Fallout: The Last of Us’a Meydan Okuyan, Mad Max’ten İlham Alan ve Makro Evren İnşasıyla Parlayan Bir Yapım
Interplay Inc. tarafından 1997’de “A Post Nuclear Role Playing Game” (Nükleer Savaş Sonrası Rol Yapma Oyunu) olarak piyasaya sürülen Fallout, oyun dünyasını değiştiren ikonik yapımlardan. Her yeni oyunla hayran kitlesini büyüterek kültleşen seri, 2077’deki nükleer serpinti sonrasında değişen bir dünyada geçer ve alternatif bir zaman çizelgesinde ilerler.
İlk yayınlandığı dönemden bu zamana oyun dünyasının en başarılı serilerinden birine dönüşen Fallout, Amazon Studios ve Kilter Films tarafından da TV’ye transfer edilerek Prime Video kataloğuna eklendi. Popülerliği sebebiyle doğal olarak 2024’ün de en merak edilen TV serilerinden olan Fallout, Primetime Emmy ödüllü HBO uyarlaması The Last of Us‘ın da karşısına dikildi.
Açıkçası HBO, The Last of Us oyununun yönetmeni ve yazarı Neil Druckmann’ı serinin yaratıcılarından birisi olarak görevlendirerek çok yerinde bir karar vermişti. Neil Druckmann ve Craig Mazin ikilisi de bugüne kadar yapılmış en iyi oyun uyarlamasına imza atmıştı ama artık çok ciddi bir rakipleri var.
Doğrusu Fallout yayınlandıktan sonra izlenme rekorları kırarak potansiyelini gösterdi. 16 gün içinde 65 milyon izlenen seri, The Lord of the Rings: The Rings of Power‘dan (Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri) sonra Prime Video’nun en çok izlenen ikinci serisi oldu. Akabinde de Prime Video hız kesmeden serinin 2. sezon onayını verdi.
Tabii bu başarıda öncelikli olarak projenin başında Christopher Nolan’ın kardeşi Jonathan Nolan ile Lisa Joy’un yer alması yatıyor. HBO’nun Westworld serisinin de yaratıcıları olan Jonathan Nolan ile Lisa Joy, post-apokaliptik açıdan göz alan Fallout evrenini layıkıyla TV’ye adapte etti. Ancak seriye geçmeden önce bu serinin evrenini biraz detaylandırayım.
Retro-Fütüristik Estetik, Değişmeyen Savaş ve Dünyanın Sonuna Doğru
Öncelikle Fallout markası, en başından beri George Miller’ın başyapıtı olan Mad Max serisinden ilham alır. Dolayısıyla Fallout evreninin damarlarında Mad Max filmlerinde gördüğümüz çorak topraklardaki post apokaliptik tasvirler ve kitlesel yok oluş bulunur. Hatta oyundaki bazı araçlar gereçler, kıyafetler, karakterler de direkt olarak Mad Max dünyasına dair göndermeler taşır. Zaten seri, 1988’de yayınlanan “Wasteland” oyununun da devamı olarak kabul edilir.
Fallout evrenini farklı kılan unsurlardan birisi de tasarım özelliklerinin retro-fütürizmden beslenmesidir. Lloyd Dunn tarafından ortaya atılan bu terim, edebiyat, sinema, moda, mimari ve oyun alanlarında kendisini gösterir.
Geçmiş ve gelecek arasında köprü kuran retro-fütürizm, pop kültürü ile bilimkurgu estetiğini de birleştirir. Örneğin George Lucas’ın yarattığı Star Wars evreninde yoğun bir retro-fütürizm etkisi mevcuttur. Keza Kenny Scharf’ın resimleri de bu açıdan dikkat çekicidir.
Fallout evreninde özellikle 1950’li yılların paradigması mevcuttur. Bütün estetik değerler ve kültür 50’lere sıkışıp kalmış gibidir. Atom çağına, nükleer güce rağmen de 20. yüzyılın en önemli buluşlarından biri sayılan ve elektronik devrelerin can damarı olan transistörler henüz icat edilmemiştir. Bu sebeple elektronik cihazlar ve teknolojik ürünler farkldır. Mesela kola takılarak kullanılan “Pip-Boy”lar bu durumun bir yansımasıdır.
Ayrıca bu evrenin zaman çizelgesi İkinci Dünya Savaşı’na kadar resmi tarihi takip eder. Ancak bu tarihten sonra alternatif bir tarih oluşur. 2077’de yaşanan küresel nükleer savaş ve toplu yıkım sonrasında ise esas kırılım yaşanır.
“Büyük Savaş” adı verilen bu olaydan sonra bildiğimiz uygarlık sona erer, radyasyon dolu bir dünya ve mutasyona uğramış yaratıklar insanlığı kucaklar. Geçerli olan tek mücadele ise hayatta kalma mücadelesidir. Vault sığınakları dışındaki yüzey şartları da insanlıktan çıkartıcı niteliktedir. Ghoul’lar, süper mutantlar ve daha fazlası…
Doğrusu oyun serisindeki bu “Büyük Savaş” da alegorik olarak Soğuk Savaş’ı tanımlar ve insanlığın her an küresel çapta nükleer bir savaşa tanıklık edebileceğini hatırlatır, gelecek öngörülerindeki karamsarlığı hissettirir.
O yüzden serinin soğuk ve acımasız şekilde akıllara kazınan jenerik repliği de şudur: “War, war never changes.” (Savaş, savaş asla değişmez.)
Fallout Dizisi: Kaynak Materyale Sadık, Görkemli Bir Prodüksiyon
Öncelikle Fallout oyunları 22. ve 23. yüzyıllardaki farklı zaman aralıklarında geçiyor. Örneğin ilk oyun 2161 yılında yani Büyük Savaş’ın 84 yıl sonrasında vuku buluyor. Son ana oyun olarak yayınlanan Fallout 4 ise 2287’yi işaret eder. Fakat Prime Video’nun Fallout dizisi tüm oyunların ilerisindeki bir tarihte, 2296’da başlıyor. Böylelikle TV dizisiyle birlikte Fallout evrenine yeni bir halka daha ekleniyor.
Zaten serinin haklarını elinde bulunduran Bethesda Game’in oyun tasarımcısı ve yönetmeni Todd Howard da dizinin oyunlardaki ana hikaye ile bağlantılı olduğunu doğruladı. Bu da dizinin gelecek sezonları ile yeni oyunların bir uyum içinde gideceğinin göstergesi.
Bu açıdan bakıldığında Fallout, kaynak materyaline sadık bir oyun uyarlaması olarak dikkat çekiyor ve sıkı hayranları da tatmin edecek bir hikaye arkı sunuyor. Bir yandan da bu tercih Fallout evrenine ve oyunlardaki zaman çizelgelerine uzak olan izleyiciler için de yeni bir başlangıç sunuyor.
Seriyi Lucy MacLean, Maximus ve Cooper Howard namıdiğer “The Ghoul” karakterlerinin yolculuğu üzerinden takip ediyoruz. Özellikle eski bir film yıldızı olan Cooper’ın flashbacklerle anlatılan hikayesi Büyük Savaş öncesindeki dünyaya da ışık tutuyor.
Zaman içerisinde yüzeydeki hayat dolayısıyla bir ödül avcısına ve hayalete dönüşen Cooper, antikahraman motivasyonu ile de fark yaratıyor. Çorak topraklarda acımasız bir yabancı olmayı gerektiren bu motivasyon, yüzeyde yaşamanın ne demek olduğunu da fazlasıyla anlatıyor. Tıpkı Mad Max’in yol savaşçısı “Max Rockatansky” gibi. Üstelik The Ghoul karakteri seriye kıyamet sonrası bir “western” dokusu da ekliyor.
Buna karşılık sığınakta büyümüş, beyni yıkanmış ve 50’ler kültürel algısına sıkışıp kalmış Lucy MacLean ise nahifliği temsil ediyor. Ancak bu nahiflik ve optimizm, Lucy’nin dış dünyaya çıkmasıyla ve yıllardır saklanan gerçeklerin ortaya dökülmesiyle yok oluyor. Bana kalırsa serinin en başarılı olduğu noktalardan biri de Lucy’nin karakter arkında ve dönüşümünde yatıyor. Çünkü Fallout evrenindeki esas kötülük, insanı kendine bile yabancılaştıran çorak topraklar ve Lucy her bölümde farklılaşıyor.
Benzer bir durum da militarist bir birlik olan “Brotherhood of Steel”in (Çelik Kardeşliği) üyesi Maximus için geçerli. Shady Sands’e atılan bomba sonrasında hayatta kalmış ve kardeşlik tarafından sahiplenilmiş Maximus’un şövalye olma tutkusu için göze aldıkları ve Lucy ile kesişen yolları hikaye arkında önemli bir yere oturuyor. Maximus’un motivasyonu ile duyguları arasında sıkışıp kalması da dramatik açıdan iyi veriliyor. Doğrusu üç aksta ilerleyen hikayenin örülme biçimi, flashbackler üzerinden geçmiş ile şu an arasında kurulan köprüler ve karakterlerin dönüşümleri seriyi canlı tutuyor.
Tabii serideki makro evren inşası da hayli görkemli ve göz alan cinsten. Prodüksiyon tasarımıyla parlayan seri, oyundaki evrenin hakkını fazlasıyla veriyor. Oyundaki retro-fütüristik estetik seriye de aktarılıyor. Kullanılan araçlar gereçler, robotlar, Pip-Boylar, sığınaklar ve 1950’ler kültürünün ele alınış şekli de ilgi çekiyor.
Bunun yanı sıra oyundaki kara mizah anlayışı da çok iyi yansıtılıyor. Ofansif, pis şakalar ve karakterlerin kendilerini tiye alan yaklaşımları bu sefil dünyaya eğlence katıyor. Bir yandan da seride The Boys serisini hatırlatan bir grafik şiddet ve “gore” estetik bulunuyor. Kanlı planlar hümanizmayı yok ediyor, post-apokaliptik vahşiliği tanımlıyor.
Sonuç olarak Jonathan Nolan ile Lisa Joy ikilisi yine hedefi vuruyor, Fallout dizisi The Last of Us‘a meydan okuyor. Tabii belirtmekte yarar var, Fallout evreninin derinliği göz önünde bulundurulunca ilk sezonda sadece yüzey kazındı. Önümüzde amansız ve çılgın yeni maceralar da bulunuyor.
Orçun Onat Demiröz’ün bu Fallout incelemesi Episode’un Haziran 2024 sayısında yayımlanmıştır.