Prime Video’nun Gen V Serisinin 2. Sezon Çekimleri Tamamlandı
Ekranlarda LGBTİ+ Temsilinin Kısa Bir Tarihi
Ekranlarda LGBTİ+’ların temsili son elli yılda dramatik bir evrim geçirdi. Günümüzde televizyonlarda ve dijital platformlarda (ne yazık ki ülkemiz dışında) izlediğimiz çeşitli türlerdeki dizilerde son derece incelikli ve özgün temsillerle karşılaşıyoruz. Ancak tabii ki durum her zaman böyle değildi.
ABD Ulusal Yayıncılar Birliği tarafından 1952’den 1983’e kadar televizyon programcılığı için uygulanan Televizyon Kodu, ekranlarda eşcinsellik tasvirlerini dolaylı olarak yasakladı. Bunun nedenleri aşikârdı elbette. Televizyon da dahil olmak üzere kitle iletişim araçlarının toplum üzerindeki etkisi yeni bir keşif değildi. Televizyon, icat edildiğinden bu yana hem barış hem de savaş zamanlarında propaganda aracı olarak kullanılmıştı. Kitle iletişim kanalları, toplumların kendi “değerlerini”, varsayımlarını ve klişelerini yaratmak, çoğaltmak ve güçlendirmek için kullanabilecekleri güçlü bir araçtı. Dolayısıyla erken dönemde ekranlarda eşcinsel karakterlerin temsilinden kaçınılıyordu. Karşımıza çıkan nadir örneklerde ise eşcinsel karakterler çoğunlukla çocuk tacizcileri, şiddet kurbanları veya problemli kişiler olarak tasvir ediliyordu.
Başka bir deyişle aşılması gereken eşik, salt temsille sınırlı değildi. Evet, medya aracılığıyla LGBTİ+ karakterleri ya da hikâyeleri görmek çoğunluğu heteroseksüel olan toplumun LGBTİ+ topluluğuna ve ilgili kamu politikalarına (evlilik, evlat edinme, ayrımcılık karşıtı yasalar, ahlak yasaları, transseksüellerin ordudan menedilmesi gibi) bakış açısını etkileyebilirdi. Ancak doğru temsil belki çok daha önemliydi çünkü doğru medya temsili, özellikle de LGBTİ+ topluluğuna üye ergenler üzerinde olumlu bir etkiye sahip olabilirdi.
1970’lerde ve 80’lerde bazı diziler eşcinsel karakterleri daha olumlu bir ışık altında göstermeye başladı ancak bu karakterler dizinin daimi karakterlerinden değillerdi. Genelde tek bölüm boy gösterebiliyorlardı. Böyle örneklerde de karakterin eşcinselliği o karakterin bir özelliği gibi değil, dizinin/hikâyenin/bölümün problemi olarak işleniyordu. Ve hikâye öncelikli olarak bu durumun heteroseksüel karakterlerin hayatlarını nasıl etkilediğine göre bağlamsallaştırılıyordu.
Televizyonların güttüğü kâr politikası ve tepki çekmeme refleksi, kanalların queer karakterleri nasıl betimlediğini de etkiliyordu elbette. 70’ler karşımıza çıkan en önemli örneklerden biri, iki açık eşcinsel karakteri odağa alan Will & Grace (1998-2020) dizisiydi. Evet, burada ana karakterler eşcinseldi fakat eşcinsel ilişki ya da romantizme dair hiçbir tartışmaya yer verilmiyordu. İki eşcinsel karakter sevgili değil arkadaştı, romantik sahnelere neredeyse hiç rastlanmıyordu. İki eşcinsel erkek için de ana ilişki ağları heteroseksüel kadınlarla örülüyordu. Dolayısıyla dizi, basmakalıplara yeterince meydan okuyamadığı gerekçesiyle eleştirilere de maruz kalmıştı. Yine de önemli bir adımdı. 2012’de başkan yardımcısı olarak görev yaptığı sırada eşcinsel evliliğe desteğini ifade eden Joe Biden da Will & Grace dizisini eşcinselliğin toplumdaki algısını evrimleştiren faktörlerden biri olarak sayıyordu. Evet, erken dönemde özellikle de sitcomlar eşcinsel haklarıyla ilgili kamuoyunu değiştirmeye yardımcı olan epey etkili araçlardı ancak bu sürecin tam olarak Will & Grace ile başlamadığını not etmek gerekiyor. Ekranlarda LGBTİ+’ların temsilinin tohumları yıllar öncesinde atılmaya başlanmıştı aslında.
