Güneş Ülkesinde Bir Distopya: ‘Acındırma Propaganda Birimi’
Her ülkenin tarihinde yüzümüze tokat gibi çarpan acılı bir geçmiş vardır illaki… Yugoslavya’nın dağılmasının yansımaları, Balkanlarda açılan yeni bir defterde tarih ile toplumun aynası olarak edebiyat aracılığıyla aktarılıyor. Yıllar yıllar önce Duşan Kovaçeviç’in Profesyonel oyununu en az beş kere izlemiş, beşinde de farklı tatlar almıştım. Bunda elbette yaşadığım dönem, hangi yaşta olduğum ve bu yaştaki bakış açımın da etkisi var; hem oyuna, oyunculuğa, hem oyunun konusuna dair her seyredişimde başka bir şey yakaladım. Bunun dışında yine Kovaçeviç’in İntiharın Genel Provası ile Neziray’ın Kosovalı Peer Gynt adlı oyunu Yugoslavya’nın çöküşünü, çoğu zaman bireyin, çoğunlukla aydınların otoriteyle mücadelesini konu edindi hep. Bu oyunda da bir aydın olarak yazarın otoriteyle çatışmasını kara komedi türünde görüyoruz.
Başlıktan belki Campanella’nın Güneş Ülkesi’ne yönelik bir oyun olduğu düşünülebilir ancak bu oyunun Campanella’nın eseriyle hiçbir bağlantısı bulunmuyor. Güneş burada, ülkenin liderini temsil etmektedir, diktatörlükle yönetilen bir ülkeye göndermede bulunulur. Eski Yugoslavya topraklarında doğmuş Kosova asıllı yazar Yeton Neziray’ın kaleminden çıkmış bir oyun Acındırma Propaganda Birimi. Senem Cevher’in çevirisini yaptığı bu oyun, Oyun Atölyesi tarafından sahneleniyor: Muharrem Özcan’ın yönettiği bu oyunda, müfettiş rolünde Mustafa Kırantepe’yi, kadın polis olarak Hasibe Eren’i, yazar rolünde Onur Özaydın’ı ve yazarın eşi rolünde Ezgi Coşkun’u görmekteyiz.
Sahnede bir masa, bir daktilo, bir bank, birkaç kitap ve merdivenler karşılıyor bizi. Üniforma giymiş bir kadın ve bir erkek ile mavi elbiseli bir kadın, gömlek-pantolon giymiş bu ikisini birbirine pantolon askısıyla bağlamış bir adam. Sade ancak derin anlamlar barındıran kostümleriyle dört oyuncu sahnede. Sahnenin sadeliğini süsleyen, çengelli avizeler -burada yer alan ipleri merak edip acaba demiştim ki o acaba doğruymuş- ve sahneye projektörle yansıtılan Parti’nin simgesi, daha sonra ilerleyen günlerin hızını göstermek için peş peşe ilerleyen saatin yansıması. Saat benim için çok önemli bir aksesuar… Belki bir oyun yazmak istesem sahnenin ortasına hep bir saat koyardım diye düşünürdüm üniversitede okurken. Doktora esnasında çalıştığım yazar Armand Gatti’nin Paris Komünü’nü ele aldığı oyununda Komün’ün kahramanlarından Eugene Varlin’in saatin üstünde akrep olarak ilerlediğini görürüz. Saatin sahnenin tam ortasında olması, bana göre bu açılardan dolayı oldukça politiktir. Yine öyleydi bence ve hatta Acındırma Propaganda Birimi’nde belki de o saatin klişe tiktak sesinin olmaması, bizi oyunun asıl gerilim noktasına götürdü. Dikkatimizi oyunun kendisine verdik seyirciler olarak…
Sahnede Parti’ye sadakatlerini sunmak zorunda bırakılan bir karıkoca görüyoruz. Hikâye tahmin edilebilen klişeleri olan bir oyunmuş gibi görünse de diyaloglar bizi bu klişelerden uzaklaştırıyor. Ansızın ortaya çıkan mizah ve kahkahalar yerini hüzne bırakabiliyor. Kadın hep telaşlı, endişeli, otoritenin ailesine en çok da eşine ve oğluna bir şey yapacağından korkuyor. Bir annenin hüznü, bir eşin endişesiyle karşı karşıyayız, aynı zamanda bir vatandaş olarak müfettişlere “doğru” yu söylemek zorunda kalmasıyla… Her an tereddütlü, her an endişeli olan bu kadının tek çaresi, tek kurtuluşu, eşi ve oğlunu kaybettikten sonra çengelli avizelere asılan iple hayata veda etmek… Kadın müfettişle konuşması esnasındaki tekrar konuşmalar, diyaloglar sahnenin ağırlığını hafifletip biraz dağıtıyor hüznü… Oğlunun dışarıda arkadaşlarıyla olduğunu vurgulayarak her seferinde kapıya yönelmesi ve müfettiş kadının onu durdurması… “Anne, oğlum” kelimelerinin sık tekrarlanması ve kadın müfettişin bunu -elbette kadının konuşmasını hızlandırmak için- gülünçleştirerek söylemesi eğlenceli bir hal alıyor.
