‘Daisy Jones and the Six’: Biliyorum, Sadece Rock’n’roll

 ‘Daisy Jones and the Six’: Biliyorum, Sadece Rock’n’roll

Rock’n’roll dinlememek insana pek bir şey kaybettirmeyebilir. Yine de bir kere onun avcuna düştünüz mü artık kurtuluş yoktur. Zamanlar ötesi bir bilginin vaktinde söylediği gibi: Biliyorum, nihayetinde sadece rock’n’roll ama seviyorum işte!

Prime Video’nun Taylor Jenkins Reid’in romanından uyarlama Daisy Jones and the Six dizisiyle ilgili size iki şeyin garantisini verebilirim: Birincisi, bu diziyi izlemezseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz; ikincisi, benim gibi bir rock’n’roll tutkunuysanız bu diziyi seversiniz.

Rock'n'roll

Pittsburgh’den LA’ye

Daisy Jones and the Six, 1970’lerde geçiyor ve o yıllarda bolca bulunan, zirveye çıkmaya hevesli genç bir rock’n’roll grubuyla Daisy Jones isminde bir kızın hikâyesini anlatıyor. Daisy Jones, çok yetenekli ama zengin ailesinin umursamazlığı altında özgüvenini yitirmiş, yalnızlığını şarkı yazarak gidermeyi öğrenmiş, sonunda hayallerinin peşinden gitmek üzere evini terk etmiş güzel bir şarkıcı. Bu arada size ironik bir bilgi vereyim: Daisy Jones’u canlandıran Riley Keough, Kral’ın torunu. Kral Charles’tan ve diğer zırtapozlardan bahsetmiyorum elbette; gerçek kraldan, Elvis Presley’den bahsediyorum.

Neredeyse tüm oyuncular gibi Keough da Daisy Jones rolünde pekâlâ iyi performans sergiliyor. Bu rolü yalnızca dedesinin ve dedesinden daha az meşhur şarkıcı annesinin (Lisa Marie Presley) torpiliyle almadığını ispatlıyor. Nitekim rolünün hakkını verebilmek için aylarca vokal koçlarıyla çalışmış. Hiç de fena şarkı söylemiyor hani!

Dizinin bir diğer başrolü, Dunne Brothers grubunun solisti Billy Dunne’u canlandıran Sam Claflin de Keough’tan aşağı kalmıyor. Hem iyi oyunculuk sergiliyor hem de iyi şarkıcılık. Her iki isim de şarkıları başkasına söyletmeyi tercih edebilirlerdi; onun yerine aylarını şan çalışarak geçirip mikrofonu kendi ellerine almalarını alkışlıyoruz.

Daisy Jones and the Six

Dunne Brothers demişken dizinin şu hikâyesinden de ufaktan bahsedelim. 1970’lerin başında, ABD’nin Pennsylvania eyaletinin batısındaki Pittsburgh şehrindeyiz. Burası rock-star olmak için çok küçük bir şehir ama dört çocukluk arkadaşı bu şehrin sınırlarını aşmaya kararlı: Billy ve Graham (Will Harrison) Dunne kardeşler, Eddie Roundtree (Josh Whitehouse) ve Warren Rojas (Sebastian Chacon). Bunlar ufak tefek kulüplerde ve eğlencelerde Dunne Brothers adı altında sahne alıyor, dönemin meşhur blues ve rock’n’roll şarkılarını seslendiriyorlar. Muhtelif sahnelerde onları “Susie Q” çalarken duyuyoruz ki bir Rolling Stones kadar olmasa da parçayı hiç fena yorumlamıyorlar! Derken onları beğenen bir turne menajeri, Pittsburgh’de çürüyeceklerini ve Los Angeles’a gitmeleri gerektiğini söylüyor. Onlar da LA yoluna düşüyorlar.

