Cesur ve Güzel: Birce Akalay I Özlem Özdemir
[highlight]10 yılı aşkın süredir kesintisiz olarak dizi setlerinde Birce Akalay. Asi ile başlayan serüvende son durak, geçen sezonun önemli dizilerinden Siyah Beyaz Aşk‘tı. Genç oyuncu, “Benim için oynadığım karakterlerin defolarının da olması çok önemliydi,” diyor. Türkiye’nin iklimine ve geldiği noktaya dair de önemli tespitler yapan Akalay’ın söyledikleri önemli: “Özgürlükten korkarak gelişemeyiz. Sansürle hiçbir toplum gelişmez. Biz ne kadar düşündürmeye, farkında olmaya yöneltirsek toplumu ve güzel bir üslupla yaparsak bunu, o kadar bulaşıcı olacağına ve çoğalacağına inanıyorum.”[/highlight]
Çocukluk yıllarında başlayan bale ve tiyatro eğitimini, 10 yıldır kesintisiz devam eden ekran macerasını, Siyah Beyaz Aşk‘ın Aslı’sını, anlatırken gözlerinin ışıldadığı Yedi Kocalı Hürmüz‘ü, ileride açmayı düşündüğü okulu, yazdığı senaryoyu uzun uzun konuştuk. Hem çekim hem röportaj sırasında müziğe, tiyatroya, işine ne kadar tutkulu bir oyuncu olduğunu anladık. Cesur, güzel, ne istediğini bilen ve duruşu olan kadınlardan Birce Akalay…
Röportaj: Özlem Özdemir
Fotoğraflar: Ozan Balta
Çok küçük yaşta başlayan bale eğitimi, lisede tiyatro bölümü, üniversitede önce dramaturji bölümü, sonra konsevartuvar… Sanatla büyümüşsünüz.
Çok ufak yaştan itibaren her zaman söylediklerimi önemseyen, ciddiye alan bir ailenin içinde büyüdüm. İsteklerime ve istemediklerime saygı duydular. Gösterdikleri özenin aynısını şimdi ben onlara gösteriyorum. Seçme şansını bana çok evvelden verdikleri için… Bale, 13 sene sürdü, 16 yaşında sakatlandım. Sonrasında mutlu olabileceğim tek bir yer vardı, sahne benim için çok önemliydi, o yüzden tiyatro okumak istedim. Ailem de çetrefilli yolları olmasına rağmen o dönem, tiyatro okumam için beni Pera Güzel Sanatlar Lisesi’ne gönderdi. Oradan sonra üniversitede ikinci sınıfta İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nü önce dondurdum, 1 sene sonra da bıraktım.
Neden bıraktınız bölümü?
Hiyerarşisinden ötürü barınamadım, daraldım orada. Keşke devam edebilseydim diye düşünüyorum bazen ama çok özlemiştim sahnede olmayı, konservatuarı. O yüzden dondurdum, o dönem TV’de çalışmaya başlamıştım zaten, yeni bir mecra öğreniyordum.TV’yi de bırakıp konservatuvar okumaya başladım. 22 yaşındaydım, MSGSÜ ya da İstanbul Üniversitesi konservatuvarlarına girmek için yaşım geçmişti, o yüzden Haliç Üniversitesi’ne girdim, iyi ki girmişim. Rahmetli Müşfik Kenter’in öğrencisi olabildim. Sönmez Atasoy, Cevat Çapan,Turgay Kantürk, saymakla bitmez, çok önemli hocalarımız oldu. Konservatuarla birlikte diziler başladı. Fakat o dönem yaptığım işler batınca dedim ki, bir dakika, durman lazım kızım. Çünkü kaldıramıyordum, ruhumun da yerli yerine oturması lazım. Taşın altına elimi soktum ama yeterli değilim demek ki dedim ve bir süre dizi yapmadım. Sonra ufak ufak yan karakterleri denedim. Konservatuarı bitirmemle birlikte daha hazır hissettim kendimi, diziler başladı tekrar ve yaklaşık 10 senedir devam ediyor. 12 sene olmuş dizi çekmeye başlayalı ama Yer Gök Aşk, 2010’da başladı, 8 senedir hiç durmadım. Çok küçük yaşta başlayan bu sanat eğitimi, aynı zamanda o yaşlarda disiplinli olmayı da gerektiriyor. Ben disiplinli olmayı seviyorum, başka bir yaşama biçimini beceremiyorum. Eklektik duruyor, kendimi konforsuz hissediyorum disiplinsiz bir hayatın içinde. Aileden de öyle gördüm ama dediğim gibi ne yapmak istiyorsam, ne zaman istiyorsam onu da yaşıyorum. Sadece bir düzenim var; sağlığıma, bedenime özen gösteriyorum. Başka türlü zaten oyunculuğu da yapamazsın, disiplin elzem bence.