CBS kanalında ekranlara gelen All in the Family (1971-1979) dizisi bunlardan biriydi. Dizinin 1971’de yayınlanan bir bölümünde bağnaz, homofobik Archie Bunker’ın eski bir dostunun eşcinsel olduğunu öğrenince epey afalladığına şahit olduk. 1972’de ünlü oyuncu Hal Holbrook, televizyonda eşcinsel karakterlerin ilk “sempatik” tasvirlerinden birine imza attı. That Certain Summer (1972) isimli TV filminde oğlundan eşcinsel olduğunu gizleyen boşanmış bir babayı canlandırıyordu. Aynı dönemlerde PBS kanalı da An American Family (1973) isimli reality dizisiyle eşcinsel temsili kervanına katıldı. Lance Loud’un eşcinsel olarak açılması, karakterin bir eşcinsel ikonu haline gelmesini sağladı. Yine ABC kanalında yayınlanan Soap (1977-1981) dizisinde ünlü aktör Billy Crystal, eşcinsel olduğunu saklamayan Jodie Dallas karakteriyle karşımıza çıktı.
1980’lerde, AIDS’in gündeme olduğu dönemlerde bu konuya da değinildi. NBC kanalında yayınlanan TV filmi An Early Frost (1985), AIDS teşhisini ailesine açıklamaya çalışan eşcinsel bir avukatı konu ediyordu. Birkaç yıl sonra aynı kanalda yine dönemin tartışmalı konularından biri işlendi. Usta oyuncu Glenn Close, Serving in Silence: The Grethe Cammermeyer Story (1995) isimli TV filminde rutin bir soruşturma sırasında lezbiyen olduğu ortaya çıktıktan sonra ordudan atılan bir albayı canlandırıyordu ve aslında bu gerçek bir hikâyeydi.
Bunlar elbette kolay elde edilen başarılar değildi. Özellikle Glenn Close’un filmi yayınlandığında reklam kotasını doldurmaya yaklaşamamıştı bile çünkü sponsorlar böyle bir konuyu işleyen bir filmi desteklemekten çekinmişlerdi. Aynı şey, ABC kanalının Thirtysomething (1987-1991) dizisinde de oldu. 30 seneyi aşkın bir süre önce yayınlanan bu dizi, iki gey erkeği yatakta birlikte tasvir eden ve televizyonda yer bulan ilk yapımdı. Kanal, oyuncular ve dizi yaratıcıları büyük tepkilerle karşılaştı. Bu gibi dinamikler, kanal yetkililerinin bu tür hikâyeleri onaylamadan önce iki kez düşünmesine neden oldu. Yine de bazı kanallar sınırları zorlamaya devam etti. ABC kanalında 1990’larda yayınlanan My So-Called Life İsimli dizide karşımıza çıkan genç eşcinsel erkek karakter epey önemli bir yerde konumlandı. Dizi sadece tek sezon yayında kalabildi ancak özellikle de açılma sürecindeki gençlerin hassasiyetlerine odaklanan Glee gibi yapımların önünü açtı.
1980’ler özellikle AIDS meselesi nedeniyle LGBTİ+ topluluğu için inanılmaz zorlu ve trajik bir dönemdi. Fakat bu durum, 90’larda insanların daha fazla harekete geçmesine ve hakları için savaşmaya hazır hale gelmesine yol açtı. Bu elbette ekranlara da yansıdı. 1993’te Armistead Maupin’in aynı isimli roman serisinden uyarlanan Tales of the City, İngiltere’nin Channel 4 kanalında yayınlandı ve bir yıl sonra da ABD’de PBS kanalında izleyicilerle buluştu.
