Deniz Akçay: “İstanbullu Gelin”, Baktığım Yeri, Kalemimi Değiştirdi, Bana Alan Tanıdı
[highlight]2000 yılında Ayrılsak da Beraberiz ile başlayan serüvenini bir süredir Star TV’de yayınlanan İstanbullu Gelin‘le sürdüren senarist ve yönetmen Deniz Akçay, İstanbullu Gelin‘in bakış açışıyla birlikte kalemini değiştirdiğini, kendisine alan tanıdığını söylüyor. Yazarımız Devrim Toyran’ın sorularını yanıtlayan Akçay, en çok Adem’in terapi seanslarını yazarken zorlandığını belirtiyor, dizinin yönetmeni Zeynep Günay Tan ile yakaladığı uyumun önemini vurguluyor. Akçay’ın bir de müjdesi var: İstanbullu Gelin, gelecek sezon da yoluna devam edecek…[/highlight]
Başlıca rolleri Özcan Deniz (Faruk), Aslı Enver (Süreyya), İpek Bilgin (Esma), Salih Bademci (Fikret), Fırat Tanış (Adem), Güven Murat Akpınar (Osman) ve Tamer Levent’in (Garip) üstlendiği O3 Medya yapımı İstanbullu Gelin, yarın akşam yarım dalya demeye hazırlanıyor. 50. bölümüyle izleyici karşısına çıkacak İstanbullu Gelin‘i, dizinin senaristi Deniz Akçay’a sorduk. Sorularımıza içtenlikle yanıt veren Akçay, çok yorulduklarını saklamasa da dizinin geldiği noktadan ve başarısından memnun…
Röportaj: Devrim Toyran
“İstanbullu Gelin”de kadınlar, hikâyenin akışını belirlemede çok etkin. Verdikleri kararlar, olaylar karşısındaki duruşları, mutlaka diğer insanların hayatına temas ediyor. Kadının gücünü izlemeyi seviyorum. Doğru mu anlamışım?
Aslında durduğumuz yer tam da burası çünkü kadın, mesela Süreyya, öyle bir karakter ki bazıları, “Kimse bu kadar iyi olamaz,” diyor. Oysa Süreyya’nın bir sürü küçük küçük bencillikleri, kendine yonttuğu alanlar var. Kanatsız melek yapmıyoruz Süreyya’yı ama şunu seçiyor; her durumda ve kasıtlı olarak, çatışma varsa sevgide kalıyor. Zorlanıyor bazen, yanlış yaptığı oluyor ama günün sonunda çok zor da olsa seçimi sevgide kalmak oluyor. O zaman diğer karakterleri dönüştürmeye başlıyor. Çünkü sevgi değiştirir, dönüştürür, iyileştirir. Söylemeye çalıştığımız şeylerden biri de bu. Bu konuda kadınlar daha açıklar, erkekler daha ketum.
“Esma’nın saldırdığı, kendi gençliği, yapamadıkları”
Dizide gördüğüm, aşkın insanlara ne kadar yakıştığı, ne kadar iyi geldiği. Favori ikilim, Esma Hanım’la Garip Bey. İki yetişkinin de gayet tutkulu bir aşk yaşayabileceğini gösterirken aslında bize tam olarak ne anlatmak istediniz?
Esma ile Garip, Zeynep’le (dizinin yönetmeni Zeynep Günay Tan) ikimizin de daha çok aslında niş çiftimiz. Esma’yla ilgili olarak, diziyi devraldığımda karakterleri kafamda bir yere oturtabilmek için Esma’nın o tanımlanamaz kötülüğünü bir yere bağlama zorunluluğu hissettim çünkü öbür türlü derinleşemiyordu. Bu kadının motivasyonu ne? Neden bu kadın Süreyya’dan bu kadar nefret ediyor? Karşısındaki de somut, can sıkıcı bir şey yapmış biri değil günün sonunda. Ve şuna bağladım hikâyeyi; Esma, kendi yaşayamadığının aslında yaşanabileceğini görmek duygusuyla hemhal olamıyor. Aşk için mücadele etseydim belki de bunu yaşayacaktım duygusu ve o kayıp hissi günün sonunda o kadar ağır geliyor ki, o duygu ile barışamadığı için Süreyya’da vücut bulmuş o cesaret, Esma’yı Süreyya’yı her gördüğünde kaşıyor, tetikliyor ve ona saldırmasına yol açıyor. Aslında saldırdığı kendi gençliği, kendi yapamadıkları.