“Oynadığım karakterlerin defolarının da olması önemli”
Yer Gök Aşk, Ben Onu Çok Sevdim, Küçük Ağa, Evli ve Öfkeli, Hayat Bazen Tatlıdır ve şimdi Siyah Beyaz Aşk. Birbirinden çok farklı kadınları oynadınız, çoğunda meslek sahibi, ayakları yere basan kadınlardı. Buna dikkat ediyor musunuz karakteri seçerken?
Aslında bu dikkat ettiğim bir şey değil, ama denk geldi diyelim. Benim için bu kadınların defolarının da olması çok önemliydi. Yer Gök Aşk‘ta tuttuğunu koparan, omurgası dik fakat kurnaz ve hatta bazen ikiyüzlü bir kadındı Havva. Dönüşümü aşkla birlikte geldi ve gözleri kör oldu. Artık aşk yolunda her şey mübahtı. Meseleyi aşkla gerekçelendirip onu izlenir kılmak keyifliydi benim için. Kötüyle de empati kurulabildiği zaman seyirci, izlenecek bir iş çıkıyor. Evli ve Öfkeli‘de Esra polisti, Küçük Ağa‘da Sinem doktordu, iki çocuk annesiydi ama hepsinin başka başka defoları vardı. Hayat Bazen Tatlıdır‘da Hayat, idealist bir öğretmendi, köşeli bir kadındı, kırılacak noktası, esnekliği yoktu. Giyim tarzı, saçı, duruşu, yürüyüşü, her şeyiyle statik bir kadındı. Hayırı alternatifsiz bir şekilde hayırdı, kontrastı çok yüksekti ama defosu tam da buydu işte. Aslı meslek sahibi ama aralarında biraz daha savrulan bir kadın, oynadığım kadınlara göre. Meslek sahibiyken, bir ideali varken aşk uğruna hayatındaki her şeyi hiç yoklarmış gibi unuttu ve kendini bir adama adadı. Bir kadın için büyük travma.
Üstelik Ferhat, Aslı’nın karakteri için çok zıt, başka dünyadan bir adam.
Evet. Aslı’nınki seçim değil, çok büyük bir zafiyet oldu, hemen hemen Havva kadar. Havva çok tehlikeli bir zekâydı. Ama ikisi için de aşk mevzubahis oldu ve hayat durdu, kör oldu iki kadın da. Havva hiç sorgulamadı ben ne yapıyorum diye, körü körüne gitti aşkın ardından. Aslı sorguluyor ara ara.
Sorguluyor ve Ferhat’ı değiştirmeye çalışıyor…
Evet, gayreti var. Bu, istemsiz gelen bir gayretti Aslı’da başta ama sonradan başka bir hal aldı. İstemeye ve buna gönüllü olmaya başladı.
“Neden-sonuç bağlamı doğru olmazsa, karakterler kartondan öteye gitmiyor”
İlk bölümlerden bugüne Aslı’nın da Ferhat’ın da değişimini izledik; neden-sonuç bağlamıyla değerlendirebileceğimiz, nefes alan karakterler oldular…
Neden-sonuç bağlamı doğru kurulmadığında, karakterler zaten üç boyutlu olmuyor maalesef, karton bir karakterden öteye gidemiyor. O gerekçelere ihtiyacımız var ki biz de o varlık sahasında bir ruh üfleyebilelim. Artık duygu devamlılığımız, gidişat öyle bir şekil aldı ki karakterlerin reaksiyonları da ona göre değişiyor. Senaryoyla oyuncuların yorumu el ele, kol kola gidiyor artık. Çünkü onlar bir şeyler yaşadılar, yol aldılar, çok birbirine girdi yazılanla bizim oyunlarımız. O yüzden kırılmalar bence en lezzetlisi bir oyuncu için. Keşke o kırılmalar, değişimler, her bölüm olabilse ama 170 dakikada bu çok zor hatta imkânsız. Sürekli değişken bir randımanda yaratmak mümkün değil; bazen bazı bölümler çok daha durağan ve olay örgüsüne doğru sürüklenmiş karakterler görebiliyoruz. Bir bölüm bakıyorsun, karakterler adına çok fazla bir şey olmuyor ama hikâyede olaylar bitmiyor. O noktada karakterler de biraz hikâyenin arkasından sürüklenirken dinleniyor, demleniyor. Bazı bölümlerdeyse büyük bir değişim ya da kırılma yaşıyor karakter, tabii o bölümler daha iştah kabartıcı oyuncular için. Ama dediğim gibi her bölümde bunu yapamazsın, ne kimse yazabilir ne de kimse oynayabilir. Mümkün değil.
