Mum Işığında Saray Yaşamı: ‘Wolf Hall’
Anne Boleyn, Kral VIII. Henry, Lady Mary gibi güçlü karakterleri tarihten tanıyoruz. Spencer yazısında da tarihi entrikaları sevdiğimden söz etmiştim. Tudors Hanedanlığı, bu entrikalara doyacağınız bir hikâyeye sahip. Çeşitli yapımlar ve kitaplar sayesinde VIII. Henry dönemini okumuş veya izlemişsinizdir. Aklınıza başrollerini Natalie Dormer ve Jonathan Rhys Meyers’ın paylaştığı The Tudors (2007) dizisi gelebilir. Başrollerinde Scarlett Johansson ve Natalie Portman’ın yer aldığı The Other Boleyn Girl (2007) filmi de hala hafızamızda. GAİN’de yer alan Wolf Hall, Kral VIII. Henry dönemini anlatan yapımlardan biri. Wolf Hall, Hilary Mantel’in Wolf Hall ve Bring Up the Bodies adlı romanlarından uyarlandı. Altı bölümlük mini dizinin yönetmen koltuğundaysa Peter Kosminsky oturuyor.
Wolf Hall’da 1500’lü yılların İngiltere’sinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuk kraliyet yaşamının getirdiği rekabet ve karanlığı konu alıyor. Dizinin çoğu sahnesinde loş bir atmosferde sert mizaçlı karakterleri izliyoruz. Mum ışığında kurulan diyaloglar, dizinin ritmini düşüren etkenler arasında.
Kardinal Wolsey’nin hâkimlikten alınma kararıyla başlayan hikâye, Thomas Cromwell’in VIII. Henry’nin sarayında iktidar oluşuna evriliyor. Başkahraman Cromwell üzerine daha çok konuşulması gerek çünkü kıvrak zekâsıyla anlaşılması güç bir karakter. Thomas Cromwell, tarihte İngiliz reform hareketinin kurucuları ve savunucularından. Dizide Cromwell, savaş karşıtı düşünceleriyle tavır sergilerken aynı zamanda da Kardinal Wolsey’nin avukatlığını yapıyor. Wolf Hall’da Cromwell’i Mark Rylance canlandırıyor. Ünlü oyuncuyu daha önce yine Tudors Hanedanlığı’nı konu edinen The Other Boleyn Girl filminde izlemiştik. Mark Rylance, soğuk mizacı ve umursamaz tavrını izleyiciye geçirmede üstün bir oyunculuk sergiliyor. Zaten Rylance, Thomas Cromwell rolüyle BAFTA Ödülü kazandı. Doğrusu dizide beni en çok etkileyen unsurlardan biri oyuncuların performanslarıydı. Dolayısıyla Wolf Hall’da, bir yapımı izleten en önemli şeylerden biri olan oyunculuğun hakkı sonuna kadar verilmiş.
Jonathan Rhys Meyers’ın, Kral VIII. Henry’yle özdeşleştiğini düşünüyorum. Wolf Hall’da VIII. Henry’ye hayat veren Damian Lewis’in oldukça sönük kalması da bundan kaynaklanıyor. Kral VIII. Henry, altı kez evlenmesi ve Anglikan Kilisesi’ni kurmasıyla tanınıyor. Ayrıca bütün eşlerini idam ettirmesiyle de tarihte İngiltere’nin en acımasız kralı olarak anılıyor. Wolf Hall’sa merkezine VIII. Henry’nin yaşamını almıyor. Öyle ki diziyi diğer Tudors Hanedanlığı’nı anlatan yapımlardan ayıran unsurlardan biri, başkahramanın ne Anne Boleyn ne de VIII. Henry olması.
Gelenekleri Yıkan Kadın: Anne Boleyn
Tarih, güçlü kadın karakterleri anlatan hikâyelerle dolu. Anne Boleyn de bunlardan biri. The Tudors’ta Natalie Dormer’ın, The Other Boleyn Girl filminde ise Natalie Portman’ın canlandırdığı Anne karakterini hatırlarsınız. Wollf Hall’daysa Anne’i Claire Foy canlandırıyor. Foy, The Crown’daki II. Elizabeth performansıyla Altın Küre ve Emmy Ödülü kazanmıştı. Bana “Kraliçe rolleriyle tanınan karakterleri say,” derseniz, Claire Foy ilk aklıma gelen oyunculardan biri olur. Foy’un Anne Boleyn karakterine de çok yakıştığını söylemeliyim. Kraliçenin donuk tavrı ve kendinden emin duruşu, Foy’un oyunculuğuyla bambaşka bir boyut kazanmış.