Armistead Maupin, Tales of the City destanına dönüşecek hikâyelerin ilkini 1974’te bir gazetede yayımlamıştı. O zamanlar AIDS henüz gündemde değildi. ABD’deki eşcinsel hakları için bir dönüm noktası olan Stonewall Ayaklanmalarının ateşlediği queer hakları ve görünürlük hareketi henüz başlangıç aşamasındaydı. Maupin o dönemlerde San Francisco’ya taşındı, eşcinsel olarak açıldı ve genç ve queer şehir sakinlerinin kurgusal evi 28 Barbary Lane’de geçen hikâyelerini Pacific Sun ve The San Francisco Chronicle gibi gazetelerde yayımlamaya başladı. Yazar o dönemle ilgili şöyle söylüyor: “Her şey kendi açılma sürecimle birlikte organik bir şekilde gelişti. Kendim olmanın ve aynı anda bir hikâye anlatabilmenin sevincini ve coşkusunu hissediyordum.”
Hikâyeler gazetelerde tefrika edildikten sonra roman haline getirildi. Maupin’in hikâyeleri, son derece tanıdık ilişki kurulabilir karakterler, sansasyonel olay örgüleri ve hızlı anlatı tarzıyla büyük ilgi gördü. Televizyona ne kadar uygun olduğu keşfedildiğinde de ekrana uyarlandı. Sonrasında aynı roman serisinin üç farklı uyarlamasını daha izledik. Sonuncusu Tales of the City (2019), Orange Is the New Black’in senaristi Lauren Morelli tarafından 2019’da 10 bölümlük bir mini seri olarak tekrar ekranlara getirildi. Dizi hem orijinal serinin sevilen karakterlerini tekrar ekranlara taşıdı hem de yeni nesil Barbary Lane sakinlerini tanıttı.
Netflix’te yayınlanan bu son uyarlama günümüzde o kadar da devrim niteliğinde değil elbette ancak Maupin’in Tales of the City hikâyeleri ve erken dönemde ekran uyarlamaları LGBTİ+ temsili konusunda her zaman sınırları zorladı ki o zamanlar “temsil” henüz geçerli bir konsept olarak bile kabul edilmiyordu. Maupin’in orijinal hikâyelerinde gay cruising, eşcinsel romantizmi ve ebeveynliğine kadar birçok çeşitli deneyimler okuduk. Ama bunlar San Francisco standartlarına göre bile popüler edebiyatın oldukça dışındaydı. LGBTİ+’ların yaşamlarını, hikâyelerini ve tecrübelerini ekranlara taşıyan dizi uyarlaması da hem beğeni topladı hem de fazlasıyla tartışma yarattı ama kesin olan şu ki, kendisinden sonraki yapımlar için bir yol açtı.
Bundan birkaç yıl sonra, 1996’da ünlü Friends dizisi ikinci sezonun 11. bölümünde bir eşcinsel evliliği ekranlara taşıdı. Ross’un eski karısı Carol ve partneri Susan evleniyordu. Bölüm yayınlandığında tartışmalara neden oldu elbette. Hatta Texas ve Ohio’da iki TV kanalı bölümü yayınlamayı reddetti. Dizinin yaratıcılarından Marta Kauffman’ın söylediğine göre NBC kanalı, nefret söylemleriyle dolu onlarca telefon ve mektup almıştı. Aslında bu bölümün yayınlanmasından sadece beş hafta önce Roseanne (1988-2018) dizisinin bir bölümünde de Leon ve Scott çiftinin düğünlerini izlemiştik. Ancak Friends dizisinde Carol ve Susan’ın nikâh töreni, eşcinsel hakları aktivisti Candace Gingrich tarafından yürütülmüştü. Bunun, Cumhuriyetçilerin eşcinsel karşıtı duruşuna karşı bir hamle olarak yapıldığı düşünüldü.
Bana göre ekranlarda LGBTİ+ karakterlerin ve hikâyelerin temsiline dair en önemli dönüm noktalarından biri, tam da bu dönemlerde gerçekleşti. Stand up komedyeni Ellen DeGeneres, ABC kanalında yayınlanan These Friends of Mine (1994 – 1998) isimli dizinin kadrosuna dahil oldu. Kısa süre içinde dizinin tartışmasız en sevilen karakterlerinden biri haline geldi. Dizi, 1995 senesinde ikinci sezonuyla geri döndüğünde “Ellen” ismini almıştı. Bu hem Ellen DeGeneres’ın fazlasıyla sevilmesinden hem de aynı dönemlerde NBC’de yayınlanmaya başlanan Friends dizisiyle isim karmaşasına sebebiyet vermeme endişesinden kaynaklanıyordu. Dizi, Los Angeles’ta yaşayan Ellen’ın ilginç arkadaşları ve ailesiyle ilişkilerine ve günlük yaşamında karşılaştığı odaklanıyordu. Daha da önemlisi, ünlü komedyenin canlandırdığı Ellen Morgan karakteriyle birlikte bu dizi, eşcinsel bir başkaraktere sahip olan ilk dizi olacaktı.