Hikâye, müfettiş ve kadın polisin aldıkları olimpiyat tiyatro haberi üzerine yazarın evine gelerek kendisini hiçbir açıklama yapmadan götürmeleriyle başlıyor. Ancak bunu ilk seferde oldukça sevimli bir şekilde yapıyorlar. Eşinin hapse gireceğinden korkan kadının ilk korkusu hapishanede eşinin üşümesi oluyor. Ancak burada ironi o kadar çarpıcı ki, “Avrupa’nın en büyük ve en sıcak hapishanesi”nde eşinin üşümeyeceğini söylüyorlar. Yine de kadın hüzünlü bir şekilde eşini beklerken kalın bir ipi, avizenin çengeline asmaya çalışıyor. Zıplıyor, sıçrıyor, başaramıyor bir türlü, ipi asamıyor.
Bir yandan yazardan oyun yazmasını isteyen müfettiş tam bir tiyatro hayranı. İki kişilik bir oyun, biri kadın biri erkek, biri pozitif, biri negatif karakterli olmak üzere yazardan bir oyun yazması beklenir. Bu oyunun amacı Parti’ye sadakatlerini sunmak olacak. O kadar kısa sürede yazılması isteniyor ki bu metnin, birkaç saat içinde ve daktilo başında ve müfettişin yanında yazılması gerekiyor. Ardından acındırma propaganda birimi denetledikten sonra müfettiş ve kadın polis bu oyunu canlandıracaklar.
Güneşi merkezine alan bir lider devleti, bir diktatörlük dönemi anlatılıyor. Baskının iyice arttığı ancak baskı yapmıyormuş gibi davranan müfettişin yazara sürekli, “Hele bir yapma da görelim!” sözleriyle bunun üstüne gülmesi baskı altında bırakılan insanların durumunu çok iyi özetliyor. Yazarın metni yazarken hiçbir sorunu yok. Metnin Lider’e ve Parti’ye alttan alta karşı olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor müfettiş ve işte oyunun içinde bir anlatı, yazılmış bir hikâye: Sihirli fasulye masalının ülkeye adapte edilmiş versiyonu sözkonusu oluyor. Ancak yazar hem kendisini hem de ailesini korumak için bu metnin muhalif olmadığını vurguluyor.
Yan yana ancak birbirinden bağımsız sahneler de kadın ve eşi arasındaki duygusal olarak yakınlığını gösterir nitelikte: Yazar ve eşinin bir bütün olduğunu, birbirlerini anladıklarını, belki de birbirlerinin başına gelecekleri az çok anladıklarını gösteriyor. Saat tarafı da oyunda hapishanenin olacağı yer, müfettişin ofisiyle yazarın evi arasında bir üçgen oluşturuyor.
Oyunun başında kadın polis tarafından dağıtılan bildiriler seyircilerle iç içe geçen samimi bir ortam oluşturuyor. Evet, biz bir oyun içinde oyundayız. Ancak hem oyun, hem oyunda yazılan metnin kendisi hem de yazara ve ailesine yapılan oyunu sayarsak üç katmanlı bir oyun içinde oyun izlemişiz gibi. Hatta yazarın oğlunun da iltica etmesi ve annesinin sürekli, “Ben şuursuzum,” demesi de başlı başına bir oyun içinde oyun olarak görülebilir. Dolayısıyla farklı katmanlarda farklı oyunlar, bunların içindeki farklı oyunlar bir matruşkanın içini açmaya benziyor adeta. Kaçan çocuklarının peşinden gitseler de yakalayamamaları, hikâyenin, anlatılanların ya da yazarın karısının sürekli -belki de şuursuzca- oğlunu aramaya gitmek istemesi, “oğlum-anne” taklitleri oldukça eğlenceli oluyor.
Yazarın evden paltosunu almasına izin verseler de o yanlışlıkla eşinin paltosunu alıyor; eşi sürekli buna üzülüyor, ağlıyor. Palto aksesuarı, yazarın üstünde küçük duran palto ve çaresizlik… Hepsi birbiriyle bir uyum içinde.
Müfettişin kadın polisle yaptığı oyunculuk ve Lider’in oyunu seyredebilme potansiyeli de oyunu başka bir yere taşıyor. Biri Lider’in biri de muhalefette yer alan birbirini seven iki insanın hikâyesi anlatılıyor. Burada Stanislavski, Shakespeare gibi önemli tiyatro adamlarına yapılan göndermeler veya eserlerinden cümleler alıntılanıyor. Belli ki müfettişin tiyatroya ilgisi özel ve belki de tiyatrocu olmak istemiştir ama bu konuda bir şeyler yolunda gitmemiş demek ki müfettiş olabilmiş, ancak tiyatro sevgisi onun yumuşak tarafı. Kendince diyaloglar eklemesi, parantez içi açıklamaları vurgulaması, sahnelenecek oyuna eklediği gülme efektleri ve “ağzımın suyu akıyor” repliği oyunu canlı tutan, farklılaştıran güzel unsurlardan ki burada Mustafa Kırantepe’nin oyunculuğunun role etkisi oldukça büyük.
Oyunun sonuna doğru, oğullarının iltica etmesi nedeniyle yazarı o çok konforlu olduğunu iddia ettikleri hapishanede çırılçıplak ve vücuduna işkence yapılmış bir şekilde görüyoruz. Oyunun burası o kadar çarpıcı geldi ki, 12 Eylül döneminde Ziverbey Köşkü’nde yapılanları hatırlattı bana neredeyse. Erdal Öz’ün Yaralısın kitabı geldi aklıma. Elektrikli sandalye işkencelerinin konuşulduğu bu oyunda, cinsel organına elektrik verilen ne çok insan oldu o dönemde… İşte bunlar canlanırken birden Stanislavski’nin Bir Aktör Hazırlanıyor’u ve müfettişin tiyatro sevdasının konuşulması duygu değişimini de yaşatıyor. Acaba yasaklı kitap listesinde Stanislavski var mıydı da onu okumaya izin veriyordu kendi kendine? Elbette insan bunu düşünmeden edemiyor.
Oyun metninde yaptığı değişiklikler, parantez içi yani didaskalilere değinmesi, peruk takarak kılık değiştirmeleri ve role bürünmeleri hepsi bir oyun içinde oyun hazırlığı olarak karşımıza çıkıyor. Aksesuar olarak, erkek müfettişin cebinde yer alan silah da klişelerin aksine patlamadı, her seferinde ortaya çıkan ancak patlamayarak beni şaşırtan hatta sevindiren silah aksesuarını beğendim.
Buna ilave olarak yazarın fasulyenin hikâyesini anlattığı kitabın müsveddesinin bir kısmının oğlunda olduğunu söylüyor anne. Ve burada, güneş sıcağı altında bırakılan bir atın yorgunluğu ele alınırken ülkenin durumuna dair eleştiride bulunup bulunmadığı soruluyor ve işkence başlıyor. Burada direkt olarak güneşin işkence yaptığı mı vurgulanıyor diye soruluyor.
Yazarın oğlunu sahnede hiç görmesek de varlığını duyumsuyoruz yazdığı mektup aracılığıyla. Hazırlanıp gitmesi, kadının sürekli oğlunun durumunu bilip polise detay vermemesi bizi oğlana dair bilgilendiren noktalar. Kadın özellikle kitabın müsveddesini yok etmek ister, ancak yazara o müsveddeler sorulduğunda kendisinin yazdığını söyler ve yazar daha çok işkence görür. Bu sihirli fasulye hikâyesinin müsveddesidir.
Oyun içinde sahnelenen oyuna gelirsek Lider’in geleceği varsayılır ve ona göre iki kişi hazırlanır. Sınırdışına kaçmak isteyen bir çiftin farklı iki görüşte olduğunu oyunun sonunda görürüz: Adam, Lider’e bağlıdır; kadın, Lider’den kaçmak ister. Adam, kadını oyuna getirir ve onu öldürür, ülkesini savunur. Oyunun sonunda ise Lider’e sadakatlerini, sevgilerini sunarlar. Oyunun sonunda ise erkek müfettiş, hiçbir yere kıpırdamayın, diyerek seyirciye ihtar verir. Hepimizin orada kalması gerektiğini hatta hamilelerin bile en fazla beş dakika fuayeye gidebileceğini ancak hemen geri dönmesini söylüyor. Baskıyı hissetmemizi sağlıyor bu. Yazarı sahneye çağırıyor, o çıplak ve yaralı haliyle salondaki seyircilerden oğlu ve kendisi adına özür diliyor. Sistemin kurbanı oluyor, sindirilen pasifize edilmiş bir Galilei durumu diyebiliriz belki de… Lider’inden, halkından özür dileyen, çocuğunu ülkenin rejimine karşı yetiştirdiği için pişman olmak zorunda bırakılan bir baba ve sahnenin bir adım arkasında boğazına ip geçirmeye çalışan bir anne.
Bütün bu hususlar göz önüne alındığında ise Acındırma Propaganda Birimi’nin oldukça başarılı olduğunu ve beni çok heyecanlandırdığını vurgulamak istiyorum. Başarılı oyunculuklar, başarılı sahneleme ve saat beni çok etkiledi. Oyunun konusu ise… Hâlâ güncel, hâlâ tazeliğini koruyor. Sihirli fasulyeler hikâyesindeki metaforlar gibi…
Bu yazı, Episode’un 47. sayısında yayımlanmıştır.