Aynı sıralarda Daisy Jones şarkı yazarak yalnızlığından kaçmakla meşgul. Ne var ki ailesinden hiç destek görmüyor, birtakım erkekler şarkılarını çalıp şöhret oluyor ve birtakım erkekler de onu alelade bir ilham kaynağı olarak görüyor. Halbuki Daisy Jones, “ilham kaynağı değil, ilham gelen kişi” olduğunda ısrarcı. Nihayetinde o da yollara düşüyor

Gel zaman git zaman, Dunne Brothers ile Daisy Jones’un yolları kesişiyor ve hikâye asıl bundan sonra başlıyor. Artık Daisy Jones and the Six adını alan grup, şöhret basamaklarını adım adım tırmanırken hemen her rock’n’roll grubunun yaşadığı zorluklara ve kavgalara tanık oluyoruz. Bu bir rock’n’roll macerası.

Daisy and Six

Bir Rock’n’roll Macerasını Anlatmak

Ne var ki Daisy Jones and the Six dizisi, türünün diğer örnekleriyle aynı sorundan mustarip: Bir rock’n’roll macerasını anlatmak. Kurgusal müzisyenleri/grupları odağına alan filmler ve diziler “inandırıcılık” meselesiyle boğuşurlar. Bunun çok basit bir nedeni vardır: Daisy Jones and the Six örneğindeki gibi Fletwood Mac’i kendinize model alabilirsiniz (ben demiyorum, dizinin uyarlandığı romanın yazarı Mac’ten esinlendiğini söylüyor) ama Fletwood Mac’i Fletwood Mac yapan, taklit edilemezliğidir. Aslına bakarsanız, 1970’lerde zirveye çıkmış hemen her grup için bu geçerlidir. Daisy Jones and the Six grubunun sahiden eşsiz bir grup olduğuna inanmamız maalesef mümkün değildir; mümkün olsa Fletwood Mac’i taklit etmeleri gerekmezdi ve müzik tarihi çoktan Daisy Jones and the Six diye bir grubu efsaneleri arasına kaydetmiş olurdu. Demem o ki, kurgusal bir grubun efsanevi bir grup olduğuna kulaklarımız mümkün değil inanmaz! Hele o kulaklar Fletwood Mac, Rolling Stones, Beatles ya da Led Zeppelin ile büyüdüyse!

Aslında dizinin senaristleri Scott Neustadter ve Michael H. Weber ile yönetmeni James Ponsoldt, bu inandırıcılık sorununun farkında olsa gerek. Çünkü Daisy Jones and the Six’in öyküsünü bize bir mockumentary olarak vermeyi tercih etmişler. Yine de bunun pek işlediğini söyleyemeyeceğim. Dizinin her anında Daisy Jones and the Six grubunun müziğini sevdim ama hiçbir anında o büyük gruplardan biri olduğuna inanmadım.

Bana kalırsa müzik tarihinin efsanevi dönemlerinden birini işlemeye niyetliyseniz, odağınıza asla kurgu bir grubu almamalısınız. Çünkü sizin uydurduğunuz o grupla kıyaslanabilecek pek çok efsane vardır. Benim gibi bir ukala, kalkıp uydurduğunuz grubun neden Doors kadar orijinal ya da Fletwood Mac kadar yetenekli olmadığını sorgulayabilir.

Rock'n'roll

Peki, müzik tarihinin unutulmaz zamanlarını sadece biyografiler ya da belgesellerle mi anlatabilirsiniz? Elbette hayır. HBO’nun Vinyl dizisini bir düşünün: Martin Scorsese ve Mick Jagger imzalı bu kısa ömürlü dizi (yalnızca tek sezon sürmesine izin verilmişti), kurgu bir plak şirketini konu alıyordu. Bu plak şirketi, yine kurgu bir punk grubunu (o grubun solistini de Mick Jagger’ın oğlu canlandırıyordu) parlatmaya çalışıyordu ama anlatının merkezinde grup değil, plak şirketi vardı. Üstelik anlatı, başta New York Dolls olmak üzere birçok gerçek grubu da işliyordu. Anlatının odağında plak şirketinin olması, inandırıcılık sorununun üstesinden geliyordu.