1996 senesinin yaz aylarındabDeGeneres ve dizinin diğer yazarları, Ellen Morgan karakterinin eşcinsel olarak açılmasına yönelik ABC kanalı ve bağlı bulunduğu ana şirket Disney’le görüşmeye başladı. Birkaç ay sonra Ellen Morgan karakterinin eşcinsel olduğunu açıklayacağına dair dedikodular ortalıkta dolanmaya başladı. Bunu takip eden altı ay boyunca ABC kanalı da izleyicilerin bu “heyecanını” körükledi. DeGeneres’ın kendisi de verdiği röportajlarda espriler yaparak ateşi harlıyor ancak kendi cinselliğine dair açıklamalarda bulunmaktan kaçınıyordu. Ünlü komedyen, kendisi ve karakteri etrafında şekillenen yoğun spekülasyonların odağı haline geldi. Ellen Morgan ya da Ellen DeGeneres ya da ikisi birden açılacak mıydı?
Mart 1997’de, Ellen Morgan karakterinin açılacağı bölümün “The Puppy Episode” kod adıyla sete girmesiyle birlikte dedikodular doğrulanmış oldu. Nisan 1997’de Ellen DeGeneres, Time dergisine kapak oldu ve “Yep, I’m Gay” başlığıyla eşcinsel olduğunu açıkladı. Bundan bir hafta sonra da dizinin dördüncü sezonunun 22. ve 23. bölümleri, tamamen Ellen Morgan’ın açılma hikâyesine odaklandı. Reklamcıların ve dini grupların tehditlerine rağmen “The Puppy Episode” muazzam bir reyting başarısı elde etti, birçok ödül kazandı ve kültürel bir fenomen haline geldi. Laura Dern, Oprah Winfrey, k.d. lang, Demi Moore, Billy Bob Thornton ve Dwight Yoakam gibi ünlü isimlerin de boy gösterdiği bu özel bölüm 40 milyondan fazla izleyiciye ulaştı. Ne var ki Ellen’ın sonraki bölümleri izleyicileri çekmekte yetersiz kaldı ve dizi 1997 sezonunun sonunda düşük reytingler nedeniyle iptal edildi. DeGeneres ve karakterinin âşık olduğu kadını canlandıran konuk oyuncu Laura Dern, kariyerlerinde ters tepkilerle karşılaştı.
DeGeneres’ın hem gerçek hem de kurgusal “açılma” anlatısının kamusal söylem üzerinde son derece derin bir etki yarattığı bir gerçek. Ellen dizisinden sonra kalıcı eşcinsel karakterler ve hikâyeler barındıran Will & Grace, Dawson’s Creek, Spin City, ER ve Buffy the Vampire Slayer gibi diziler izledik. Bu dizilerde tasvir edilen karakterlerin bazıları yine de çoğu zaman klişelere yenik düşüyordu ama tüm bunlara rağmen 90’lar anlamlı LGBTİ+ temsillerinin başlangıcını oluşturdu. Batı dünyasında özellikle ABD’de TV dizilerinde ve ilerleyen dönemlerde dijital platformlarda sadece eşcinseller değil, tüm LGBTİ+ karakterler ve hikâyeler daha belirgin bir şekilde yer almaya başladı.
Alex Kelly karakteri örneğin, The O.C. (2003-2007) dizisinin hayranları için biseksüel ikon haline geldi. Olivia Wilde’nin canlandırdığı Alex, dizinin önemli karakterlerinden biri değildi ancak hikâyesi birçok LGBTİ+ için unutulmaz temsillerden biri olarak tarihe kazındı. Çok daha fazla ekran süresini hak ediyordu ancak yine de biseksüelliğin televizyona görünürlüğünü artırmaya katkı sağladı.
Grey’s Anatomy (2005- ) dizisinin dördüncü sezonunda Calliope Torres karakteri biseksüel olarak açıldı. Yine aynı dizide, 2018’de Dr. Casey Parker da trans erkek olduğunu açıkladı. Dizinin yaratıcıları, bu karakteri gerçekten trans bir erkeğin canlandırmasını istedikleri için Alex Blue Davis’i seçmişlerdi. Bu bile başlı başına bir dönüm noktasıydı.