Önceki bölümlerden birinde Süreyya, Faruk’a “Anneler de insandır,” diyordu. Sanırım işaret etmek istediğiniz nokta bu…
Köksüz filmim Venedik’ten Tokyo’ya birçok festivale katıldı ve orada yaptığım röportajlarda şunu gördüm; Akdeniz ve Tokyo’da daha yaygın, Avrupa’da daha az olan bir algı var: Baba öldüğü zaman anne, çocukları tarafından aseksüel bir varlık olarak bir kenara konuluyor ve o kalıptan çıkması yasaklanıyor. Yani ne kadar anlayışlı olunursa olunsun, annenin kendi kadın kimliğini unutması isteniyor aslında. Bazı ülkeler tabii ki daha rahat, bu kadar keskin değil bu ayrım ama bizim gibi toplumlarda ki ben buna daha çok Akdeniz toplumları demek istiyorum, kalabalık ailelerde anne de kabul ediyor bu rolü ve onunla beraber yaşamaya başlıyor. Biraz daha bağları güçlüyse, ailesi onun için öncelik halini alıyor. Fakat nereye gidiyor o kadının kadınlığı? O kadın, artık kadın değilse nedir? Benim hep merak ettiğim bir soru oldu. Esma’yı da tam bu noktada, burasıyla çok özdeşleştirdim. Ve işte dedim, o kadın, bu kadın… Yani kendi kadınlığını unutmuş bir kadın.
“Aşk, Esma’yı iyileştirip dönüştürdü”
Eski Esma’yı hatırlamıyoruz bile, şu an Esma deyince aklıma gelen tek şey aşk. Esma, aşkın iyi geldiği kadınlardan. Herkese iyi geliyor. Onun bununla yüzleşmesi, aileyi de ne kadar etkiledi değil mi?
Âşık oluşu herkesi iyileştirdi ve dönüştürdü.
Zaman zaman Esma’nın değişmeyen yönlerini de görüyoruz…
Orada da şuna çok önem veriyorum; evet Esma değişiyor ama temel doğruları aslında hâlâ aynı. Mesela kadına diyor ki “Evde çocuk hastayken sen sahneye çıkamazsın, bilmem ne yapamazsın.” Çünkü sıfırdan başka birine dönüşemeyiz. Esneyebiliriz ama temel çekirdek doğrularımız çok zor değişir ki, Esma gibi bir kadının 61 yaşında hemen “Tamam o zaman. Ben de başka bir evren gördüm. Ve artık böyleyim,” demesi beklenemez. Muhafazakâr Esma’nın o doğrularda ısrar etmesini çok gerçekçi buluyorum.
Bu noktaya kolay gelinmedi tabii. Çocukların Esma ile Garip’in ilişkisini kabullenme süreci, dizinin en beğenerek izlediğim bölümleri arasındaydı…
İstanbullu Gelin özelinde, en açık fikirlileri Osman da dahil dört erkeğin annelerinin yanına birini konduramayışı ve bu ilişkiyi kabul edemeyişleri, bilinçli girdiğimiz bir dönemeçti çünkü bizim toplumda genelde böyle. Nadiren “Artık annem de evlensin, mutlu olsun,” diyen var. Çocukların biz yetiyoruz gibi bir yaklaşımı var. Zaten bilinç dışı, daha Freudyen bir yerinden okursak, ilk çocuk, kadın ya da erkek olsun, annesiyle bilinç dışı düzlemde evleniyor ve onun kocası sorumluluğunu alıyor ki bu Köksüz‘deki kadındı, İstanbullu Gelin‘de ise Faruk. Bu yüzden Garip hayatına girdiği zaman, kendini konumlandıracak yer bulamadığı için bu kadar dağılıyor Faruk. Annesinin hayatında Garip varsa o kim? Sadece bir oğlan çocuğu olmaya hazır mı? Aile babası sorumluluğu ve gücü, kendi artılarıyla da gelen bir şeydi ona. Şimdi Garip de gelince, sadece dört çocuktan biri olacak. Bilinç dışı bir yerde birazcık tahtı devretmek gibiydi aslında.