Bu tip anlatılarda bazen sadece bir karaktere odaklanmak da inandırıcılığı kuvvetlendirebilir. Whiplash filmini düşünün. O film, temelde bir müzisyenin kendisiyle mücadelesini ele alıyor ve mükemmeliyetçiliği sorguluyordu. Böyle bir anlatıda kimse o davulcu çocuğun Elvin Jones kadar iyi olup olmadığını sorgulamazdı ve sorgulamadı. Zira mesele o değildi, doğal olarak inandırıcılık sorunu gündeme bile gelmiyordu.

Demem o ki, bana efsanevi bir grubun hikâyesini anlatıyorsanız o grup gerçekten olağanüstü olmalı. Yoksa lütfen anlatınızı değiştiriniz. Daisy Jones and the Six dizisinin en büyük sorunu, merkezine aldığı grubun sadece iyi olması; olağanüstü değil!

Kral Gelimer’in Liri

Yine de her müziksever, hele rock’n’roll tutkunuysa Daiy Jones and the Six’i sevecektir. Çünkü bu dizideki hiçbir şey standardın altında değil ve müzikler iyi.

Vandal Kralı Gelimer’in öyküsünü bilir misiniz? Bu adam, Bizans İmparatoru Büyük Jüstinyen’e mağlup olmuş ve yanındaki az sayıda adamla beraber dağlara kaçmıştır. Sonunda bir Bizans birliği tarafından kuşatılmış, canının bağışlanması ve şerefli muamele görmek karşılığında teslim olmaya davet edilmiştir. Ancak Gelimer, bu teklifi reddetmiş ve teklifi ileten Bizans kumandanından bir lir istemiştir. Bizanslılar bu isteğe elbette çok şaşırmıştır. Gelimer’in isteğini yerine getirdiler mi bilmiyoruz ama bu ince ruhlu Vandal’ın neden can derdindeyken bir enstrüman istediğini biliyoruz. Gelimer, savaşta yitirdiği kardeşine bir mersiye yazmıştır ve bunu bir kez olsun çalmak istiyordur.

Rock'n'roll

İşte, müzik böyle bir şey. Amansız bir tutku, şifalı bir ses, ne derseniz deyin, kesinlikle sihirli bir varlık. Daiy Jones and the Six, efsanevi grupların olağanüstülüğünü değilse bile müziğin tutkulu tarafını yakalamayı beceriyor. Özellikle başkarakterler Billy ve Daisy’nin yolculukları, müzik tutkusunun nasıl bir kuvvet olduğunu gösteriyor. Üstelik bunu gösterirken izleyiciye iyi müzikler dinletiyor.

Karakterlerin kendileriyle ve birbirleriyle çatışmaları ise bir müzik grubunun işleyişini gerçekçi şekilde gözler önüne seriyor. Grubun dizinin anlattığı kadar büyük olduğuna ikna değilseniz bile, ki ben değilim, rock’n’roll endüstrisinin en şaşaalı zamanında 10 bölümlük bir yolculuğa çıkmak çok cazip bir davet. Uyuşturucu, alkol, seks, aşk, para, müzik ve kavga. Bütün bunlar iyi oyunculuklarla birleşince ortaya sürükleyici bir dizinin çıkmaması zaten imkânsız!

Uzun lafın kısası, Daisy Jones and the Six, müzik meraklılarının -Tarkan’ın deyişiyle- “hüp diye” içine çekeceği bir yapım. Ne var ki, yeterince inandırıcı olmadığından, 1970’lere ya da müzik endüstrisine meraklı olmayanların pek de ilgisini çekmeyecektir. Dizilere ve filmlere puan vermek moda; ben de müsaadenizle bu yazıyı diziyi puanlayarak bitireyim: Üç buçuk veriyorum, beş üzerinden.

Bu yazı, Episode’un 48. sayısında yayımlanmıştır.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir