Christopher Nolan’ın Maksimalist Sinema Anlayışı, Anlatı Kalıpları ve Dünyaların Yok Edicisi ‘Oppenheimer’
Sinema adına son yılların en gösterişli dönemini yaşıyoruz. Pandemi ve post-pandemi sürecinde çıkmaz sokağa giren sinema endüstrisi düşen izleyici oranları nedeniyle büyük kayıplar yaşamıştı. Ancak yaza damgasını vuran “Barbenheimer” çılgınlığıyla sinema ve eğlence sektörü yeniden canlandı. Greta Gerwig’in Barbie’si ile Christopher Nolan’ın Oppenheimer filminin eşzamanlı vizyona girmesiyle başlayan bu çılgınlık, küresel markaların da dahil olduğu viral bir pazarlama ve dijital medya stratejisine dönüştü.
Özellikle WGA (Amerika Yazarlar Birliği) ile SAG-AFTRA’nın (Amerika Oyuncular Sendikası) birlikte greve gittiği ve ciddi çatışmaların yaşandığı bir dönemde, Barbenheimer’ın yarattığı etki de stüdyoların yüzünü güldürdü. Tabii bir yandan Barbenheimer, stüdyolar arası bir meydan okumaya da sahipti.
Christopher Nolan, Tenet (2020) filminin vizyon sürecinde yaşanan anlaşmazlıklardan sonra uzun yıllardır çalıştığı ve istediği her şeyi yapabildiği Warner Bros.’tan ayrılıp Universal Studios’a geçmişti. Warner Bros. da buna tepki olarak Barbie’yi Oppenheimer ile aynı gün gösterime soktu. Barbie izleyici kitlesinin genişliği sebebiyle Oppenheimer’ı sollasa da bu karar Oppenheimer’ın PR kampanyasına hayli olumlu yansıdı.
Oppenheimer, Nolan filmografisindeki The Dark Knight (2008) ve The Dark Knight Rises (2012) sonrasında en iyi üçüncü açılışı yapan film oldu. Bununla birlikte Oppenheimer, Todd Phillips’in Joker’inden bu yana en iyi “Rated R” film açılışını da yaptı. Bir gişe canavarı olan Nolan, böylece kendisi adına yeni rekorlar kırmış oldu.
Warner Bros.’un Nolan’ı geri kazanmak istemesi de bundan ötürü. O, Hollywood’daki her stüdyonun çalışmak istediği bir isim. Peki, Nolan’ın bu sinema vizyonunun, yıllar içerisinde yarattığı sadık izleyici kitlesinin ve “blockbuster” başarısının arkasında neler yatıyor?
Zamanın Göreliliği, Kurgu Oyunları, IMAX Tutkusu ve Biçem Üzerine Kurulu Misyon
Aslında Nolan’ın sinema tutkusu tıpkı Steven Spielberg gibi çok küçük yaşlarda başladı. Orta üst sınıf bir aileden gelen Nolan, 2001: A Space Odyssey ve Star Wars filmleri sayesinde sinemaya tutuldu. Reklam yönetmeni olan babasının 8 mm. kamerasını kullanarak kısa filmler çekmeye başlayan Nolan, yeteneğini de kısa sürede gösterdi. Daha 11 yaşındayken yönetmen ve yapımcı olmaya karar veren Nolan, lise yıllarında çektiği kısa film Tarantella (1989) ile de yürüyeceği yolu gösterdi.
Fakat babasının ısrarları üzerine farklı bir alanda lisans eğitimi almaya ikna oldu ve University College London’da (Londra Üniversitesi Akademisi) İngiliz dili ve edebiyatı okudu. Açıkçası bu karar da onun sinemasına ve öykü anlatımına fazlasıyla etki etti.
Esasen Fransız yazar André Gide’in ortaya attığı “sonsuzluğa düşüş” de (mise en abyme) onun bakış açısını en iyi anlatan kavramlardan biri. Romanda bir üstkurmaca tekniği olan bu kavram, postmodern romanın temellerini atan yeni romancılar tarafından kullanıldı.
“Erken anlatım” olarak da tanımlanan sonsuzluğa düşüş, olayların yinelenmesi ve benzer görüntüler sayesinde parça bütün ilişkisi kurmayı kapsar. Anlatının içindeki mikro hikâyeler yapıtın bütününü temsil eder ve genellikle sonsuz tekrar eden bir diziyi ima edecek şekilde kullanılır. Edebiyat eğitimi alan Nolan, bu kavramı filmlerinde katman sağlamak ve karmaşık yapılar kurmak için sıklıkla kullanır. Memento (2000), Inception (2010), Interstellar (2014), Dunkirk (2017) ve Tenet (2020) filmleri de bunun en iyi örnekleridir. Sinemasındaki hiçbir görüngü de tesadüfi değildir. Bir mühendis gibi filmlerini dıştan içe doğru tasarlar.