“Benim için aile olmak, varoluşun ödülü”
Bir röportajınızda aile ilgili bir soruya “Aile, birbirinin hem en büyük desteği hem en büyük yükü olmayı başarabildiği ilginç bir organizma,” demişsiniz. Evet aile olmak ve aile kalabilmek çaba gerektirir ve bunu hak eder fakat Boranlarda aile kalmak, çoğu zaman bir kaygıya dönüşüyor. Bireysel kararların aileyi dağıtacak bir sonuç yaratacağı düşünülüyor. Âşık olmak, başka eve taşınmayı istemek… Şimdi işler nispeten daha yolunda ama aile fertleri birbirlerine çok fazla yüklenmiyorlar mı? Bu aile kalma çabası zaman zaman bir kavgaya dönüşmüyor mu?
İstanbullu Gelin‘in imza görseli konak ve bir arada yaşayan aile. Dolayısıyla onu dağıtmak istemiyoruz. Çünkü hepsinin başka evlerde yaşadığı bir evren, televizyonda çokça rastladığımız ve bilindik bir evren olur. Zaten marifet, bu kadar zıtlaşmaya rağmen bir arada yaşamaları ve dizi konsepti gereği de bundan vazgeçmiyoruz ama daha genel bir yerden baktığımızda, benim için aile olmak, varoluşun ödülü, en bol, çetrefili en yoğun ilişki biçimi çünkü sahiden böyle. Aile, aslında varoluşumuzun en saf hali ve kendimiz olabildiğimiz tek çekirdek grup. Onun dışında her yerde maskelerimiz var. Kendimizi tanımladığımız yer aile. Hele ki bizim gibi daha feodal, daha aileyi merkeze alan toplumlarda onun devamlılığı için bir mücadele zorunluluğu var. Belki biz daha batıdakiler, daha küçük aileler, daha çekirdekte kalmış olabiliriz ama biraz daha açıldıkça, önemli olan, gerçekten kalabalık aile ve kalabalık ailenin sistemi. Aslında aile olmak, toplumun makrodaki normlarının mikrodaki uygulanmış hali ve dolayısıyla bizde çok önem atfedilen de bir şey. An geliyor ki insan kendine bile tahammül edemiyor ama aile üyelerine her daim, bir şekilde yer açıyor.
Konumuz aileye gelmişken, ailenin yapı taşlarından da bahsedelim. Mesela Fikret: İki sezonda değişip çok yol aldı ama değiştikçe hırçınlığı ortaya çıktı, yükseldi. Fikret neden böyle? Ortanca çocuk sendromu mu?
Kaynağını hatırlamıyorum ama İngiltere’de yayımlanmış bir makale okumuştum. Üç Çocuk Sendromu başlığını taşıyordu. Biz de üç kardeşiz. Tabii doğru kelimeleri hatırlayamayabilirim ama kabaca şunu diyordu: Birinci çocuk her zaman kurban edilir. Çünkü anne ve babanın acemiliğine gelir. Yaşları ne olursa olsun, çocuk yetiştirmeyi bilmedikleri için anne ve baba onunla birlikte büyür. Yani her şeyi onda dener. Dolayısıyla kurban edilir ve o çocuk, anne babanın en yakın yoldaşı olur. Cinsiyete göre, kızsa annenin, erkekse babanın… Kardeşler geldikçe yaşından büyük sorumluluk almak zorunda kalır. Zaten kardeş gelince daha çabuk kenara atılır, daha çabuk hayata atılması beklenir. 3 yaşında bile olsa “Sen büyüksün,” denir ona. İkinci çocuk, yani ortanca çocuk krizi diye bir şey var. Onun krizi şuradan geliyor; ilkinin üzerine gelmiş ve bütün ilgiyi almış, bütün ilgiyi aldığını fark etmiş. Buna şükreder bir halde. Bilinç dışı bir hal bu… Dolayısıyla ikinci çocuk, birinci çocuk her nasıl tanımlanıyorsa, kendisi için ondan vazgeçildiğini görüyor. Bu onun için çok derin bir kazanım. Fakat üçüncü çocuk gelip de o kazanım boşa çıkınca, bu sefer kendine yer bulamıyor. Çünkü artık vazgeçilemez değil, başkası onun adına kurban edilmiş çocuk değil. O da bir seçime kurban ediliyor. En küçük çocuk değil, büyük hiç değil. Büyük o sırada kendine bir yer edinmiş, roller dağıtılmış. Üçüncü çocuk -ki bana hakikaten çok uyuyor- asidir. Başına buyruk olurlar. Çünkü zaten aile de çok dönüşmüştür. Ailenin yaşı da ilerlemiştir, deneyim de ilerledikçe serbesti artmıştır. İlk çocuk ne kadar sıkıldıysa, ikinci de zaten yorulmuştur. Üçüncü çocuk, biraz kendi başına büyüsüne döner. Ve bu defa ortanca çocuk şuna da öfkelenmeye başlar; “Bu asi, diğer senin en sadık sağ kolun, peki ben kimim?” Ve kimlik arayışı, ortancaların çok farkında olmadıkça, eğilmedikçe, çalışmadıkça bir ömür sürer diyor bu makale. Bunu kendi ailemde de görüyorum ve başka bana yakın etrafımdaki üç kardeşli ailelerde de görüyorum. Bir üst kuşakta da görüyorum. Tabii ki Fikret dizi olduğu için abartılmış bir örnektir ama yine de o çatışmayı hep görüyorum.
Aslında anlattıklarınızdan yola çıkarsak Fikret’in diğer iki kardeşle de sıkıntısı olması gerekmez mi? Fikret neden sadece Faruk’la çatışıyor?
Çünkü burada dört çocuk var. Faruk, zaten Boranların üzerinden babanın veliahtı, işleri devralacak adam, annenin kocası. Fikret, onun yerini alabilmek için tırmalayan mücadeleci kardeş. Osman ise, önünde aşmak için iki büyük engeli olan kardeş. Osman ne yapıyor? Kaçıyor. Osman nasıl kaçıyor? Astımla. Neden hasta? Çünkü o diyor ki “Beni koruyun, kollayın. Annem beni korusun kollasın.” Şirkete de girmiyor. Kendi güvenli alanında bir koza örüyor. Astım, gerçekten onun çok tutunduğu bir hastalık. Annesi için her zaman üzerine titrenmesi gereken, mecburi olarak dışlanamayacak tek çocuk. Osman nasıl bir kadın buluyor? Şirket yöneten, babasının şirketini çekip çeviren yani neredeyse annesi gibi bir kadın çünkü Osman’ın yönetilmesi lazım. İnsanlar diyorlar ki; “Osman gibi naif ve Süreyya’nın temsil ettiği şeylere âşık bir adam, nasıl Burcu gibi yırtık bir kızla beraber? Aslında Burcu, tam da Osman’a göre bir kız çünkü Osman, Süreyya için cenge çıkamaz. Süreyya ve Faruk hayatında olmasaydı, Süreyya gibi bir karakter için, aşk için, herhangi bir şey için cenge çıkamaz. Yönlendirilmek ister. İşte Osman bu kadar zayıf olunca, Fikret’in zaten arkaya döndüğünde mücadele edeceği biri yok. Bir tek tekne kazıntısı Murat var ve o da Osman’dan ziyade Fikret’i gözünde abi yerine koyuyor -kısmen benim gözümde de.- Faruk için Osman nasıl küçük ve kollanacaksa, Fikret’in de Murat’ı var. Eşitlenmiş oluyorlar. Dolayısıyla Osman, bilinçli seçimleriyle, hastalığı, naifliğiyle ve kırılganlığıyla, Murat da en küçük oluşundan ve aralarındaki yaş farkı nedeniyle Fikret’in gözünde yarıştan çekiliyor. Baba da olmadığından, mücadele etmek için Fikret’e kala kala annesi ve Faruk kalıyor.
“En çok Adem’in terapi seanslarını yazarken zorlanıyorum”
Aslında bir kardeş daha var; Adem… Adem’i de kardeşleriyle olan çatışmasından ziyade terapistiyle konuştuğu sahnelerinden tanıyoruz. Bu sezon hepimize iyi gelen bu terapi sahnelerini izledikçe, psikoloji hakkında da ilgili ve bilgili olduğunuzu görüyorum. Bu alanda bir eğitim aldınız mı?