Sizi Aslı’da en çok ne etkiliyor?
Aslı’nın hikâyesinde, Birce’den farklı tarafları beni çok etkiliyor. Çünkü yeni şeyler keşfediyorum. Onun olaylar karşısında tavrı, duruşu, vazgeçmeyişi, bazen vazgeçip pişman olup tekrar geri dönüşü… O kadar çok vazgeçti, geri döndü, vazgeçti, geri döndü ki Aslı’nın durumu gerçekten kısırdöngü gibi, nasıl çıkacak bu işin içinden hiç bilmiyorum. Hamile şimdi, tabii biz bu röportajı yayımladığımızda Ferhat da öğrenmiş olacak neyin ne olduğunu, o yüzden bilmiyorum o hamilelik sürecini nasıl deneyimleyeceğini. Bu kadar uzun soluklu hikâyelerde bazen sürprizlerle de karşılaşabiliyorsunuz. Bu karakter bunu yapmazdı diyorsunuz çok sahiplendiğinizden ama hayır, yapabiliyor demek ki oraya yazılıyor. Oraya doğru evrilip onu yoğurmaya başlıyorsun sen de bu sefer. Bu güzel bir keşif ve matematik, seviyorum.
Diğeri sıkıcı gelebilir.
Aynen ama bunu gerekçelendirmek çok önemli işte. Aslı’nın bu kısırdöngüsünü her seferinde başka bir tona, başka bir şeye yükseltmek… Hayatta da hep öyle değil mi? Bir şeye tepki verirsiniz, aynı şey bir daha olursa daha büyük bir tepki verirsiniz ya da daha az, hep tonajı değişir ya, bu kadın da bir şey yapıyor ve geri dönüyor, yapıyor, dönüyor. Her seferinde başka bir ton, başka bir renk geliyor beraberinde. Her seferinde şiddeti biraz daha yükselen duyguları dengelemek zor olabiliyor ama o yelpazenin içinde onu aramak bir o kadar keyifli. Aslı’nın o kaostan nasıl çıkacağını ben de merak ediyorum ya da sonunu. Çünkü Ferhat’tan geriye kalan hayatında tam bir duruşu olamadı, dolayısıyla yamalı bir lastik gibi. Kaç kilometre gider ya da patlar mı bilinmez.
Aslı’nın başlarda çok net çizgileri vardı. Hayatta duruşu olan, net bir kadın gördük hikâyenin başında. Sonra bir adam için her şeyden vazgeçti. Ayakları üzerinde duran bir kadın için çok radikal ve benim açımdan anlaşılmaz bir karar bu…
Bunu yapabilen kadınlar var. Etrafımda çok görmedim ama hayatından, kariyerinden bir adam, aşk yüzünden vazgeçmiş kadınlar var. Bunun ara ara pişmanlıklarını eminim yaşıyorlardır, mümkün değil aksi, eşyanın tabiatına aykırı. Bu da öyle bir kadın, bunun pişmanlığını da yaşıyor ama bir yandan çok âşık. O yüzden ben de merak ediyorum bu kısırdöngünün nereye varacağını…
“Bazen hâlâ kalbim ağrıyor bazı sahnelerde”
10 yılı aşkın süredir ekrandasınız. Dünyada, bir karakterle en uzun süre yaşayan oyuncular herhalde Türkiye’de. Aynı karakterle birkaç yıl yaşamak ve haftanın 5-6 günü o karakteri oynamak yorgunluk yaratıyor mu?
Zamanla kendini korunmayı öğreniyorsun herhalde. Oyunculuk, yaş aldıkça güzelleşiyor. Ruhun gelişiyor, yaşanmışlıkların çoğalıyor, daha çok insan tanıyorsun, daha çok ders alıyorsun. Hayatta nasıl deneyim sahibi oluyorsan yaş ilerledikçe, bu mecrada da deneyim sahibi oluyorsun… Yer Gök Aşk zamanı, kişisel yaşantımı yönetemediğim zamanlarda işimi de yönetemiyordum bazen. Her şey birbirine karışabiliyordu; çünkü çok gençtim. Oynadığın yoğun bir sahnenin içinden hemen sıyrılmak o yaşlarda o kadar kolay olmasa da öğrendikçe, deneyimledikçe o anı hemen orada bırakabiliyorsun mesela. Ama bazen hâlâ kalbim ağrıyor bazı sahneleri oynadığımda. Çünkü ne olursa olsun empati kuruyorsunuz karakterle… En son Aslı’nın abisini kaybettiği bir sahne oynuyorum, kalbim ağrıdı çok. Hissediyorum bunu ama o andan çıkma kısmı çok önemli. Duyguyu olabildiğince karşı tarafa geçirmen ama kendine zarar vermemen gerekiyor. Yıllar geçtikçe bunu da teknikleriyle deneyimleyerek öğreniyorsun. Herkesin parmak izinin farklı olması gibi tekniğinin de farklı olduğuna inanıyorum, çok kişisel bir meslek bu.
Karakteri çıkarırken oyuncu koçuyla çalışıyor musunuz?
Hiç çalışmadım. Sadece hayatımdaki ilk dizide Nurseli’yle (İdiz) çalışmıştık iki hafta kadar. O, benim o dönem her ne kadar eksiğim olmadığını düşünse de ben işin devamında, eksiklerim olduğunu fark ettim. Dizinin izleğini artırmak için hikâyenin temposuna çok yüklendiler ve ben de o dönemki deneyimsizliğim, kamerayı doğru düzgün tanımamam, toyluğum nedeniyle bunun altından kalkamadım. 21 yaşında bir kızım, ruhum daha oturmamış, bir anda karakteri hamile bıraktılar, başına gelenlerin ardı arkası kesilmedi ve gerekçelendirecek, hissedecek ruh bende yok! Ne yapacağız? 4 bölüm taşıyabildim projeyi, devam eden 9 bölümde taşıyamadım tabii ki. İyi ki taşıyamamışım yoksa ileride daha büyük bir yıkıntı olabilirdi benim için. O iş tutsaydı ve ben o işin başarısıyla bir yere gelseydim birçok şeyi göz ardı etmiş bir şekilde yol alacaktım. Nasıl olsa yapıyorum gafletine düşebilirdim. İyi ki olmadı. O durum beni başka bir farkındalığa itti, dedim ki sen yeterli değilsin, neden başrol oynuyorsun, dur, daha kaç yaşındasın, ne yapıyorsun, ne kadar donanımlısın, bunu kaldırabildin mi? Hayır, kaldıramadım. O halde zaman ver kendine, daha donanımlı ol, tekrar denersin.
“Kendimi eleştirmeyi seviyorum”
Bu soruları sormak da herkesin harcı değil, başarısızlığın nedeni genelde başkalarında aranır çünkü…
Kendimi eleştirmeyi seviyorum. Kolektif işlerde başarısızlık da başarı gibi herkesindir. Tek başına kimseye mal edemeyiz. Başrol senaryo, bu net bilgi ve uzun senelerdir böyle, star devri kapanalı çok oldu. Mayanın tutması önemli fakat bazen olmuyor, garip, çok bilinmeyenli bir denklem gibi. Ama başarısızlık sözkonusuysa kendi payına düşen neyse onu düşünmeli ve kendiyle hesaplaşmalı insan diye düşünüyorum.
Çok iyi bir hikâye, çok iyi bir cast olmasına rağmen dizi devam edemiyor; çok bilinmeyenli denklem gerçekten…
İnanılmaz bir tüketim var. Tükettiğimiz kadar üretemiyoruz, işin kötü tarafı o. Üretim kalitesi çok daha iyi yerlere gelebilecekken olduğumuz yerde saymaya devam ediyoruz. Genelde izleği düşünerek, izleğe göre bir şeyler hazırlamaya çalışıyoruz. Bunu yine düşünelim, tamam ama izleğe keşfedebileceği yenilikler sunan çok az proje var maalesef. Seyirciye keşfetmenin hazzını yaşatmaktan neden korkuyoruz, bunu bir türlü anlamıyorum.
“Özgürlükten korkarak gelişemeyiz”
Dijital yayıncılık alanına dair RTÜK yasası da meclisten geçti. Dijital platformlara üretilen yerli dizilere bir özgürlük alanı olarak bakılıyordu fakat bu yasa nedeniyle sansür mekanizmasının gündeme geleceği de aşikâr… Ne düşünüyorsunuz bununla ilgili?