Zaman mefhumu üzerine de takıntılı olan Nolan, filmlerinde çoğunlukla doğrusal olmayan bir zaman çizgisi kullanır ve çapraz kurgulara yer verir. Tematik motifleri, tutarlı estetik algısı ve kendine has realistik imajları ile de “auteur” özellikler taşır.
Doğrusu simetri ya da tekrarlama, geleneksel sinema ile özdeşleştirilen unsurlardır. Bu açıdan Nolan filmlerinde birçok geleneksel ve ana akım kod mevcuttur. Fakat bunları zaman akslarını kırarak kusursuz bir teknikle ve bilmeceler yaratarak kullanır.
Alametifarikasının başında da stil sahibi bir görsellik ve kurgusunu tamamlayan ses tasarımları, miksajı gelir. Olay örgülerini ve sebep sonuç ilişkilerini sinematografik öğeleri en güçlü şekilde kullanarak verir. İlk uzun metrajı Following’i (1998) 6 bin dolar ile çeken Nolan, ölçeğini de yıllar içinde eşine az rastlanır biçimde geliştirmiş ve film bütçelerini akıl almaz boyutlara getirmiştir.
Kanadalı bir teknoloji firması olan “IMAX Corporation” tarafından geliştirilen IMAX (Image Maximum) kullanımının altında da bu yatıyor. İlk olarak Batman serisinde kullandığı IMAX kameraları karakteristik bir uzantısı haline getiren Nolan, yaptığı anlaşmalarla da kullandığı araç gereçleri sürekli modifiye ediyor ve daha yüksek standartlar belirliyor. 65 mm (70 mm olarak da geçer) formatta çektiği ve yatay olarak yansıtılan görüntülerden oluşan filmleri de maksimum kalitede sinema deneyimi sunuyor.
Nolan’ın dijitalizm ve platformlar çağında sinemayı eski okul bir tutkuyla ayakta tutma çabası da bundan kaynaklı. CGI (Computer Generated Imagery) kullanmaktan kaçınması ve her şeyi olabildiğince hiperrealistik kılmaya çalışmasının sebebi de bu. Ayrıca Interstellar’dan (2014) beri birlikte çalıştığı Avrupa kökenli görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema da Nolan’ın kariyerinde önemli bir yerde duruyor. Onun biçem üzerine kurulu misyonu Hoytema’nın görsel yeteneği ile boyut atlıyor.
Son olarak Oppenheimer’da da birlikte çalışan ikili, IMAX kameralarla film çekmenin sınırlarını daha da zorladı. Oppenheimer, geliştirilmiş IMAX kameralarla ve 65 mm analog siyah beyaz film stoğu kullanılarak çekildi. Bu da bir ilk olarak tarihe geçti.
‘Oppenheimer’: Bir İçe Çöküş ve Vicdan Öyküsü
“Atom bombasının babası” olarak anılan J. Robert Oppenheimer, Albert Einstein’ın açtığı kapıdan giren ve nükleer çağı başlatan teorik fizikçilerden biriydi. Yeni kuantum ve görelilik kuramları üzerine çalışmalar yapan Oppenheimer, özellikle atom altı parçacıklarının enerji süreçleri konusunda uzmandı. Kariyeri boyunca nötron yıldızları ve kara delikler üzerine de çalışmalar yaptı.
Kendisine “The Destroyer of Worlds” (Dünyaların Yok Edicisi) diyen Oppenheimer’ın hikâyesi de Nolan’ın obsesif olduğu konular göz önünde bulundurulunca anlatılması gereken türden bir hikâyeydi.
Filme kaynaklık eden Pulitzer ödülü kazanmış ve çok satan olmuş American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer (Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü), Oppenheimer’ın hayatını ve yaşadığı dönemi oldukça kapsamlı şekilde irdeleyen bir eser.
ABD’deki arşivlerden, FBI kayıtlarından, Oppenheimer’ın ailesi, dostları, meslektaşlarıyla yapılan söyleşilerden oluşan kitap, Nolan için yoğrulmayı bekleyen hazır bir materyal niteliğindeydi. Oppenheimer’ın yükselişi ve düşüşü de sinematik anlamda çekici bir dramaya sahipti.
Ayrıca kendisine mitik bağlamda “Prometheus” yakıştırması yapılması da hikâyesiyle çok bağdaşıyor. Prometheus mitolojide “önceden gören” anlamına geliyor ve titanların soyundan geliyor. Tanrıların düzenine karşı çıkan Prometheus, insanları yaratmış ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vermiştir. Bu nedenle de Zeus tarafından cezalandırılmıştır. Nolan’ın bu mitolojik bağlantıyı da layıkıyla kurduğunu söylemek gerekiyor.
180 dakikalık süresiyle Nolan’ın en uzun filmi olan Oppenheimer, epik bir biyografi olarak da dikkat çekiyor. Filmdeki palet değişiminin ve IMAX siyah beyaz analog tercihinin de hikâyeye sembolik bir ağırlık kattığını belirtmem gerekiyor. Üç farklı zaman aksında ilerleyen filmin temposu ağır. Nolan, izleyiciye boşluk bırakmayı seven bir yönetmen değil, bunu bu filminde de görüyoruz. Fakat Nolan’ın kendine has çapraz kurgusu akışa olumlu yansıyor. Filmin parladığı esas nokta ise protagonist Oppenheimer’ın karakter arkında yatıyor. Oppenheimer, nükleer çağa öncülük eden teorik bir fizikçi olmasının yanı sıra sıkı bir entelektüel. İdeolojik olarak komünist eğilimleri olan Oppenheimer, hayatı boyunca da politikayla, edebiyatla ve psikolojiyle haşır neşir olmuş bir isim. Filmdeki Karl Marx ve Sigmund Freud göndermeleri boşuna değil. O yüzden Nolan’ın Oppenheimer’ın karakter çalışmasını titizlikle yaptığını söylemem lazım. Doğrusu Oppenheimer’ın gelişimini film boyunca merakla takip ediyoruz.
Oppenheimer, ABD’de fişlenmiş bir komünizm sempatizanı olmasına rağmen “Manhattan Projesi”nin başına getirilmiş bir biliminsanıydı. Oppenheimer’ın bunu kabul etmesinin sebebi ise Yahudi kökenli olması ve Nazilere duyduğu nefretti. Nazilerin atom bombası üretme konusundaki en büyük umudu ise bir başka ünlü fizikçi Karl Werner Heisenberg’di. Oppenheimer’ın bu konudaki çekinceleri, egosu ve yarışı ise kişisel laneti oldu.
Açıkçası film, Oppenheimer’ın Manhattan Projesi sonucundaki içe çöküşünü ve ahlaki ikilemlerini çok doğru bir yerden ele alıyor. Nolan’ın Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan sonra Oppenheimer’ın vicdan azabını ve ruh halini yansıtmak için kullandığı imgeler de dramayı katmerliyor. Film bu aşamada Batı uygarlığının girdiği yolu ve nükleer güç mücadelesini de eleştiriyor. Üstelik Nolan, Oppenheimer’a yapılan psikolojik terörün, itibarsızlaştırma çalışmalarının ve kapalı oturum olarak gerçekleştirilen “Atomik Enerji Komisyonu” sorgulamasının üzerinde özellikle duruyor. Film bu açıdan da Joseph Raymond McCarthy dönemindeki sağcı zihniyete ve komünist suçlamalara vurgu yapıyor.
Ancak filmin aksadığı bazı kısımlar da bulunuyor. Bunların başında da Nolan’ın haklı olarak eleştirildiği edilgen kadın karakter yazımı geliyor. Kardeşi Jonathan Nolan’ın yazar olarak bulunmadığı yapımlarda bu durum daha da belirgin, Oppenheimer’da da bunu görüyoruz. Keşke Emily Blunt ve Florence Pugh’a daha çok alan açılsaymış. Bilhassa Florence Pugh’un canlandırdığı Jean Tatlock karakteri hem tarihsel açıdan hem de Oppenheimer’ın özel hayatında çok önemli bir yerde duruyor.
Tatlock, ABD Komünist Partisi üyesiydi ve partinin yayın organı Western Worker’da da yazardı. Aynı zamanda psikiyatr olan Tatlock, Oppenheimer’ın romantik olarak bağlı olduğu esas kişiydi. Oppenheimer’ın iki kere evlilik teklif ettiği ve reddedildiği bu ilişki, Tatlock’ın majör depresyon sonucunda intihar etmesiyle son buldu. Bir dönem aslında eşcinsel olduğunu da düşünen Tatlock’a filmde daha çok yer verilmesi gerekirdi. Keza Emily Blunt’ın canlandırdığı Kitty Oppenheimer karakteri için de durum benzer.
Yine de filmdeki oyuncu performanslarına şapka çıkarmak, Nolan’ın oyuncu yönetiminin de hakkını vermek lazım. Bu noktada başroldeki Cillian Murphy’nin kusursuz bir Oppenheimer olduğunun altını çizmeliyim. Fiziksel benzerliğinin yanında Oppenheimer’ı her şeyiyle içine çekmiş. Oscar yarışının başında yer alacağı aşikâr. Keza Lewis Strauss rolündeki Robert Downey Jr.’ın da kariyerindeki en iyi ve en olgun performanslarından birini izliyoruz. Fakat filmin gizli yıldızının Ludwig Göransson olduğunu da itiraf etmeliyim. Göransson’un ses tasarımları Nolan’ın kurgusunu tamamlıyor ve filme işitsel bir derinlik katıyor.
Sonuç olarak Oppenheimer, Nolan’ın filmografisindeki en “Amerikalı” ve Akademi’ye göz kırpan yapım olarak karşımızda duruyor. Belli ki arzu ettiği Oscar heykelciklerini de artık almak istiyor.
Bu yazı, Episode’un 50. sayısında yayımlanmıştır.