8 sene danışmanla terapi aldım. Bu terapiler, bir süre sonra benim için psikanaliz üzerine bir derse dönüştü ve bırakmak istemediğim bir evreye geldi. Terapistim de sinema üzerine psikanaliz seansları düzenleyen bir sinefildi. Dolayısıyla ruh eşi gibi bir şey oldu benim için. Gerçek terapi seansları yazmaya bu sezon başladık. Çok radikal bir karardı. Çok uğraşıyoruz bunun için. Mesela bazı haftalar bölümün de duygusal ağırlığı nedeniyle yazmadığım oluyor daha doğrusu yazmamayı tercih ediyorum çünkü o terapi seansları duygu olarak çok yoğun. Ayrıca terapi sahnelerini senaryodan 3-4 gün sonra gönderebiliyorum çünkü üzerine çok düşünüyorum. Vaktimiz az, en çok 5-6 dakikamız var. Sadece bir kez 8 dakikalık bir sahnemiz vardı uzun olarak. O az vakitte, terapist çok didaktik, ders veren insan olmadan, net bir şey söylemek ve Adem de o seanstan bir şey almak zorunda. Dolayısıyla yazarken en çok orada zorlanıyorum. Gerçekten kurdeşen döküyorum. Terapi sahnesi yazmadığımız zaman çok tepki geliyor. “Neden bu hafta terapi yoktu?” diye. “Hadi bakalım yeni bir aksımız daha oldu,” diyoruz.
Bana iyi gelen bu seanslar, Adem’e de iyi geliyor gibi. Peki seyircinin bu cepheyle ilgili geri dönüşü nasıl?
Bu konuda da hesap soran seyircimiz var. “Adem, sadece bir bölüm mutlu oldu, neden bunu iki bölüm yapamadınız? Bu adam bunu hak etmişti,” diyorlar. Bu konuda mesaj yağdı. “Adem, bu kadar terapi aldı, adım attı, şimdi yine kötü mü olacak, niçin ve nasıl başa döndünüz?” diye soruyorlar. Seyircinin bu hesabı sorması, o kadar hoşuma gidiyor ki. Normalde başka bir dizide olsaydı Adem, hepsine çoktan bin türlü kötülük yapmıştı ama burada ne olacak? Adem şimdi terapideki regresyona girdi yani bildiği alana. Bildiği alan ne? “Kimse beni sevmez.” Terapi hakikaten öyle bir şey. Öyle hemen, buldum, anladım, çözdüm olmaz. İlk yarada hemen başa dönersin. Bildiğimiz güvenli alana sığınırız. Ne kadar acı verici olursa olsun bildiği, insana korunaklı gelir. Acı çekmeyi biliyorsa acı çekmek ona korunaklı gelir. Çünkü orada ne söyleyeceğini, kendine nasıl bakacağını biliyor. Cümleleri belli, güvenli. Hemen bir dönem, bir sezon terapiyle Adem oraya gelemezdi. Yani bu çatışmaya, kırılmaya ihtiyacı var. Bu ayrıntıya kadar düşünmek zorundayım ve çok zor oluyor ama işte seyirci tepkisi de öyle oluyor. Her terapi seansı için Gülseren Budayıcıoğlu ile telefonda konuşuyoruz. Ben o seanstan ne istediğimi, Adem’in duygusu ve o duygunun bölüme etkisi üzerine beklentimi anlatıyorum. Ve ondan sonra terapistin nasıl yönlendireceğini konuşuyoruz.
Hikâyede karakterlerin böyle içsel değişimlere girmesi, dizi ilk başladığında çok vaat edilen bir durum değildi. Şimdiyse karakterler, değişim, dönüşüm yöntemleriyle karşımızda. Bunda senarist değişiminin de etkisi büyüktür diye düşünüyorum. Proje şimdiye kadar üç senarist değiştirdi sanırım. Devam eden bir projeyi devralmak nasıldı, zor muydu?
Aslında zor. Ben geçmişte birkaç projeyi devralmıştım ve sonuncudan sonra “Artık proje devralmayacağım,” demiştim çünkü kendi kurduğum evrenle devam etmek daha zevkli. Fakat İstanbullu Gelin, hiç kıramayacağım birinden, Lale Eren’den geldi. Yeminliydim hakikaten. Önce “Sezon sonunu bir görelim, devam edeceği meçhul… İvmesi aşağı devam ederse ne olur görmek lazım,” diye geldi. İşin açıkçası çok gönülsüz devraldım. Birincisi Lale Hanım, ikincisi Zeynep Günay Tan’la hep çalışmak istedim. Lale Hanım’la duygusal bağım güçlü olduğu için de dedim ki, hem ona minnet borcumu öderim hem de Zeynep’le tanışmış oluruz. En başında “Neden tekrar bir konak dizisi yapıyorsunuz ki?” demiştim. Sonrasında aslında onların işe oradan bakmadıklarını, işte tam da bu olguları ele almaya çalıştıklarını fakat o veya bu sebeple istedikleri verimi alamadıklarını anlayınca dedim ki “Benim alanım geldi: Aile.”