Özgürlükten korkarak gelişemeyiz. Sansürle hiçbir toplum gelişmez. Toplum gelişsin diye dizi çekmiyorum, çekmiyoruz, bu kesin. Ama toplum gelişsin diye oyun yapmamız lazım, onu bir yere kadar yapabiliyoruz. Toplum gelişsin diye konuşabilmemiz lazım, konuşamıyoruz. Ben sistem eleştirisi yaptığım zaman bunu da çok dikkatli yapmak zorundayım. Sistemin içinde, o varlık sahasında duruşunu bozmadan, olduğun yerde durabilirsin, çok da güzel durursun, bu neden bir suç olsun ki… Kendi düşüncelerine olduğu gibi başkalarının düşüncesine de saygı duyarsan bu mümkün olabiliyor. Geçenlerde bir üniversiteye ödül almaya gittiğimizde üniversiteli arkadaşlarıma söyledim, cehaletin en büyük silahı öfkeyse, saygısızlıksa, bunların beraberinde getirdiği ötekileştirmekse, parmakla göstermekse ben de aynı üslubu takınırsam o zaman ben de elime silah almış olmuyor muyum? O zaman bir farkım kalmıyor. Eğer bildiğimi anlatacaksam benim silaha ihtiyacım olmamalı, benim yöntemim sevgi, özgürlük ışığında düşündürmek ve anlatmaya çalışmak olmalı ve bunu yaparken kimseye saygısızlık etmek zorunda değilim. Bunları bu biçimde söylerken kendimi de sansürlemiyorum üstelik.
Peki, kendinizi sıkışmış ve baskı altında hissediyor musunuz?
Sansür ve otosansür… Çok fazla parametrenin bizi sıkıştırdığı bir dönemdeyiz. Fakat çağımıza ve geçmişe baktığımızda bu durum, üretim için muhteşem ve çok elverişli ortam hazırlıyor bize aslında. Hep böyle olmamış mı? Savaşlar, baskılar, sansürler beraberinde sanatta yeni akımlar gelişmiş, yeni türler keşfedilmiş, sanatçı kendisine hep yeni yollar bulmuş. Dolayısıyla yeni yollar aramaktan vazgeçmezsek üretme motivasyonumuzu yükselten bir ortamdayız aslında. Geçenlerde bitmeden nihayet Ai Wiwei sergisine gittim, toplumsal baskıya, rejime, dünya meselelerine dair düşüncesini, zaman zaman apolitik bakış açısını ifade etmek için inanılmaz yollar keşfetmiş bir sanatçıyla tanıştım. Bütün o toplumsal, siyasi baskıyı, yürek yakan olayları farklı biçimlerde çok etkili anlatmış. Mesela bize benzer bir örnekle; depremde yıkılan okul ve altında kalan çocuklar için o yıkıntıdan çıkan enkaz demirlerini toplayıp her birini ayrı renge boyamış ve onlardan bir heykel meydana getirmiş. Devasa atölyesi devlet tarafından yıkılmasına rağmen vazgeçmemiş. 1600 kadın işçiyle birlikte milyonlarca porselen çekirdek boyamışlar. Bunların hepsi toplum için yapılmış, toplumsal hikâyeleri irdelemiş. Sanatçının aktivistliği üretiminde ve duruşunda saklı. Dolayısıyla meseleye nereden baktığımızla ilgili bu durum. Biz kendimizi sıkışmış hissedersek, bunu kabul edip giyinirsek sıkışmışız zaten. Sağ ya da sol yumruğumuzu havaya kaldırıp sokaklarda yürümek zorunda değiliz ama gerektiğinde tabii ki yürümesini de biliriz. Biz ne kadar düşündürmeye, farkında olmaya yöneltirsek toplumu ve güzel bir üslupla yaparsak bunu, o kadar bulaşıcı olacağına ve çoğalacağına inanıyorum. Şu ana kadar sen ne yaptın dersen, şimdilik duruşum derim. Özgürce üretmek istiyorsam onun için kendime alanlar açmam lazım; bunun için de zeminimi hazırlamalıydım. Bir okul açmak istiyorum mesela ya da visual art yapmak istiyorum, dans tiyatrosu eşliğinde. Umuyorum artık bu anlamda yol alabilecek alanı, atölyemi kendime hazırlayacak duruma geldim.
Dünyada bunca farklı sorun yaşanırken önemli olan da bir hayat görüşü ve duruşuna sahip olmak ve insanlara bunu doğru biçimde anlatabilmek gerçekten…
Toplumsal meselelere elimden geldiği kadar değinmeye ya da ses çıkarmaya çalışıyorum. Geçenlerde Down Sendromu Farkındalık Günü’ydü, bununla ilgili videolar kaydettim, dedim ki Down Sendromu neden 21 Mart, biliyor musun? Çünkü 21. kromozom iki değil 3 tane. 6 milyon Down Sendromlu insan var dünyada; haydi bugün sen de araştır, belki sen de öğrendiklerini paylaşırsın, ne iyi olur. Kimse yapmadı maalesef, üzüldüm ya da ben görmedim. Ülkemizde kadına uygulanan şiddet ve cinayetler konusunda da susmuyorum ama 8 Mart’ta sokağa çıkamadım çünkü çalışıyordum o gece. Çok isterdim o kocaman, rengârenk yürüyüşün içinde olmayı. Bazen şartlar nedeniyle yapamıyorsun. Zamanında Özgecan cinayeti sonrasında da bir zincirleme video başlatmıştım, onun da devamı çok az geldi. Bazen oluyor, bazen olmuyor ama bu kim olduğunuzu, nerede durduğunuzu, ne yapmaya çalıştığınızı değiştirmiyor. Seni anlamayı seçen insanlar anlıyor elbet ve bir kişiyi bile etkilemişsem ne mutlu bana diyorum kendime.
“Hayatımda böyle bir hissi bir daha ne zaman yaşarım bilmiyorum”
Bu kadar yoğun çalışma temposu içinde nefes alma alanlarınız neler oluyor?
Böyle yorucu zamanlarda en sevdiğim şey boş günümde bir sergi gezmek, bir konsere gitmek; yani sanatın kendisinden, eserlerden ilham almak. Yapabildiğim tek şey bu. Çünkü bu kafayla şu an üretebilecek durumda değilim. Şu an kendi içimde ilhamı keşfedebilecek zihin ve ruh açıklığı, o ilhamla üretebilecek zamanım yok, o yüzden en azından yakaladığım zamanlarda ufkumu açabilecek şeyleri izleyerek ve dinleyerek geçirmek bana en verimlisi gibi geliyor. Ya da diyorum ki, en azından bir film izleyeyim. Benim için bu sene bana en derin nefesi aldıran Hürmüz.
Yedi Kocalı Hürmüz‘ü konuşalım biraz da, nasıl dahil oldunuz ve nasıl gidiyor?
Yazın Müjdat Gezen’in beni araması ve Türker İnanoğlu’na gitmemle başladı. 2-2,5 ay provalar sürdü. O dönem tam da dizinin ilk bölümlerini çekiyorduk. Çok zor oldu ikisini bir arada götürmek. Ama dünya üzerinden en mutlu olduğum yer sahne. Bir denizde yüzerken çok mutluyum, bir de sahnede. Oraya ayırdığım zaman dilimi ne kadar kısıtlı olsa da ömrüm uzuyor sanki… 3 saat öncesinden gidiyorum sahneye, tamamen kendimi kapatıyorum dış dünyaya, sonra dövmelerimi kapatıyorum, ısınıyorum sahnede 1 saat kadar, makyajımı yapmaya başlıyorum. Hepsini müzikle yapıyorum zaten. Sonrasında oyun geliyor, oyun da 3 saat 15 dakika. Yani her oyun günü en az 6 saat 15 dakikam sahnede geçiyor. Ama bunu yapmazsam o sahnede varlık gösteremem çünkü çok zor bir oyun. Müjdat Hoca hep der, “Hantal roldür Hürmüz,” öyleymiş hakikaten; o yüzden dinamiğini hiç kaybetmemesine çalışıyorum. Çok renkli bir kadın, bu hayatta içimden bir Hürmüz çıkması gerekiyormuş. Bayılıyorum ona, sivri zekâlı, çok eğleniyorum onu oynarken. Oynadığım karakterler arasında en sevdiğim kadın oldu. Bir de Türk tiyatrosunda gerçekten reddebileceğin bir rol değil Hürmüz. Çok şanslı hissediyorum kendimi. Bana hayatın sunduğu en kıymetli hediyelerden biriydi bu, Müjdat Hoca ve Türker Abi buna vesile oldular. Benim için büyük bir onur. 1800 kişiyi alıyoruz oyunun içine, daha doğrusu sen onlara gidiyorsun sahneden bazen tek başına. Birbirimize ve seyirciye oynayışımız o kadar kıvrak geçiyor ki birbirine. Her oyunda gelenekselci türden yeni bir an keşfediyorum. İkinci perdenin neredeyse üçte ikisi vodvil ve orada da bambaşka bir matematik var tabii ki. Sürekli sahnedeyim. Biri giriyor, diğeri çıkıyor, sürekli trafik ve onun göbeğinde bir Hürmüz…Tempoyu hep diri tutmam gerekiyor. Birinci perdede kendini seyirciye anlatmasıyla başlayan, seyirciyi de o evin salonuna alan bambaşka bir üslup anlayacağınız. Ben bu üslubu bilmiyordum, öğrenmemiştim. O yüzden Hürmüz sayesinde Geleneksel Türk Tiyatrosu’nu ustasından öğrenmeye nail oldum. Bir de Hürmüz’ün büyüsü var tabii; çok sevilmiş bir oyun, hep kapalı gişe oynamış. Bunu tecrübe ettiğim için kendimi gerçekten çok şanslı, özel ve değerli hissediyorum. İnanılır şey değil, Hürmüz’de 30 bin kişi ağırlamışız, her hafta 1800 kişi. Bazen hafta sonu iki oyun, 3 bin 600 kişi. Hayatımda böyle bir hissi bir daha ne zaman yaşarım bilmiyorum.
