaratılan dil; aşırı yakın planlar kullanılarak karakterlerin gözlerine, zamanla oluşan göz çizgilerine odaklanıyor. Kamera zaman zaman çilingir soframızı çekmek dışında hep karakterleri seyrediyor, tepkilerini inceliyor. Bu durumun romantik bir tarafı olduğunu kabul ediyorum ama bize daha çok görsel malzeme lazımdı diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Elektriğin kesilip masada bir mumla baş başa kalmamızdan daha yaratıcı bir ışığa da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Emir ile Yusuf ya da “Bir Başka Ben Olur muydum?”
Yeniden niyet meselesine dönecek olursak; beni dinlediğimiz hikâyede özellikle etkileyen bölüm Yusuf’un gördüğü tedavi şekli oldu. Burada çok iyi bir metafor kullanılmış. Hocaya gönderilip arındırılan Yusuf, her gün on beş kilo taş taşımış çantasında. Hoca; “Eğer içindeki bu şeyden kurtulmazsan bu taşı hayatın boyunca sırtında taşıyacaksın,” demiş. Oysa Yusuf tam tersini yaşıyor. Hoca’nın taşının ağırlığını her gün sırtında taşıyor. Olması gerekenle, ona zorla öğretilmeye çalışılanla, gerçekten yaşamak istediklerini yapamayışı, kendi olamayışıyla ve ne idiği belirsiz bir Yusuf’la çok ağır bir yük taşıyarak yaşıyor. Bunu da gelgitlerinde, mahalle delikanlısı olmaya çalışıp bir anda Emir’e olan özlemini dökmesiyle görüyoruz. Yusuf karakterini oynamak gerçekten güç. Bu noktada Ahmet Rıfat Şungar’a Emir’i oynayan Barış Gönenen’e kıyasla çok daha büyük iş düştüğünü belirtmek gerekiyor.
Emir ise kendini kabul etmenin, Yusuf’un taşıdığı ağırlıktan sonunda kurtulmuş olmanın neşesiyle masaya oturuyor. Aralarında yemeyi seven de o. Sinemada çok kullanılan biçimde yemeyi seven, etine dolgun karakterin neşesini taşıyor. Yusuf sürekli bir şeyler sipariş ediyor bir yandan da Emir’i garson çocuktan kıskanmayı ihmal etmiyor. Filmde, bir karakter olarak tarifleyemeyeceğimiz ama yine filmin niyetini göstermesi açısından önemli bir tip daha var; Abla. Trans kadın Abla, Yusuf’un müdavimi olduğu meyhanede şarkı söylüyor ve Yusuf, Abla’ya çok saygı duyuyor. Sırf o istediği için gül alıp Emir’e veriyor hatta. Yusuf’un bir trans kadına bu kadar saygı duyması, Abla bölümünde şarkı eşliğinde ilerleyen görüntüler, yine filmin LGBTİ meselesine ilişkin derdine de vurgu yapıyor. Şikayetçi olduğum Türkiye Sineması’nda nedense müziği önem vermeme durumu, Ali Kemal Güven için söylenecek son şey olurdu. Filmde müzik önemli bir unsur olarak yer alıyor. Nihayetinde meyhanedeyiz, Abla’mız var dolayısıyla aksi filmle çelişirdi.
Son Söz
Filmin niyetiyle birlikte kesinlikle değinmek gerekiyor ki çok iyi bir fikirle karşı karşıyayız. Seneler sonra karşılaşma meselesi bence sinemada genelde çalışıyor. Bunun da ötesinde Emir’le Yusuf’un yaşadıklarını lisede kim bilir kaç kişi yaşadı. Ümit Ünal’ın Aşk, Büyü, Vs.’sini de bu noktada hatırlamak gerekiyor. Filmde benzer bir yıllar sonra karşılaşma söz konusuydu. Benzer bir lise hayatı yaşamış Eren ve Reyhan mekânsal olarak da eskide buluşuyor ve film, bize daha çok görsel malzeme sunuyordu.
Ali Kemal Güven’e ve bütün ekibe; cesaretleri, bakış açıları, güncele değen göndermeleri, yarattıkları karşılaşma için saygı duyarak bitirmek istiyorum. Çilingir Sofrası’nı GAİN’de izleyiniz.