Aranızdaki dil birliği, gönül birliği ekrana da yansıyor. Diyaloglara önem veren bir izleyici olarak diziyi keyifle ve tebessümle izliyorum ve çok etkileniyorum…
Bu arada Armağan Gülşahin’le yazıyoruz. Hikâyeyi de Selin Yaltaal ve Ayşe Işıkmen’le kuruyoruz. Keyfini duyduğunuz her şey, bu ekibin işi.
“Kitaptaki karakterler, cümlesi başka olan bir yere evrildi”
“İstanbullu Gelin”in jeneriğinde “Gerçek hikâyeden uyarlanmıştır,” diyor ve eser Dr. Gülseren Budayıcıoğlu yazıyor. Kimin hikâyesi olduğunu biliyor muyuz? Dizi hâlâ o gerçekliğe dayanarak mı ilerliyor?
Yok. İstanbullu Gelin gerçek bir hikâyeden uyarlanmış ama kimin hikâyesi olduğunu bilmiyorum. Gülseren Budayıcıoğlu’nun Hayata Dön kitabından uyarlanmış. İlk başta kurulurken Gülseren Hanım, dizinin danışmanıymış. Ben devraldığımda İngiltere’ye taşınmıştım. 7. bölümden 16. bölüm bitene kadar Gülseren Hanım’la hiç görüşemedim. Kitabı da okuyamadım, öyle bir vaktim olmadı. İşin açıkçası kitabı sezon arasında okuyabildim. Sonrasında Gülseren Hanım’ın birkaç kitabını daha okudum ve oradaki karakterleri başka yerlere dağıtmayı seçtim. Mesela kitapta asıl sorunlu olan karakter Süreyya. Neredeyse şizofreni durumu var. Çok ağır travmatik sorunları ve hiç istenmeyen bir karakter. Kayınvalidesine kendini kabul ettirmek için kendi varlığından vazgeçen bir kadın. Onu mesela biraz daha İpek’e kaydırdım. Konak kalabalık bir ev, köklü bir aile, bunlar gerçek. Bir de kitaptaki karakterleri hikâye karakterlerinden alıp başka karakterler üzerinden, cümlesi başka olan bir yere çevirdik, böylece evrildi. Zaten bana hikâyeyi dönüştürme serbestisi verilmişti.
Karakterler değişti dönüştü, sizde nasıl değişiklikler oldu? Sizde olan değişiklikler hikâyeye nasıl yansıdı?
Mesela ben hamam sahnesini yazarken, kayınvalide ve gelin aralarında sevginin önemini konuşurken, o sahnenin çok yüksek çekileceğini biliyorum. Öyle çekilmeye de bilir ve ikisinin uzun uzun konuştuğu anlamsız bir sahneye de dönüşebilir. Gerçekten tamamen rejinin yorumu ama ben yazdığımın karşılığını fazla fazla göreceğimi bildiğim için duygusal alanım o anlamda çok genişledi. Zeynep’in etkisi bu noktada çok büyük ama mesleki reflekslerim çok daralmış oldu çünkü daha önce pek yapmadığımız bir evrene girmiş olduk. İşim çok zorlaştı o açıdan. Hiçbir bilindik reflekse başvuramıyorum. Bir açıdan çok yoruluyorum ama izlerken bir o kadar da zevk alıyorum. Mesela Faruk-Süreyya kısmını bildiğim bir yerden yazıyorum. Aslında kısmen eşimle ilişkim. Yani konuşarak, üzerinde kafa yorarak, yaranı açıp göstererek, karşıdakini açarak ve onun değiş tokuşunu yaparak yürüyen bir ilişki. Toplamda baktığınızda, onların kavgaları da gerçek geliyor ve bu açıdan beni hakikaten çok zenginleştirdi. Baktığım yeri değiştirdi, kalemimi değiştirdi, alan tanıdı.