Küçük büyük pek çok tiyatro sahnesinin açılması, tiyatro izleyicisinin de artmasını sağladı diyebilir miyiz?
Ustalara ve Türk tiyatrosuna bakıp hadsizlik etmeyelim ama yeni jenerasyon geldikçe sayı ve cesaret de gitgide çoğaldı diyebiliriz bence. Vaktiyle çok fazla ve önemli tiyatrolar kapanmak mecburiyetinde kaldı hatırlarsanız, çeşitli sebepler ve imkânsızlıklardan. Biz yetiştik diye düşünüyorum. Şimdi hatırı sayılır sayıda oyuncu birikimini, TV’den kazandığı kapitalle birleştirip herhangi bir ticarethane açmak yerine tiyatro ya da atölye kuruyor. Bu sorumluluğu benimseyen çok fazla insan var bizim jenerasyonda. Kimse bundan korkmuyor. Kapananlar da var, önemli değil, kapanabilirler ama cesaret var, güzel bir istikrar var, kimse bunu yapmaktan vazgeçmiyor. Bu da şahane bir duruş değil mi? Keşke daha da çoğalsa…
“Her şeyi birden yapıp tüketmek istemiyorum”
Plak kültürüyle ilgili olduğunuzu biliyorum, diğer dergimiz Plak Mecmuası’nı takip ediyorsunuz.
Plak koleksiyonum var; daha doğrusu babamdan bana kalan ve el koyduğum çok fazla plağım var, kendim de alıyorum senelerdir. Babam çok iyi müzik dinleyen bir adamdır. Ondaki sistem benim evimde yok. Çocukken beni her pazar farklı müzik türleriyle uyandırıyordu. Bir sabah Led Zeppelin, bir sabah Pink Floyd, bir sabah Müzeyyen Senar, bir sabah Vivaldi, bir sabah Armstrong. Eskiden plakları kaydedermiş kasetlere. Sistemin kasete döndüğü dönemde bütün sevdiği plakları, orijinal çıtır çıtır kayıtlarıyla kasete kaydetmiş. Onlar da duruyor. Benim için büyük bir keyif plak. Geçenlerde güzel bir şey oldu, Hürmüz’ün provalarına başladığım dönemde, arkadaşım Deniz Celiloğlu’nun Plakhane adında bir plak dükkânı var, dükkânından bana Yedi Kocalı Hürmüz‘ün Ayten Gökçer’li hücum sahne kaydını getirdi. Nasıl mutlu olduğumu dün gibi hatırlıyorum. Çok kıymetli benim için hepsi.
Evrencan Gündüz’le de çok keyifli bir düet yaptınız, devamı gelecek mi?
Evet, vaktimiz olsa bir tane daha yapacağız. Geçtiğimiz yazdan beri yapacağız, yapamıyoruz çünkü o da çok güzel bir yoğunluğun içine girdi. Çok mutlu oluyorum onun için çünkü genç ve kıymetli bir müzisyen. Dehasına çok güveniyorum, doğaçlama gücü inanılmaz. Zaten bir müzisyeni müzisyen yapan şeylerden biri doğaçlama kuvveti bence. Benim müzikle ilişkim de babamla, annemle ve tabii ki evde dinlenen müzikle başladı. Annem de Türk Sanat Müziği’ni harika icra eder, konserler dahi vermişliği var. Diğer kulağım da klasik Türk Sanat Müziği ile doludur yani. Müziksiz bir hayat düşünemiyorum. Bir karaktere hazırlanırken ya da ne yaparsam yapayım, üretime geçeceğim anda ya da bir ilhama yattığım noktada bana hep müzik yardımcı oluyor. Kendimi de öyle sağaltıyorum, onunla deşarj oluyorum. Gerçekten gıda gibi benim için. Burada mesela fotoğraf çekimi yapılırken sevdiğim şeyleri dinlemek istiyorum. Her türlü duyguyu müzikle sağaltabiliyorum içimde. Çok şeffaf hissediyorum kendimi, o yüzden çok önemli benim için.
Müzik alanında bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz peki?
Şimdilerde değil çünkü ses eğitimimin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Şimdilik eğlenebileceğim şeyler yapıyorum, Evrencan’la söylüyorum, yardım konserlerine çıkıyorum. Ama bunu profesyonel bir kayıt haline dönüştürmek belki ilerleyen zamanlarda, neden olmasın… Bunu yapmış harika kadın oyuncular var ülkemizde, Hümeyra, Zuhal Olcay gibi. Bu konuda da kafamı açan da Mehmet Aslantuğ’dur. “Sen bunu neden yapmıyorsun, bunu yapan kadınlar var, yapabilirsin,” dedi. Bir albüm çıkartmak değil belki ilk etapta ama bir gün bir yerde sahne almaya başlamakla yola çıkıp butik konserler verebilirim. Biraz daha yaş almam lazım diye düşünüyorum, şu an merkezimde yaptığım iş var. Bir de hayat, bize güzel bir zaman vermişse yaşayacaksam daha zamanım var demektir. Her şeyi birden yapıp tüketmek istemiyorum. Ona da ayrı bir konsantrasyon gerek, ona saygı duymak gerek.
Sinemada hedefleriniz var mı?
Bağımsız sinema filmi çok istiyorum ama maalesef bağımsız sinema yönetmenlerinin benim gibi popüler dizi oyuncularına karşı biraz önyargılı olduğuna inanıyorum. Senelerdir dizi yaptım, birkaç gişe filmi yaptım ama bağımsız sinema çok istiyorum evet. Bunun teklifi dahi gelmedi henüz, denemek bile istemiyorlar herhalde… Benim hayalimse bir Fatih Akın filmi.
Yazıyor musunuz?
Bir film senaryosu yazdım, bitti, belki de bana öyle geliyor. Bu senaryoyu kendim çekmek istiyorum. Benim için çok özel bir hikâye. Ama çekmeye henüz hazır değilim; o da rafta duruyor, yabancılaşıp tekrar dönüp okumak istiyorum hikâyemi. Biraz oturup konuşmak, tartışmak istiyorum üzerine. İleride bir gün çekerim belki, çok isterim çekebilmeyi, oynamaktan ziyade. İçgüdüyle yazdım. Çok da sevdiğim bir senarist arkadaşım Seda Altaylı yardım etti bana. Geçtiğimiz yaz üzerine çalıştık. O İstanbul’daydı, ben Bodrum’daydım. Ben yazdım, ona gönderdim, o yazdı, bana gönderdi. Böyle bir git-gel sonrası, hikâyenin kendisi adına çok manidar bir günde bitirdim ama hâlâ dönüp yüzüne bakmadım, yabancılaşmak istedim biraz.
“Neden hayranlarımla arama bir duvar öreyim ki?”
Fandomlarla ilişkiniz nasıl?
Çoğunluğu çok genç bir kitle, hepimiz o yaşlarda bazı insanlara büyük hayranlık duyduk. Ben Michael Jackson hayranıydım mesela. Sezen Aksu’ya ilk sarıldığımda hüngür hüngür ağladım, çocuktum daha; bunun nasıl bir his olduğunu biliyorum. Hiçbirini kırmamaya çalışıyorum. Oyuna geliyorlar, elimden geldiğince hepsine sarılıyorum, seviyorum, anlatıyorum, onlar da beni anlıyorlar, aramızda güzel bir ilişki var. Onların tutkusunu anlıyorum, bir dönemden geçiyorlar, bu onlar için keyifli bir şey. Ama onlara da söylüyorum, bunu çok da büyütmemek lazım, yarın benden vazgeçecekler çünkü, yani tutkunluktan ziyade daha sağlıklı bir beğeniye dönüşecek. Bir taraftan da koşulsuz büyük bir sevgi hissettiğim. Bazen diyorum ki ben bunu hak edecek ne yapmış olabilirim? Özenli davranmaya çalışıyorum o yüzden. Tiyatroya beni izlemeye gelenler ve çıkışta bekleyenlerin istedikleri tek şey, fotoğraf çekmek ve biraz sohbet etmek. Ben bunları neden istemeyeyim ki, neden bir duvar öreyim? Elimden geleni yapıyorum. O yüzden karşılıklı, gerçek bir sevgiye dönüşüyor aramızdaki bir yerden sonra. İnanılmaz ama beni hissediyorlar, tanıyorlar artık. Hayatımda yüzünü görmediğim ya da bir iki kez gördüğüm insanlar ne hissettiğimi, ne yaşadığımı anlayabiliyorlar bazen… Bu, çok acayip bir duygu.
Röportaj, Episode Dergi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır…