Gerçeğin Gücüne Düşlerin İnadını Katmaya Ne Dersin?
Yeri bende her daim ayrıcalıklı olan, sevgiyle bağrıma bastığım güzide kanal BBC’nin The Tourist adlı altı bölümlük mini dizisi hakkında birkaç kelam etmek üzere huzurlarınızdayım. Mevzuya girmeden önce, izninizle yazı yazma keyfimin içine enjekte ettiğim bir lezzetten söz etmek isterim. Şöyle ki, bendeniz birkaç aydır, hakkında yazı yazacağım diziyi seçip editörüme iletme konusunda tuhaf bir yöntem geliştirmiş bulunmaktayım. Lüzumsuz bir cesaretle daha önce izlemediğim ve hakkında özellikle hiçbir şey bilmediğim dizileri seçiyorum ve yazıyorum. Neden mi? Çünkü beğenip beğenmeyeceğimi kestiremediğim bir dizi hakkında yazı yazmanın çok heyecanlı olacağını düşünüyorum da o yüzden. Bak sen! Bu dâhiyane fikrim sayesinde eğlendiğim zamanlar çok oldu tabii. Fakat işin seyri, bu ayki sayı için The Tourist dizisini seçmemle bir anda değişti.
Bu yazıda, diziyi izlerken duyduğum ıstıraplardan, yazıyı yazmak için masaya oturduğumda hissettiğim sancılardan söz eder miyim bilmiyorum ama aklımda tek bir fikir var sadece: Yazıyı keyifle okumanızı sağlamak. Aslında biliyor musunuz The Tourist‘in serüveni de böyle başlamış; sadece bir fikirle.
Senarist Harry ve Jack Williams kardeşlere bir dizi yazmaları için BBC’den teklif geliyor. Kalbimdeki yeri ayrı olan The Missing‘in yazarları ve aynı zamanda Fleabag gibi özel bir işin yapımcısı olan Williams kardeşler düşünmeye başlıyorlar. Sadece bir görüntü, bir karakter ve bir mekândan ibaret bir sahne kurguluyorlar. Kırsal bir coğrafyada bir tır, bir arabayı önce takip eder, sonra onu kovalamaya başlar ve bu takip sonucunda da araba kaza yapar. Fikir sadece budur. Daha sonra bu fikre sürücünün kaza sonrası hafızasını kaybetmesini de eklerler ve birkaç sayfayı geçmeyen bu hikâyeyle yapımcıların karşısına çıkarlar. Dizinin açılış sekansında da izlediğimiz hikâyenin bu kadarlık kısmı, yapımcıları heyecanlandırır. Yapımcılar, “Harika, bundan sonra neler olacak?” diye sorduklarında verecek cevapları olmadığını söylerler çünkü daha fazlasını kurgulamamışlardır. Senaristlerimizin bu muazzam rahatlığı, hatta kimimize göre bu kıskanılası şımarıklığıyla dizimiz The Tourist için ilk adımlar atılmış olur.
Williams kardeşler, daha önce yazdıkları hikâyelerin fazla gerilim ve drama yüklü olmasından biraz sıkılmışlar ve bu yüzden hikâyelerinde yer vermek isteyip de bir türlü fırsat bulamadıkları komedi unsurunu The Tourist‘te denemeye karar vermişler. Komedi dozunu kaçırdıkları ve absürtlük sınırında çok oyalandıkları anları, bu türün izleyicisi değilseniz çok da sevimli bulmayabilirsiniz. Hafızasını kaybetmiş bir adamın yaşadığı trajediyi eğlenceli hale dönüştüremeyip sevimsiz bir gülünçlük olarak sunarsanız, hikâyeden alınması muhtemel keyfe zarar verirsiniz. The Tourist‘i hiçbir kategoriye koyamadıklarını kabul eden Williams kardeşler, “Kendimize ilk defa aklımıza gelenleri yazma yetkisi verdik,” diyerek aslında bizi alışık olmadığımız bir hikâyeye de hazırlamışlar zamanında. Ama ben bunu şimdi öğrenen şansızlardan olduğum için, hazırlıksız yakalandığım bu hikâyenin büyük yorgunuyum şu anda. Tabii insan, bu aklına geleni yazma cüretine öykünmek de istiyor ama olmuyor işte.
Fakat şu da bir gerçek, hafızasını kaybetmiş bir adamın Avusturalya kırsalında, kim olduğunu bulmak için çıktığı yolculuğu anlatan The Tourist iyi bir açılış sahnesini de cebine koyup karşımıza çıktığında, iyi bir macera izleyeceğimiz konusunda epey heyecanlandırıyor bizi.
Hikâyeye katılan her karakterin yorucu ve bıktırıcı üslubundan başınızı kaldırabilirseniz, kafa yorulacak pek çok nokta yakalayabilmeniz mümkün. Mesela bir insanın bir kaza sonrasında aniden kendine dair hiçbir şey hatırlamaması, idrak etme kapasitemizi yerle yeksan eden bu kaybolma hali çok üzücü. Ayrıca hiçbir olayı, anıyı hatırlamamanın dışında, insanın kendisine dair hiçbir fikrinin olmayışı da fena halde hüzünlü. Kendimiz hakkındaki bu bilgisizliğimiz, sahip olduğumuz özelliklerin varlığından habersiz olmamız, algılanması zor bir duygu. Bu boşluk ve bu yokluk halini, kendine dair bilgilerle doldurmaya çalışırken kendinle tanışmak ise aklın sınırlarını zorlayan inanılmaz bir süreç. Fakat rahat olun, böyle varoluşsal sancılar yaşamayan senaristlerimiz, kahramanımıza sadece hayatta kalmak üzerine bir amaç yazmışlar. Bizi çok yormak istememişler, sağ olsunlar. Ama bu arada hikâyeye doğru zamanlarda ve akıllıca yerleştirilmiş birkaç yüzleşme anı var ki hakkını yemeyelim. Ayrıca iyi bir final yazdıklarını da söylemeden geçemeyeceğim.
Bu arada kahramanımız demişken, başrol oyuncusu Jamie Dornan’ın yakışıklılığına eklenen bu benzersiz mağduriyet dozu çok şık durmuş üstünde. Hikâye boyunca keyifle izlenen, insanı hiç rahatsız etmeyen temiz bir oyunculuğu var. Üzerine dikilmiş bir rolü taşıma konusunda umut vaat eden yeteneğini ıskalamamak gerek. Bir karakteri inşa ederken senaryoda onun hakkında yazan bilgiler doğrultusunda role hazırlanmak varken kendisi hakkında bilgi sahibi olmayan bir karakteri canlandırmak oyuncu için farklı bir deneyim olsa gerek. Senaryoyu okurken karakter hakkında bir şeyler öğrendikten sonra da bunu unutmuş gibi yapmak da başka bir sınav olmalı oyuncu için.
Benim için diziyi katlanılır kılan, kahramanımız ile onun soruşturmasını yürüten, daha doğrusu yürütme konusunda gönüllü olan stajyer polis Helen (Danielle Macdonald) ile arasındaki ilişkiydi. Zorunlu diyalogların ötesine geçme şansı olmayan, ertesi güne taşınması bile olası gözükmeyen bu tanışıklığı, nasıl oldu da “hadi sürpriz bir şeyler olsun” noktasına taşıdınız Williams kardeşler? Bravo doğrusu! Helen’in o sıkıcı ve yorucu mimiklerine üşenmeden yazdığınız o tatsız diyaloglara rağmen affettim sizi bu sahneler sayesinde.
Korktuğum kadar mutsuz bir yazı olmadı sanki. Dizi bittiğinde mutlu değildim ama günler sonra aklıma bir şeylerin takılması da benim hisseme düşendi.
O da şudur ki, doğduğumuz andan itibaren bize eşlik eden, yılların alışkanlıklarıyla sahip çıktığımız bu beden ve ruhla yola devam ederken birden onu kaybedip tekrar tanışmak zorunda kalsak onu yeniden aynı sevgiyle sahiplenir miydik acaba? Ya da varlığından memnun olur muyduk?
Bunu düşünelim…
Bu yazı Episode Dergi’nin 33. sayısında (Mart-Nisan) yayımlanmıştır.