Cingöz Recai’nin Dönüşü Muhteşem Olamamış | Furkan Erkan
Server Bedi’nin (nam-ı diğer Peyami Safa) polisiye edebiyatımıza armağan ettiği yerel Arsen Lüpen imajı çizen Cingöz Recai’nin sinema macerası Metin Erksan’ın 1954 yapımı film-noir estetiğine yakın uyarlamasıyla başlamıştı. Aradan geçen birkaç seneden sonra önceki filmde Recai’yi canlandıran Turan Seyfioğlu’nun anısına bir nevi jübile sayılabilecek 1969 yapımı Safa Önal yönetmenliğinde ve başrolde Ayhan Işık’ı karşımıza çıkaran nispeten daha eğlenceli versiyonuyla, Cingöz Recai giderek Türk sinemasının ikonik karakterlerinden haline gelmişti. Aradan geçen 48 yıldan sonra ise Cingöz Recai, bu kez Onur Ünlü’nün yönetiminde ve başrolde de Ayhan Işık’ın günümüzdeki yegane halefi sayılabilecek Kenan İmirzalıoğlu ile bir kez daha beyazperdede.
Onur Ünlü, yerli sinemada absürt bir dili kendine has tarzıyla sinemasına aktarabilen, kimi zaman dağınık hikayelere sahip olsa da işin içine kara mizahı da katarak sivrilebilen yönetmenlerden. Ne var ki filmografisinin son örneklerine baktığımız zaman kalite anlamında ciddi bir düşüş yaşadığını görüyoruz.
Açıkçası yeni Cingöz Recai’yi, Pınar Bulut ve Kerem Deren’in kaleminden çıkma bir metinle yöneteceğini duyunca ufaktan da olsa heyecanlanmadık değil. Bilhassa senaristler, bu merakı giderek tetikliyordu. Fakat maalesef filmin bana göre bir fiyasko yaşamasında en büyük etkenlerden biri senaryodan kaynaklı gelişiyor. Çünkü yazılan karakterler, dramatik yapının gelişimi, çatışma noktaları, ikna edicilik veyahut ters köşeler anlamında çalakalem yazılmış TV filmine yakın bir metin var karşımızda. Üstelik bu gayet hafif, hızlı, seyircinin beynini çok yormayacak, olumsuz örnek teşkil edecek sigara, alkol, vs. unsurlarından mümkün mertebe arındırılmış film, kendini de epey ciddiye almaya başlıyor. Hatta ikinci yarıdan sonra iyice klişeler yumağına dönüşüp didaktik bir milliyetçiliği de benimsediği oluyor.
İkinci bir etken atmosferin yapaylığı. St. Petersburg’deki sekansla açılan ve sonrasında ekseni İstanbul’a doğru kayan Cingöz Recai’nin macerasının geçtiği yerler elbette görsel açıdan bir şıklık barındırıyor. Yer yer aksiyon sekanslarında ve genel planlardaki kadraj almadaki birtakım yetersizlikler gözle görülür bir biçimde vuku bulsa da görüntü yönetmeni Vedat Özdemir’in filmdeki katkısı yadsınamaz elbet. Ancak bu cilalı Hollywood stili hikayenin bu topraklara ait olmayacak bir şekilde günümüzde geçmesinden mütevellit yapay durduğunu da söylemek lazım. Düşünsenize akıllı telefonların, hızlı ulaşım araçlarının ve hatta yapay zekanın bile olduğu bir milenyum çağında 60’lar sinemasındaki dedektifler gibi giyinen, imajını ona göre düzenleyen karakterlerin son model arabalarla gezip, şifre kırmaları, sistem hacklemeleri tuhaf değil mi sizce de? Ya da tam tersi teknolojik açıdan donanımlı bir dünyada bu tarz bir alafrangalığı benimsemek ne kadar tutarlı duruyor?
Kenan İmirzalıoğlu, Haluk Bilginer, Meryem Uzerli, Serkan Keskin gibi iddialı kadrosuna rağmen genel anlamda oyunculuklar açısından sınıfta kalıyor. Aslında burada da yine senaryonun kabahati var çünkü İmirzalıoğlu ve Bilginer dışında kimsenin hikayeye pek bir katkısı olamıyor. Ya güldüren ya aracı olan ya engel teşkil eden ve özetle ‘şöyle bir geçen’ yan karakterler galerisi sadece.
Meryem Uzerli’nin canlandırdığı Göze karakterinin Cingöz Recai ile olan aralarındaki ilişki de bir türlü seyirciyi inandıramıyor. Selim Bayraktar, Hakan Boyav ve Ushan Çakır’ın canlandırdıkları demode ve sakil duran kötü adam tiplemeleri filmin temposunu yükselteceği yerde düşürüyor. Asla derinleşmeyen, karakterlerin psikolojik yönlerinin irdelenmemesi de onlar gibi diğer yan karakterleri de Hollywood’un casus filmlerindeki tipik figürlerine dönüştürüyor.
Açıkçası Cingöz Recai ve Mehmet Rıza Başkomiser’in mazilerindeki bir mevzu ve aralarındaki rekabet leziz bir malzeme barındırıyor senaryoda. Bu kadar kötü adam ve geçmişin peşinden gitmek yerine ikilinin üzerine yoğunlaşılsaymış, hikaye günümüz yerine biraz daha Peyami Safa’nın romanı yazdığı yıllarda geçseymiş açıkçası bu fiyakalı Avrupai stil, o kadar fazla sırıtmazdı ve zevkli bir seyirliğe kavuşurdu.
Yine de neticede tüm bu yapaylığına rağmen yerli ana akım sinemamızın son zamanlarda pek alışkın olmadığı şekilde teknik açıdan da olsa bir ‘’sinema’’ estetiğini yakalayabilmesi de takdiri hak ediyor.