İngiliz dizisi Skins (2007-2013) ergen cinselliği konusunda sınırları zorlayan dizilerden biriydi. Dizinin ilk açık eşcinsel karakteri olarak Maxxie, gençlik dizilerindeki queer hikayelerin kapısını açmaya yardımcı oldu. Ve bu sadece bir açılma anlatısı etrafında şekillenmedi. Maxxie kim olduğunu her zaman biliyordu ve bağnazlığın veya homofoninin onu yıldırmasına izin vermedi. Yine aynı dizide Emily Fitch ve Naomi Campbell’ın ilişkisi de genellikle heteroseksüel ilişkilere özgü olan büyük bir saygı, gerçeklik ve derinlikle ele alındı.
True Blood (2008-2014) yine LGBTİ+ temsili açısından önemli bir diziydi. HBO dizisi çoğu zaman eşcinsel hakları savaşının bir alegorisi olarak görüldü. Dizi, kabul, asimilasyon ve farklı gruplar içindeki çeşitlilik temalarını öne çıkarıyordu. Dizinin en sevilen karakterlerinden biri olan Lafayette hem eşcinsel hem de insan olan tek ana karakterdi.
Ardından lise dizisi Glee (2009 – 2015) geldi ve eşcinsel olduğunu gizlemeyen oldukça etkili Kurt Hummel karakterini odağa aldı. Yine aynı dizinin karakterlerinden Santana Lopez ve Brittany Pierce’ın yıllar sonra evlendiğini gördük. Kurt’un gösterişli kişiliğinin aksine Santana ve Brittany henüz lisedeyken cinselliğe daha ince bir bakış açısı getirdiler. İkisi de kendilerini etiketleme ihtiyacı hissetmedi ve ikisinin de queer kimlikleri dizi boyunca yavaş yavaş ortaya çıktı.
Büyük beğeni toplayan Shameless (2011-2021) dizisi de LGBTİ+’ların en iyi temsillerinden birini ekranlara getirdi. Mickey Milkovich karakterinin eşcinsel olduğunu kabullenmesi ve açılması basmakalıpları yıkıp geçti. Erkek arkadaşı Ian Gallagher ile olan ilişkisinde Mickey, kendine duyduğu “nefretle” yüzleşmeyi başardı.
Bu noktada Game of Thrones (2011-2019) dizisinden de bahsetmek istiyorum. Dizinin en sevilen karakterlerinden Oberyn Martell ve karısı Ellaria Sand cinsellik konusunda son derece akışkan ve ilerici bir yaklaşımı temsil ediyordu. İkili, cinsiyet ve tekeşlilik fikirlerini gülünç derecede saçma bulduklarını her zaman ifade ettiler. Suçluluk ve utançtan tamamen arınmış bir şekilde, önyargılara kafa tuttular. Bu arada Oberyn’in cinselliğine romanlarda hiç değinilmediğini de belirtelim.
Orange Is the New Black (2013-2019) dizisi de Piper ve Alex’ten Poussey, Lorna ve Big Boo’ya kadar her biri cinselliğini farklı bir şekilde keşfeden ve ifade eden çeşitli LGBTİ+ karakterler içeriyordu. Ancak Nicky Nichols, kendine güveni, özür dilemeyen tavrı ve net benlik duygusu sayesinde dizisinin hayranların favorisi haline geldi. Sophia Burset ise trans kadınların cezaevlerinde gördükleri muameleyi ortaya çıkardı. Sophia’nın hikâyesi her zaman cesaret verici olmasa da transfobiye ve trans kadınların düzenli olarak karşılaştığı sistemik zorluklara önemli bir ışık tuttu.
Yine önemli LGBTİ+ temsillerine yer veren dizilerden biri The Fosters (2013-2018) dizisiydi. Bu dizide biri biyolojik, dördü evlatlık olmak üzere beş genci yetiştiren iki evli lezbiyen kadının hayatına şahitlik ettik. Bana kalırsa bundan daha önemli bir temsil anı ise 13 yaşındaki Jude ve Connor’ın öpüşme sahnesiydi. ABD televizyon tarihindeki en genç eşcinsel öpücüğü ekranlara taşındı. Fakat bu sahnenin de ötesinde dizinin ilk aşka dair masum tasviri, kendi okul çağındaki deneyimlerinin ekrandaki temsillerini nadiren gören genç LGBTİ+’ları derinden etkiledi.
