‘The Idol’: Bağlamından Kopuk Bir Seks Sömürüsü, The Weeknd’in Cinsiyetçiliği ve Sam Levinson’ın ‘Euphoria’ Sonrasındaki Fiyaskosu
Prömiyerini 76. Cannes Film Festivali’nde yapan The Idol, HBO’nun yeni hit’i olmaya aday bir seriydi. Fakat başrollerinde The Weeknd ile Johnny Depp’in kızı Lily-Rose Depp’in bulunduğu seri, yüksek standartlarıyla ve marka değeriyle ışıldayan HBO’nun en düşük skorlu işlerinden birisi olarak kanal tarihine geçti. Serinin izlenme oranları da ikinci bölüm sonrasında çakıldı.
The Idol‘a dair beklentilerin yüksek olmasının en önemli sebebi de Good Morning, Vietnam, Rain Man, Wag the Dog gibi klasiklerin usta yönetmeni Barry Levinson’ın oğlu Sam Levinson’ın serinin yaratıcılarından birisi olmasıydı.
Neticede oğul Levinson Euphoria serisi ile Z kuşağına ait bir fenomen yaratmayı başarmıştı ve dokuz dalda Primetime Emmy kazanmıştı. Dolayısıyla Levinson, Euphoria’daki başarısını yeni bir seri ile sürdürmek istiyordu. Ancak işler hiç de istediği gibi gitmedi ve ortaya ağızda kekremsi bir tat bırakan The Idol serisi çıktı.
Tabii The Idol‘a geçmeden önce Z kuşağının manifestosuna dönüşen Euphoria‘dan bahsetmem lazım.
‘Euphoria’: Z Kuşağının Kafası Karışık Melankolisi ve Zamanın Ruhuna Uygun Bir Drama Hit’i
Euphoria, yakaladığı izlenme oranları ile son yıllara damga vuran serilerin başında geliyor. İkinci sezonu ile HBO’nun Game of Thrones‘dan sonra en çok izlenen serisi olan Euphoria, ikinci sezon final bölümüyle 6,6 milyon izleyiciyi ekran başına toplayarak bir rekor kırmıştı.
HBO verilerine göre de Euphoria‘nın ikinci sezon bölümleri ortalama 16.3 milyon izleyiciye ulaştı ve bu rakam son 18 yılda bir HBO serisinin Game of Thrones‘dan sonra yakaladığı en iyi performans. Ayrıca serinin ikinci sezon bölüm başına izleyici ortalaması da ilk sezona göre neredeyse %100 arttı.
Bu gençlik dramasının her yaştan izleyicinin ilgisini çekmesinin ana sebebi de zamanın ruhunu hem biçim hem de içerik olarak yakalamasından geliyor. Daha önce Skins gibi türdeşlerini izlediğimiz seri, trendler yaratan Z kuşağının hüzünlü bir hikayesi olarak parlıyor. Teenage’ler ve sorunları üzerine eğilen Euphoria, çoklu karakter kullanımıyla da fark yaratıyor.
Hikayesini olabildiğince sert ve yenilikçi şekilde anlatmaya çalışan seri, her karakterini ince ince işliyor ve her bölüm bir karakterini öne çıkartarak karakter arklarını tamamlıyor. Flashback’lerden yararlanarak oluşturulan kurgu da karakterlerin son derece gerçekçi kılınmasını sağlıyor.
Aynı zamanda Euphoria, hikayesine ve karakterlerine uygun bir görsel dil de kullanıyor. Bu görsel dil de günümüzün “neon” ağırlıklı, ışıltılı dünyasını yansıtıyor. Dizinin bu görselliği ve sinematografik detayları da farklı bir estetik albeni yaratıyor. Bu noktada da Sam Levinson’a bir parantez açmak gerekiyor.
Başrollerinde John David Washington ve Zendaya’nın olduğu Malcolm & Marie filminin de yazarı olan Levinson, 1985 doğumlu. Bu nedenle Z kuşağını yakından tanıyor ve iyi bildiği, yakından gözlemlediği karakterleri anlatıyor. Aynı zamanda iyi bir sinefil ve müzikofil olan Levinson, hikayesini anlatırken seçtiği şarkılar ve yaptığı göndermeler ile de entelektüel birikimini gösteriyor.
