Álex Pina ile “The Pier”i Konuştuk: “Duygusal Yönü Ağır Basan Bir Thriller Yazdım”
[highlight]La casa de papel ile hayatımıza girdi, The Pier ile bir kez daha gönlümüzü kazandı. Álex Pina, dergimizin 13. sayısında konuğumuz olmuştu. Pina, The Pier için “Çok özgün bir hikâye. Sık sık zamanlar arasında geçiş yaparak izleyicilerin yazdıklarımızı hissedebilmesini, içselleştirebilmesini sağlamaya çalıştık dizinin senaryosunu yazarken,” diyor… [/highlight]
La casa de papel ile tüm dünyada ses getiren Álex Pina’nın son dizisi The Pier, geçen yıl ilk sezonuyla yayına girmişti. Türkiye’de de BluTV’de yayınlanan The Pier, bir yandan Oscar karakterinin ölümünün ardındaki gizemi işlerken bir yandan da insan ilişkilerine ve aşka dair farklı – belki de zaman zaman cüretkâr – bakış açıları sunuyordu. Biz de Episode’un 13. sayısında The Pier‘i kapağımıza taşımış, bu minvalde bazı röportajlar yapmıştık. O röportajlardan birinde de The Pier‘e dair sorularımızı doğrudan yaratıcısına, Álex Pina’ya yöneltmiştik. Şimdi The Pier‘in 2. sezonu çıkmışken bu röportajı siz okurlarımızla internet üzerinden de buluşturmak istedik…
“The Pier” üzerine çalışmalarınız ne zaman ve nasıl başladı, yazım ve yaratım süreci ne kadar sürdü?
Bize bir aşk üçgeni üzerinde çalışmamız söylendiğinde 6 ay boyunca sadece yeni bir hikâye bulabilmenin yollarını aradık. Bu konu, yani sadakatsizlik pek çok filmde, pek çok kitapta fazlasıyla karşımıza çıkan bir konu. Gerçekten de taze bir fikir ortaya çıkarmak istedik. İki kadına da aynı anda âşık olan bir erkeğin bu durum karşısında yargılanmadığını, biri eşi diğeri de sevgilisi, aksine iki kadının da bir anda birbirlerinin varlığından haberdar olup tanıştığı ve hikâyenin onların etrafında gelişmeye başladığını görüyoruz. Bu iki kadın, hikâye boyunca gelişip birbirlerine katkıda bulunuyor, değişime uğruyor ve tüm duygu ve düşüncelerinin değiştiği yeni bir hayatın içinde buluyorlar kendilerini. 6 ay süresince hikâyemizi tamamen farklı ve yeni bir hale getirmenin uğraşı içerisine girdik.
Her projenin bir ilham kaynağı ya da çıkış noktası olur mutlaka yaratıcıları için. “The Pier”in ilham kaynağı ya da hikâyeyi yazmaya iten ilk çıkış noktası, ilk sorular neydi sizin için?
Aslında tam olarak tek bir çıkış noktamız var. Bugüne kadar izlediklerimizin aksine bu hikâyede iki kadına aynı anda âşık olan ve bu duyguyu yaşadığı için seyirci gözünde kötü bir şekilde konumlandırılmayan (ki bu eşi ve sevgilisi için de geçerli), hissettiklerinden dolayı yargılanmayan bir karakter yaratmaya çalıştık. Bir erkek aynı anda iki kadına âşık olursa ve ikisi arasında bir seçim yapamazsa nasıl bir hikâye ortaya çıkar diye düşündük. Çok özgün bir hikâye. Sık sık zamanlar arasında geçiş yaparak izleyicilerin yazdıklarımızı hissedebilmesini, içselleştirebilmesini sağlamaya çalıştık dizinin senaryosunu yazarken.
“La casa de papel”den sonra çok farklı bir hikâye ile çıkıyorsunuz seyircilerin karşısına. Özellikle aşk, ilişkiler ve sahip olma kavramları üzerine sorgulamaya iten bir dizi ortaya çıkmış. Bir yandan aldatılan bir kadının, ikili bir hayat süren bir adamın ve hep klişeleştirilen “öteki” kadının kişisel hikâyelerini, geçmişlerini, bugünlerini anlamaya çalışırken diğer yandan da bir ölümün gizemini çözmeye çalışıyoruz. Buradaki polisiye ve dram dengesini kurarken siz nelere dikkat ettiniz?
Duygusal yönü ağır basan bir thriller yazdım. Senaryoda gizem yaratan sorular karakterlerin duygularıyla doğru orantılı, belki de en önemlisi bu. Oscar’ın kişiliğini de etkileyen bir gizem var. Bu gizemi canlı tutmak adına uyguladığımız çeşitli yöntemler var. Bizi asıl ilgilendiren; kırkına merdiven dayamış bir kadının hayatının ne denli radikal bir şekilde değiştiğini, seçtiği yeni yaşam biçimiyle başka bir kadına dönüşmeye başladığını, cinsel yöneliminde ve hissettiklerindeki değişimi ve şimdiye kadar sahip olduğu her şeyin nasıl değişime uğradığını görmesiydi. Bu bize çok ilginç geldi. Aslında düşman olması gerektiğini düşündüğümüz iki kadın arasındaki birliktelik ve uyum, birbirlerine ihtiyaç duymaya ve birbirlerini tamamlamaya başlamaları bizim için çok hoş bir deneyim oldu. Seyircilere anlatmak istediğimiz buydu.
“The Pier”, Oscar’ın ikili hayatını anlatıyor gibi dursa da bence hikâyenin merkezinde kadınlar var. Alex, Veronica, Katia ve hatta Blanca, Ada… Sizce bu dizinin ana karakteri kim?
Başrol, şüphesiz Alejandra. Sürekli Alejandra’nın hissettiklerini anlamaya çalışıyoruz. Alejandra’nın duyguları bizi lunaparkta hız trenine binmiş biri gibi heyecanlandırıyor. Hızla değişen duyguların uç noktasında gezinen bir karakter. Gerçekten de bu iki kadın, (Oscar’ın eşi ve sevgilisi) hikâyenin ana karakterleri. Eğer iki adama da aynı anda âşık olan bir kadının hikâyesini anlatmaya çalışsaydık en fazla bu iki erkeğin dostluğuna tanık olurduk. Bu yüzden, kadınların hikâyesini anlatmak elzem hale geldi. Bu iki kadını bir araya getiren ölüm yani intihar ve Oscar’ın başka bir ailesi olduğunu öğrenmek yıkıcı bir darbe ve bunu anlatmak bizim için ilgi uyandırıcıydı. Bu noktadan sonra Alejandra’nın hayatı değişime uğruyor; eşini suçlayıp kendi zihninde mahkûm etmek yerine, çok daha olumlu bir bakış açısıyla kafasındaki sorulara cevap aramaya başlıyor. Mantığını bir kenara bırakıp kendi hissettiklerine anlam vermeye, hayatı farklı gözlerle görmeye, cinselliğinin farkına varmaya, gerçek duygularının ne olduğunu gözden geçirmeye koyuluyor. The Pier‘deki gerçek hikâye tam da bu.
Klasikleşen aldatılma hikâyelerinde, aldatılan kadın ile diğer kadın arasındaki ilişki kıskançlık ve öfke nöbetleriyle anlatılır. Burada ise Alex, Veronica’nın da acısını anlıyor ve onunla empati kuruyor. Aynı şekilde Veronica da Alex’in tüm bunları vasiyet açıklanırken öğrenmesini istemiyor ve her şeyi anlatmak istiyor. Sizin de az önce belirttiğiniz gibi düşman olmaları beklenen iki kadının kurdukları bu empati, izleyici açısından da ilişkilere dair bazı ezberleri bozabilir mi?
Sanırım ezberleri bozuyoruz artık. Türkiye’de durum nasıl bilmiyorum ama İspanya’da örneğin, poliamor (çoklu aşk) ve paylaşılan aşk kavramları üzerinde duruluyor. Yeni nesil, aşka bakış açısını genişletiyor. Tekeşlilik İspanya’da uzun süre kabul gören, dokunulamaz bir ilişki türüydü. Sanıyorum artık her şeyin mümkün olduğu, neredeyse tüm dünyada homoseksüel evliliklerin gerçekleştirilebildiği bir dönemde yaşıyoruz. Her geçen gün karşındakine açılmanın, sevmenin ve aşkın şekli bilindik kalıplarından sıyrılıyor ve bu değişim-gelişim bence iyi. Bizim bu hikâyede yaptığımız da aynı şey; bugüne kadar aralarındaki düşmanlık normal görülen eş ve sevgili arasındaki ilişkiye yeni bir bakış açısı getirmek. Bu düşmanlık önyargısını onları arkadaştan öte birbirinin varlığına ihtiyaç duyan bir aile haline getirerek kırıyoruz. Birçok farklı duygunun iç içe geçtiği ve paylaşıldığı bir birliktelik. Ayrıca düşünün ki ortada varlığından habersiz olduğu bir de çocuk var, eşinin çocuğu. Bütün bunlar elbette Alenjandra’nın duygusal bir şok yaşamasına neden oluyor.
“Kadınlar çok daha cesur ve çok daha güçlü. Büyük acılarla başa çıkabiliyorlar.”
Alex, Oscar’ın diğer hayatını ve Veronica ile Sol’ü tanımaya, anlamaya başladıkça aslında kendine dönük bir keşif hikâyesinin içine giriyor; kendini daha iyi tanımaya başlıyor. Dizinin erkekleri, Oscar’ın, Fran’in, Conrado’nun kendileriyle yüzleşmeleri ya çok zaman alıyor ya da mümkün olmuyor. Kadınların kendileriyle ve çevreleriyle yüzleşme konusunda daha cesur oldukları söylenebilir mi?
Bence söylenebilir. Bu konuda kadınlar çok daha cesur ve çok daha güçlü. Büyük acılarla başa çıkabiliyorlar. Zannımca bu konu üzerinde duran pek çok eser var, değil mi? Bence Alejandra çok cesur bir kadın. Eşinin sevgilisiyle karşılaşması, bununla yüzleşmesi, akabindeki değişimi ve kendini arayışı bunun göstergesi. Özellikle de kendi kimliğini arayışı, aslında eşinin kim olduğunu anlamaya çalışmaktan yola çıkarak gerçekleştirdiği bir içe dönüş ve sorgulama. Bence Alejandra oldukça cesur bir kadın ve yapılması çok güç de olsa kararlı bir şekilde durumla yüzleşmeyi seçiyor.
Sky Rojo projenizin de sadece kadın oyuncuların yer aldığı bir aksiyon dizisi olduğunu okuduk bir röportajınızda. Aksiyon, polisiye ya da başka türlerdeki dizilerinizde kadınlar hikâyenin merkezinde duruyor. kadınların düşünce ve duygu dünyasına dair çok detaylı bir bakış olduğunu görebiliyoruz. Kadın hikâyeleri sizce neden önemli?
Açıkçası kadınları anlatmak hoşuma gidiyor ve benim için şu an anlatmak için tam zamanı. Örneğin Vis a Vis dizisi de kadınları anlatan bir dram. La casa de papel‘de hiç şüphesiz maskülen bir tür olarak görülen banka soygunu temasını anlatıcı roldeki Tokyo ve kadınların duygu dünyasını yansıtan bir bakışla yoğurarak dönüştürmeye çalıştık. Bence anlatılmayanı anlatmak için onların tarafında olmanın ve erkek karakterlerin karşısında onlara hak ettikleri yeri vermenin tam da zamanı, La casa de papel‘de Tokyo karakteriyle yaptığımız da bu. Bence bunu anlatmanın vakti, şu an ve biz de onu yapıyoruz.
Bu diziden sonraki projeleriniz nelerdir?
Şu an Crown dizisi yapımcılarıyla White Lies dizisi üzerinde çalışıyoruz, hem İngilizce hem de İspanyolca. Sky Rojo üzerinde çalıştığımız diğer proje.
Bize bu görüşme şansını verdiğiniz için teşekkür ederiz.
Ne demek, ben de çok memnun oldum. Ayrıca La casa de papel‘in Türkiye’de de çok sevildiğini biliyorum, duygularımız karşılıklı.
Episode Dergi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır…
Röportaj: Özlem Özdemir
Çeviren: Nermin İnan-Melike Yazıcı Çangur