Son dönemlerin sevilen yapımlarında Brooklyn Nine-Nine (2013-2022) dizisinde açıkça eşcinsel, siyah bir polis memuru olan Kaptan Raymond Holt’un, ayrımcılığa karşı nasıl mücadele ettiğini izledik. Raymond Holt, 80’lerde eşcinsel olarak açıldı, NYPD’nin bir üyesi olarak ayrımcılık ve homofobi ile mücadele etti, ancak sonunda kaptanlığa terfi etme hayalini gerçekleştirdi ve benlik duygusundan asla ödün vermedi. Yine aynı dizinin biseksüel dedektifi Rosa Diaz’ı da unutmamak gerekiyor. Stephanie Beatriz de açık bir biseksüel olarak karakterinin açılmasını desteklediğini belirtti.
Sense8 (2015 – 2018) yine mutlaka bahsetmemiz gereken dizilerden. Her ikisi de transseksüel olan Wachowski kardeşler tarafından yaratılan dizide heteroseksüel olmayan birçok ana karakterler izledik. Trans kadın Nomi Marks ile Cis kadın Amanita Caplan’ın ilişkisiyse en ilgi çekici hikayelerden biriydi.
Ödül törenlerinde fırtınalar estiren Schitt’s Creek (2015-2020) de Dan Levy’nin canlandırdığı panseksüel David karakterini izleyicilerle buluşturdu. David’in cinselliğinin ve ardından Patrick ile olan ilişkisinin, hikâyede hiçbir homofobik ifadeye yer verilmeden işlendiğini ve David’in cinsel kimliğinin diğer karakterler tarafından basitçe kabul edildiğini gördük.
Unbreakable Kimmy Schmidt (2015-2019) dizisinde izlediğimiz Titus Andromedon da Kendine güveni, mizah anlayışı ve etkileyici kişiliğiyle ekranların en sevilen eşcinsel karakterlerinden biri haline geldi. Titus, dizinin neredeyse başkarakteri kadar ekran süresine sahipti. O sadece heteroseksüel kadın başrolü yükseltmek için tasarlanmış bir yan karakter değildi; hikâyenin önemli bir parçasıydı.
Ekranların ilk non-binary karakteri de Billions (2016- ) dizisinde karşımıza çıktı. Asia Kate Dillon, tüm zamanların en güçlü ve görünür non-binary karakterlerinden birini, Taylor Mason canlandırdı. Dillion’un Amerikan televizyonlarında başrolde izleyicilerin karşısına çıkan ilk non-binary aktör olduğunu da belirtelim.
Son dönemlerin ses getiren işlerinden Pose (2018-2021) de LGBTİ+ temsili konusunda çığır açtı. Indya Moore’un Angel karakterini canlandırdığı çarpıcı performansı, 80’lerde New York’ta yaşayan siyah ve Latinx LGBTİ+ topluluğuna dair dürüst ve kapsamlı bir bakış açısı sağladı.
Ergen cinselliğinin çeşitli temsillerini ekrana getiren Sex Education (2019- ) da LGBTİ+ spektrumunda birçok karakter barındırıyor. Eric Effiong ise bu karakterlerin en önemlilerinden ve en sevilenlerinden birisi. Diniyle, ailesiyle, değerleriyle ve tabii ki cinselliğiyle mücadele ettiğini ve kendisini nasıl kabullendiğini görüyoruz.
Son dönemlerin ses getiren işlerinden Euphoria (2019- ) dizisinde de trans genç Jules karşımıza çıkıyor. Karakterin trans kimliği, özellikle tamamen Jules’un bakış açısından anlatılan bir bölümde hem cesaret hem de zarafetle işleniyor. LGBTİ+’ların doğru temsilinin nihai hedefi aslında bu karakterlerin ve hikayelerin kültürel dünyamızın da düzenli parçalarından biri haline gelmesini sağlamak. Günümüzde birçok içerik üreticisi bu temsili ileriye taşıyacak diziler üzerinde çalışmaya devam ediyor.