Tudors Hanedanlığı’nın son hükümdarı I. Elizabeth’in annesi Anne Boleyn; büyücülük, zina, ensest, vatana ihanet gibi suçlamalardan ötürü eşi VIII. Henry tarafından idam edildi. Kimi tarihçiler Anne’in Kral Henry’ye erkek çocuk veremediği gerekçesiyle öldürüldüğünü ileri sürüyor. Bu yönüyle Anne, tarih sayfalarında hazin bir sonla anılan karakterler arasında. Dizinin en etkileyici sahnelerinden biri olan idam sahnesi, kadınların toplumsal normlar karşısında ödedikleri bedellerin göstergesi kanımca. Günümüzde de bedel ödeyen, “yanlış” yapılan bir durumda cezalandırılacak kişinin kadın olduğunu düşünürsek 16. yüzyılda farklı bir perspektifle karşılaşmayı beklemezdik tabii ki.
Anne Boleyn dendiğinde çoğumuzun aklına Kral Henry için kardeşi Lady Mary’yle düşman olması geliyordur. Bu hikâyeyi zaten The Other Boleyn Girl filminde izlemiştik. Wolf Hall’da iki kız kardeş arasındaki rekabet duygusu oldukça arka planda kalıyor. Anne, Tudor Hanedanı’na erkek çocuk veremiyor ve kızı Elizabeth’i doğurduktan sonra sürekli düşük yapıyor.
Boşanmanın yasak olduğu İngiltere’de VIII. Henry, Katolik Kilisesi’nden ayrılıyor ve Anne Boleyn’le evleniyor. VIII. Henry, tahta geçebilecek erkek çocuğu olmadığı için yirmi yıldır evli olduğu Aragonlu Catherine’le ilişkisini bitiriyor. Saltanatın getirdiği erkek çocuk doğurma zorunluluğunun kadınlar üzerindeki etkisini bu dizide oldukça hissedeceksiniz. Öyle ki Aragonlu Catherine çocuk doğuramadığından, evlenmeden önce bakire olmadığı gerekçesiyle yargılanıyor. Öte yandan Lady Mary (Boleyn), fahişe olmadığını kanıtlamak için Thomas’la evlenmek istiyor. Dizinin bütününde kendini ispatlamaya çalışan kadınları görüyoruz. Anne Boleyn içinse durum tamamen farklı. Anne, kendine güvenen, hırslı, kurnaz ve zeki bir kadın portresiyle karşımızda. VIII. Henry’nin uğruna Anglikan Kilisesi kurduğu karısı Kraliçe Anne, gelenekleri yıkan bir kadın olarak anılıyor.
Dizinin bütününe baktığımızda olay akışının kopuk ilerlediğini söylemek mümkün. Kral VIII. Henry dönemini anlatan hikâyeleri izlemediyseniz, hele ki karakterler hakkında pek bir bilgiye sahip değilseniz şimdiden araştırma yapmaya başlayın. Çünkü Wolf Hall, izlerken eğlenceli zaman geçirebileceğiniz bir yapım değil, aksine düşündüren, o dönemin bilinmesi gerektiğinin altına çizen bir dizi. Tarihe çok ilgisi olan biri değilim, çoğu tarihi dizilerde sıkıldığımı da söyleyeyim. Wolf Hall, her ne kadar izleyiciyi canlı tutma gayesinde değilse de tabularınızı yıkacağınızın sözünü veren bir yapım. Bir diziyi veya filmi izlediğinizde -eğer gerçek bir hikâyeden uyarlanmışsa- o hikâyeyle ilgili bir araştırma yapma isteği içinde olursunuz, en azından benim için öyle. Eğer böyle bir isteğiniz varsa Wolf Hall sizi fazlasıyla doyuracak.