“Zeynep’le yakaladığımız birliktelik, o kadar kıymetli ki”
Yönetmenle dil birliğiniz de sanırım size konforlu bir alan yaratıyor değil mi? Fazla revizyon ve müdahale de insanın kalemini etkileyen bir durum olsa gerek…
Zeynep’le birbirimizi tanıyoruz ve neler yapabileceğimizi artık görüyoruz. Bazı bölümler gerçekten diğerlerinden daha kötü, daha durağan ya da daha düşük oluyor çünkü, ayda 400 sayfa yazıyoruz. O zamanlarda Zeynep’in revizyon inadı olmuyor. Çünkü beni görüyor ve “O kadar yoruldu ki… Eyvallah, bu bölüm böyle,” diyor ama sonra bunun üzerine ben ne yapıyorum, iki bölüm sonra acayip bir şeye kafa yoruyorum. Çünkü o hafta biraz daha görece olarak az yazsam da, yine 100 sayfa yazmış oluyorum ancak zorlamadığım için dinlenmiş oluyorum. Zeynep revizyon için hiç aramıyor. Senaryoyu alıyor ve diyor ki “Tamam… Deniz çok yoruldu, ellemeyeyim.” Bazen de ben bakıyorum “Ekip çok yoruldu, küçüleyim,” diyorum. İşte bunu karşılıklı birbirimizi kollama güdüsüyle yapıyoruz. Bu o kadar kıymetli ve az bulunabilir bir şey ki…
Yazarken veya izlerken sizi en etkileyen sahneler hangileri oldu?
Süreyya’nın Faruk’a yaptığı konuşmayı çok etkilenerek yazmıştım. Şunu soruyor; “Siz hanginiz bir gün annenizi alıp dışarı çıkardınız, sadece annenizi? Hanginiz bugün canın ne istiyor diye sordunuz?” Gerçekten yok. Aslında hepsinin kafasında ailenin reisi olarak Esma diye bir varlık var, evin sürekliliğini sağlayan biri olarak ve o rol dağılımından memnunlar. O konuşmayı çok etkilenerek yazmıştım. En etkilendiğim sahne, geçen sezon Süreyya’nın odada yıkılarak ağladığı, Faruk’un odaya girip “Annem sana ne yaptı?” ve onun da “Annelik yaptı,” dediği sahne benim için hâlâ zirvede çünkü Faruk odaya öyle öfkeli ve annesinin bir şey yaptığından emin giriyor ki, bunun üzerine Süreyya, uğrunda çok mücadele ettiği bir şeyi kazanabildiği için bütün sinirleri boşalmış şekilde “Annelik yaptı,” diyor.
Senaryo yazarken özgürlüğünüzün başladığı noktayla bittiği nokta arasında nasıl bir süreç işliyor? Yazarken ne kadar özgürsünüz?
Hiç. Aslında şu, bir proje kurarken o projenin kabul edilmesi bir süreç ve o süreçte çok dinamik değişiyor. Bu sürecin içine bir sürü aktör giriyor. Yapımcı, yapım şirketindeki dramaturglar, kanaldaki dramaturglar, kanalın beklentisi, kanalın o seneki planlamasında öyle bir hikâyenin yeri gibi. Aslında bunların hepsi, sizin gözettiğiniz fikirler. Mesela kanal, mutlaka bir asker dizisi yapacağız dediği zaman, bu mutlaka senarist arkadaşların kararını etkiliyor. Dolayısıyla aslında çok da özgür değiliz ama şu da oluyor ki öyle çalışmayı seviyorum; yapımcıya gidip -zaten beraber çalışabildiğim yapımcılar var- “Şöyle bir cümlem var, buna girelim mi?” diyebiliyorum. Onlar da yükseliyorsa o zaman giriyoruz ama onların da o kadar kısıtlı bir hareket alanı var ve her şey o kadar çok değişkene bağlı ki…
“İlla ki yeni bir film yapacağım ama…”
“Köksüz” gibi ödüllü ve aynı zamanda izleyici tarafından da çok beğenilen başarılı bir filmi yazıp yönettiniz. Bir sinema filmi daha olacak mı?
İlla ki olacak biliyorum ama ne zaman olacak? Tam da bu sebeple Köksüz, geri dönüşleriyle benim için hem çok besleyici hem de çok cesaretlendirici oldu. Yurtiçinde ve yurtdışında aldığım ödülleri kriter alarak söylemiyorum ama ödül sana şunu diyor “Yapmaya devam et.” O zamanlar ödül töreninden ya da bir festival gösteriminden sonra yapılan söyleşilerde “Yeni film ne zaman?” diye soruluyordu. O zaman da diyordum “Ben şimdi bir rüzgârı arkama aldım ve hemen 2 sene içinde bir film yapıyorum demeyeceğim.” Çünkü ben televizyona çalışan biriyim ve bu motivasyonla yürümenin ne kadar köreltici olduğunu biliyorum. Şunu diyeceğim sinemada “Ben bu hikâyeyi anlatmazsam çok eksik kalırdım.” O zaman bir tane daha yapacağım. 5 sene sonra, 10 sene sonra. İlla anlatacağım ama “Tamam şimdi Köksüz‘ü yaptım, o iş unutulmadan bir şey daha yapayım,” demeyeceğim.
“İstanbullu Gelin”, gelecek sezon da devam edecek mi?
Evet, evet devam edecek.
Peki gelecek sezonu kurguladınız mı?
Hayır. Bu sezonu başı gözü yerindeyken bitirmek istiyorum. Çünkü bu iş gerçekten çok yorucu.
Episode okurlarına önereceğiniz diziler var mı? Bu aralar ne izliyorsunuz?
Bir kere bu garibin haftada 100 sayfa yazmaktan dizi izleyecek vakti olmuyor. Kaçış aralıklarında tabii Game of Thrones izledim. Zaten herkes izlediği için önermeme gerek yok herhalde. İlk birkaç bölüm çok yıldım. Çünkü aslında günün sonunda şiddet pornosu da yapıyor hakikaten. Fakat sonra sektörde o kadar çok konuşuldu ki izlemeye mecbur kaldım. Hep işlerle ilgili bir yerde örnek verilmeye başlandı. Oradaki karakter dönüşümleri, hiç beklenmedik karakterlerin çat diye gitmesi ve ardından boşluğun hemen dolabilmesi gibi. Gerçekten senaryo anlatım dili açısından çok yenilikçi bir iş. O yüzden izledim. Ama bir 5. sezon var ki, herkesin sürekli birbiriyle savaştığı, gerçekten şöyle izledim “Eee… Tamam, kesiyorsunuz birbirinizi???” Yenilerden The Crown‘u izledim. Kraliyet ailesine özel bir sempatim yok, onların dertleri bana dert gibi gelmiyor. Yani dünyayı sömürüp gelip de şurada kişisel bir derdim varla özdeşlik kuramıyorum. Ama şuna bayıldım; bölüm başlıyor ve sana diyor ki şimdi sana bunu anlatacağım ve anlattığı yeri öyle lezzetli bir yere bağlıyor ki, gerçekten bütünün içinde bambaşka bir bölüm olmasına rağmen neredeyse tek başına bir episod değil de bağımsız bir episod gibi izliyoruz. Öyle güzel tamamlıyor ki, gerçekten çok özel bir başarı bu. O yüzden anlatım dilini çok sevdim The Crown‘un. Özellikle Kennedylerin ve en ilgilenmediğim karakter Philip’in çocukluğunun işlendiği bölümler. Çok sevilen işleri çok sevmedim, Westworld gibi. Distopik işleri sevmiyorum. Mesela Black Mirror izleyemiyorum. Tamam çok iyi ama izleyemiyorum. Zaten çok dertle uğraşıyoruz bir de dönüp o boş vaktimi onlara ayıramıyorum. Downton Abbey ve The Crown‘u önerebilirim çünkü onlar gerçekten karakter yolculuğu ve beni galiba en çok o çekiyor. Günün sonunda yazdığım şey de bu. Büyük jestler, büyük şeyler, ne bileyim, komplo teorileri falan hiç o kadar çekmiyor beni. O tür içinde House of Cards‘ı izledim sadece.
3 Yorum
Harika bir röportaj olmuş . Deniz hanım ın istanbullu gelin üzerinden ruhunu tanımaya ve bize vermek istediklerini anlamaya başlamak bana çok iyi geliyor. onun değindiği noktalardaki hassasiyetlerimin, çıkışlarımın ve asi dışavurumlarımın neden olduğunu kafamda oturtabiliyorum . İyi ki istanbullu gelin i devralmış.
Çok teşekkürler. Bu diziyi senaristinden dinlemek gerçekten çok keyifli ve heyecan verici.
Çok güzel, derinlikli bir röportaj olmuş, karakterlerin mutfakta nasıl piştiğini dinlemek çok doyurucu geldi. Yaptığınız iş çok ilham ve umut verici. Ve bence kadın streotipini, yapımcıların beklentilerini, ‘seyirci bunu izlemez’ önyargılarını dönüştürecek yavaş yavaş. Ki bu çok ama çok kıymetli bir şey. O yüzden yorulduğunuza değiyor demek istedim.