‘House of the Dragon’: ‘Game of Thrones’un Zirve Anlarının İzinde
George R.R. Martin, A Song of Ice and Fire (Buz ve Ateşin Şarkısı) serisinin ilk kitabı olan Game of Thrones’u (Taht Oyunları) 1991’de yazmaya başladı ve kitap 1996’da yayımlandı. Yaklaşık 5 yılda yazdığı bu eser, hayatını baştan sona değiştirecek Magnum opus’unun da ilk sinyallerini verdi.
Martin’in hayatındaki esas kırılmaysa 1983’te yayımlanan The Armageddon Rag kitabıyla oldu. Ticari açıdan büyük hayal kırıklığı yaratan The Armageddon Rag, Martin’in ruhundan da çok şey götürdü. Bu kitap sonrasında yaşadığı ticari başarısızlık onu mecburen Hollywood’a ve TV işlerine yönlendirdi. Bir yazar olarak girdiği bu isteksiz yol onu dünya çapında bir fenomen haline getirecekti ama Martin o zamanlar bunun farkında değildi.
Aslına bakılırsa Martin, Game of Thrones serisi HBO tarafından TV’ye uyarlanmadan çok önce ödüllü bir bilimkurgu ve korku edebiyatı yazarıydı. Ancak Hollywood’da edindiği tecrübe ve Game of Thrones serisi onu başka bir seviyeye çıkaracaktı. J.R.R. Tolkien, H.P. Lovecraft, Robert E. Howard gibi makro evren yaratma ve “lore” kurma becerisine sahip ustalara hayran olan Martin, A Song of Ice and Fire serisinde kendisine ait zengin bir mitoloji kurdu ve bu mitolojiyi ilmek ilmek işledi.
Epik Fantezinin Realistik Çekiciliği
Martin’in bu yükselişinin ve Game of Thrones’un rekorlar kıran bir seri haline dönüşmesinin bazı nedenleri var. Bu nedenlerin başında da Peter Jackson’ın Tolkien’den sinemaya uyarladığı The Lord of the Rings (Yüzüklerin Efendisi) serisi geliyor. Jackson’ın 2000’lerin başında sinemaya uyarladığı seri, Hollywood ve TV’de yeni bir dalga yarattı.
Başyapıt olarak ele alabileceğimiz LOTR serisi, fantastik edebiyatın sinemasal sınırlarını genişleterek yeni ufuklar açtı. Martin’in A Song of Ice and Fire serisi de bu genişlemeden ve ihtiyaçtan payını alacaktı. Ancak Martin’in eserlerinde daha modern bir doku, hiper cinsellik, güç istenci, entrika ve iktidar tutkusuna dair politika vardı. Zaten serinin bu kadar sevilmesinin bir başka nedeni de bu oldu.
Martin, kitaplarında doğaüstü olaylarla ve büyülerle dolu fantastik bir dünya tasarlasa da anlattığı hikâye ve karakterler oldukça gerçekti. Özellikle ortaçağ Avrupa’sını eserlerinin esas mayası yapan Martin, tarihsel kurguyu ve göndermeleri de etkili biçimde kullandı.
HBO tarafından uyarlanan serinin ilk sezonlarında da Martin’in evrenine ve olay örgüsüne bağlı kalındı. Bu nedenle kitaplara hayran olanlar ve fantastik edebiyat tutkunları da seriye gönülden bağlandı. Bu bağlılık son sezona kadar da devam etti. Bu esnada George R.R. Martin miti de her geçen gün biraz daha büyüdü.
Game of Thrones’un son sezonuysa bir fiyaskoyla sonuçlandı. Seri boyunca ince ince işlenen karakter gelişimleri, olay örgüsü ve pacing (ilerleme hızı) çöktü. Zaten Martin de serinin 5. sezonundan sonra adaptasyona dair endişeler duymaya başlamıştı ve serinin gittiği yönden memnun değildi. Serinin 10 sezon sürmesini de kendi anlatı kalıplarının kırılmaması için istiyordu fakat dizinin yaratıcıları David Benioff ve D.B. Weiss, yapımın 8. sezonda sonlanmasına karar verip altın kazı boğdular.
Bu noktada Martin’in A Song of Ice and Fire serisinin 6. ve 7. kitapları olan The Winds of Winter (Kış Rüzgârları) ve A Dream of Spring’in (Bahar Rüyası) yazımını henüz tamamlamadığını da unutmamak lazım. Sonuçta kitaplardaki akış ve son daha farklı olacak. Ayrıca bu yapım sürecinin, şöhretin, imzalanan uzun soluklu yeni anlaşmaların Martin’in yazım hızını kestiği ve üzerinde baskı yarattığı da bir gerçek.
George R.R. Martin’in Düşü: Star Wars ve Marvel Benzeri Bir Transmedya Evreni
Transmedya kavramı son yıllarda revaçta. Bir örgünün ya da anlatının farklı medyalar aracılığıyla birbirini tamamlayacak şekilde kullanıcılara ulaşmasını hedefleyen bu anlayış, hikâye anlatma deneyimini de çeşitlendiriyor. Martin de bu kavram çerçevesinde Game of Thrones evrenine Star Wars ya da Marvel benzeri bir transmedya modeli oluşturmak ve bu sayede kurduğu mitolojiyi platform bazlı büyütmek istiyor.
House of the Dragon’un ortaya çıkışı da bu isteğin ilk somut adımı oldu. Martin’in 2018 yılında yayımlanan Fire & Blood (Ateş ve Kan) romanından uyarlanan seri, Game of Thrones’un prequeli niteliğinde.
Açıkçası bu yeni seri, pilot bölümü “The Heirs of the Dragon” ile de özlediğimiz Westeros hiddetini ve Game of Thrones ruhunu sonuna kadar verdi. Özellikle ilk bölümdeki kanlı gore sahneler, erk oyunları, entrika dozu ve pacing Game of Thrones’un en iyi dönemlerine eşdeğerdi.
Daha ilk bölümden Martin’in mitolojik evreninde sevdiğimiz ne varsa gördük. Bunlara ek olarak serinin ataerkil düzene ve kadın düşmanlığına dair mesajları da hayli önemli bir yerde duruyor. Anlatıya günümüze ait politik bir söylem de yerleştiren seri, Prenses Rhaenyra Targaryen ve Leydi Alicent Hightower karakterleri üzerinden eleştirel bir tutum da sergiliyor.
Hikâyenin, demir tahtı ateşle eriten Daenerys Targaryen’in doğumundan 172 yıl öncesinde kurulması ve Targaryen hanedanının çöküşüne kapı aralaması da fazlasıyla çekici. Bu bağlamda da Rhaenyra ile Daenerys arasında kurulan bağ ve statükoya başkaldıran kadın figürü oldukça değerli. Ancak bu motifleri çok iyi kurulmuş drama yapısı, ilmek ilmek örülen olay örgüsü ve Kral Lear’i çağrıştıran bir anlatı içerisinde görmek başka tür bir haz sağlıyor. Keza serinin 2. bölümü “The Rogue Prince”de de Westeros’un geleceğini şekillendirecek kararlara tanıklık ettik ve ihanetin kokusunu aldık. 2. bölümdeki Prens Daemon ile Rhaenyra’nın yüzleşme planı da serideki çatışmanın nereye gideceğini gösteren epik bir andı.
3. bölümdeki Game of Thrones göndermeleri ve metaforları da muazzamdı. Özellikle masum bir alageyiğin insafsızca katledilmesi ileride yaşanacaklara dair bir simgeydi. Baratheon hanesinin sembolü olan geyik, Robert Baratheon’un Targaryenlere isyanı ve öfkeyi işaret ediyordu. Rhaenyra’nın kanla yıkanması da gideceği yolu gösteriyordu. İşte serinin, bu detayları büyük karakter anlarına dönüştürmesi ve güç oyununu destansı bir biçimde sunması hakikaten takdire şayan.
Tabii hikâyenin, imgelerin, karakter arklarının ve diyalog yazımının bu kadar sağlam kurulmasındaki en büyük etken, Martin’in serinin yaratıcılarından olması. Esasen Martin de bunu açık yüreklilikle ifade ediyor ve House of the Dragon üzerindeki nüfuzunun Game of Thrones’a göre daha fazla olduğunu söylüyor. HBO’nun Game of Thrones’un son sezonunda yaşananlardan ders alması da serinin geleceği ve Martin’in düşü açısından kritik.
House of the Dragon’un HBO’nun en iyi açılış yapan dizisi olması da durumu özetliyor. Sonuç olarak House of The Dragon serisi beklediğimize fazlasıyla değdi ve Game of Thrones’un boşluğunu ihtişamlı bir şekilde doldurdu.
Bu yazı, Episode’un 38. sayısında yayımlanmıştır.