Örneğin; serinin ikinci sezonunun üçüncü bölümünde arka arkaya INXS, Depeche Mode, Roxette, Echo & the Bunnymen ve The Cult gibi gruplardan seçkiler bulunuyor. Keza yine ikinci sezonun dördüncü bölümündeki Cassie ve Cal’in epik sahnesinde de Sinead O’Connor’ın Drink Before the War şarkısı yer alıyor.
İşte, bu tür yönetmenlik dokunuşları Euphoria‘daki hissi katmerliyor ve seriye olan bağlılığı da artırıyor. Bunların yanı sıra dizide bağımlılık problemlerine, cinsel istismara, “mansplaining”e ve günümüz sorunlarına dair çok kuvvetli mesajlar bulunuyor. Karakterlerden bazılarının non-binary ya da transseksüel kimliklere sahip olması da bu mesajları pekiştiriyor.
Özellikle ikinci sezonda kimlik meselesinin işlenişi daha da vurucu bir hal alıyor. Bu doğrultuda ikinci sezonda Jules ile Rue arasına genç müzisyen Dominic Fike’ı eklemek harika bir senaryo hamlesiydi. Bu sayede hem gender-fluid (akışkan cinsiyet) bir aşk üçgeni oluşturuldu hem de bir yan hikaye çizildi. Bu tür yan hikayeler ve karakterlerin sezon boyunca yaşadığı dönüşümler de fitili ateşliyor.
İkinci sezonda her karaktere ait bir yas sürecine de tanıklık ettik. Bir de ikinci sezondaki yedinci bölüme ayrıca değinmek lazım. Bu bölümdeki tiyatro kurgusu ve sanat yönetimi de TV için hayli avangarttı. Açıkçası bu bölüm serinin estetik duyarlılığını tek başına anlatan cinstendi. Üstelik Bonnie Tyler’ın kült Holding Out for a Hero şarkısının kullanıldığı bölümdeki koreografi ve toksik erkekliğe saplanan bıçak darbeleri de ikonik biçimde hafızalara kazındı.
İkinci sezonunda bölüm bölüm büyüyen seri, başka bir seviyeye çıktı ve kendine ait de bir miras yarattı. Öyle ki dikkat edilmezse altında ezilebilecek türden bir miras.
Müzik Endüstrisine Dair Nesneleştirici ve Toksik Bir Porno
Bu yılın en merak edilen serilerinden birisi olan The Idol, görücüye çıktığından beri gündemden düşmüyor. Doğrusu seri sadece içeriği ile değil, çalışma ortamındaki sorunlarla ve yürütücü yapımcılardan birisi olan The The Weeknd’in HBO ile yaşadıklarıyla da konuşuldu. Bu süreçte HBO yöneticilerinin The Weeknd’in egosantrik karakterinden rahatsız olduğu da dile getirildi.
Açıkçası serinin ilk yönetmeni Amy Seimetz’ın senaryo değişikliklerini ve bütçe sorunlarını sebep göstererek yapım aşamasında işi bırakması da birçok şeyi anlatan cinstendi. Bir yandan da serinin altı bölümden oluşacağı ileri sürülmüştü. Fakat seri beşinci bölümüyle erken final yaptı. Bu durum da yapımcılar ile HBO arasında yaşanılan bir gerilim olduğuna işaret ediyor.
Aslında The Idol, Euphoria ile benzer bir evreni ve stilizasyonu paylaşıyor. Levinson’ın çok iyi bildiği bu Z kuşağına dair evren, Britney Spears’ı sembolize eden “deranged” ve kurban rolündeki bir kadın pop starın modern bir tarikat liderinin pençesine düşmesini konu ediniyor.
Esasen sex, drugs, müzik endüstrisi ekseninde paketlenen seriler de son dönemlerde yeniden revaçta. Örneğin; geçtiğimiz yıl yayınlanan Hulu serisi “Pam & Tommy” dikkat çeken işler arasındaydı. Pamela Anderson ile Mötley Crüe’nun davulcusu Tommy Lee’nin popüler kültere damga vuran ilişkisini ve evlerinden çalınan seks kasetlerinin ifşasını anlatan seri, kişisel mahremiyetin ihlallerine dair bir retrospektif sunuyordu.
Pamela Anderson “Baywatch” etkisiyle hayatı boyunca bir seks sembolü ve kapak kızı olarak görülmekten kurtulamadı, şöhretini bu şekilde kazandı. Fakat Pamela’nın asıl istediği gerçek bir oyuncu olmak ve saygı duyulan iyi filmlerde de yer almaktı. Seri bunu Pam’in karakterinin arka planını çizerken iyi veriyordu. Sevdiği yönetmenleri, filmleri, tiradları diyaloglara, anlara yediriyordu.
Tommy Lee ise 80’lerin ataerkil Rock ‘n’ Roll aurası içerisinde şöhretini kazanmış bir rockstar. O yüzden seri onun maçoluğunu, vurdumduymazlığını ve kötü çocukluğunu da olduğu gibi aktarmaya çalışıyordu. Ne eksik, ne fazla… Zaten Tommy Lee günümüz post-feminist dünyası ve kültür anlayışı açısından modası geçmiş, paradigması dolayısıyla da eski dünyada kalmış bir isim.
Pam & Tommy porno endüstrisinin gelişimini ve yeni sömürü alanlarının inşasını doğru bir yerden ele alıyordu. Pamela Anderson o dönemki ilk kurbandı, devamında ise Janet Jackson, Jessica Simpson ve Britney Spears gibi isimler de boyalı basın tarafından benzer şekillerde kurban edildi.
Bu açıdan The Idol‘un durduğu yer doğru. Özellikle kadın protagonisti Jocelyn ile Britney Spears arasında kurduğu benzerlik de önemli. Ancak serinin en büyük sorunu kadın karakterini konumlandırdığı yerde yatıyor. Doğrusu Jocelyn karakteri o kadar ataerkil, edilgen ve bağımlı bir yerden yazılmış ki müzik endüstrisinin öğütücülüğüne, şöhrete ve pop kültürüne dair yapılan hicvin altı boş kalıyor.
Hatta daha kötüsü The Idol; seksizm ve kadınları toplum gözünde bir yere koyma biçimi hakkında eleştirel bir anlatı kurmaya çalışırken, kadın düşmanlığı, sömürü ve istismar çukuruna düşüyor. Tabii buradaki en büyük problem de The Weeknd’in seriyi kadın bakış açısından uzaklaştıran senaryo müdahalelerinde ve tarzında yatıyor. Bu durum da bu gösterişli Hollywood hikayesinin tel tel dökülmesine yol açıyor. Maalesef Levinson’ın bu noktada etkisiz kaldığını ve The Weeknd’e boyun eğdiğini de belirtmek gerekiyor.
Ayrıca serideki giderek artan pornografik şiddet, aşağılama, boğma ve hakaret dozu da erkekliği yücelten bir yere oturuyor. Sansasyon yaratmak ve şok etmek için çekilen bütün o teşhir odaklı seks sahneleri de toksik bir pornoya dönüşüyor. Açıkçası Levinson, Euphoria‘daki yönetmenlik becerileriyle kendine has sinematik bir aura yaratmıştı. Queer kültürden beslenen, akışkan cinsiyetli karakterleri de bu aurayı tamamlıyordu. Fakat The Idol‘da bunun yakınından bile geçemiyor, adeta şarampole yuvarlanıyor.
Sonuç olarak The Idol; yağmalanan bir kadın pop yıldızının endüstri ve bir tarikat lideri karşısındaki portresini çok sorunlu şekilde çiziyor. Hele ki “Me Too” akımı sonrasında kadın karakterleri böyle yüzeysel bir bağlamda ele almak ve nesneleştirmek kabul edilebilir değil. Bu yönüyle The Idol, The Weeknd’in aşırı cinsiyetçi imajını da kristalleştiriyor ve HBO’nun en kötü serilerinden birisi olarak tarihe geçiyor.