‘The Penguin’: Gotham İçinde Açılan Farklı Kapılar ve ‘The Sopranos’a Göz Kırpan Bir Mafya Hikâyesi
‘Moonage Daydream’: David Bowie’nin Tabular Kıran Dünyası, Kendini Yıkan Personaları ve Yaşam Deneyimi
David Robert Jones ya da bilinen adıyla David Bowie, çağımızın en şahsına münhasır ve avangart sanatçılarından biriydi. 2016 yılında kara bir yıldıza giden Bowie, müziğiyle ve yarattığı farklı kimliklerle de eşsiz bir miras bıraktı.
Özellikle kariyerinin başlangıcındaki androjen tarzı ve ataerkil kalıpları alt üst eden tavırları ile ana akıma sızan Bowie, kariyeri boyunca alt kültürden beslenmeyi de bildi. Her daim deneysel, yenilikçi ve aykırı olmayı başaran Starman, sadece müzik değil sanatın farklı alanlarında da üretti. Hatta o kadar üretken bir zihne sahipti ki daha 40’lı yaşlarına gelmeden 20’ye yakın albüme imza atmış, Broadway müzikallerinde sahne almış ve filmlerde oynamıştı. Bunlara ek olarak yaptığı resim ve heykel çalışmaları da cabasıydı.
Aslında Stanley Kubrick’in kült filmi 2001: A Space Odyssey‘den etkilenerek yazdığı Space Oddity parçası ve albümü ile patlayan Bowie, 70’lerde uzaya fırlatılan bir roket gibi yol almıştı. Arka arkaya yaptığı ikonik albümlerle de glam ruhunu çok büyük kitleler ile buluşturmuş ve sürekli metamorfoz geçiren bir idol haline gelmişti.
Yarattığı karakterler arasında en cafcaflı olanı ise kuşkusuz Ziggy Stardust’tı. Ziggy, The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars albümü ile birlikte doğdu, Bowie’nin üzerine unutulamayacak şekilde yapıştı. Bowie bu karakteri fiilen öldürse de Ziggy “alter ego” olarak yaşamaya devam etti ve Bowie’nin farklı şeyleri birbirine uyumla yapıştıran, Buda ile Friedrich Nietzsche’yi buluşturan “hotchpotch” felsefesinin de bir temsili oldu.
Bowie, 69 yaşında ve doğum gününden tam 2 gün sonra dünyadan ayrıldı ama onun kozmik arayışının, yalnızlığının ve yaşam deneyiminin doğru şekilde anlatılması gerekiyordu. İşte, Brett Morgen’ın Moonage Daydream belgeseli bunu ziyadesiyle başarıyor.
Brett Morgen’ın İmgelerle Dolu Kozmik Kolajı
Brett Morgen’ı The Kid Stays in The Picture, Kurt Cobain: Montage of Heck ve Jane gibi belgesellerden tanıyoruz. Açıkçası ana akımın dışında seyreden hikaye anlatımı, müzik gazeteciliği, arşiv kullanımı ve disiplinler arası çalışabilmesi onu farklı bir yere koyuyor. Dolayısıyla söz konusu Bowie kültü olunca, Morgen doğru bir seçim olarak karşımızda duruyor.
Zaten Morgen, Bowie’nin ölümünün ardından Moonage Daydream‘in yapımına da hemen başlıyor ve belgesel uzun soluklu bir çalışmanın ardından seyircisi karşısına çıkıyor. Belgesel ilerledikçe bunun çok titiz ve zengin bir arşiv çalışması olduğunu da anlıyorsunuz.
Esasen belgeselin gücü de bu titiz arşiv çalışmasının öğretici olmaktan kaçınmasından geliyor. Moonage Daydream, Bowie’nin kendini yıkan personaları ve deneyim odaklı yaşamı içerisinde kaybolmamızı isteyen bir yapım. Belgeselin kolaj tasarımı ve “mashup” estetiği de Bowie ile bağ kurmamıza, onun duygular denizine açılmamıza hizmet ediyor.
Bir yandan da son yıllarda müzisyen ve grup “biopic”leri yeniden trend oldu. Bohemian Rhapsody, Rocketman, Elvis gibi filmleri arka arkaya izledik. Bu süreçte David Bowie’nin Ziggy’ye dönüşümünü anlatan Stardust da vizyona girdi. Fakat bu film başta Bowie’nin yönetmen oğlu Duncan Jones olmak üzere birçok eleştiri aldı. Hatta Jones bu filmin yapımcılarını kendilerinden izin almadıkları için de yerden yere vurdu.
Ancak Moonage Daydream‘de durum farklı. Morgen, Bowie ailesinin lütfuna sahip olmuş ve kendisine her türlü materyal sunulmuş. Tabii Morgen de bunu çok iyi kullanmış. Bowie’nin “All is transient. Does it matter? Do i bother?” (Her şey geçicidir. Önemli mi? Önemsiyor muyum?) ifadesini merkezine alan yapım, imgeler ve imajlar arasında gelip giderek spritüal bir yolculuk sunuyor.
Almanca’da “stimmung” olarak geçen bir kavram vardır. Stimmung, birden çok duyguyu içerisinde barındıran bir “duygudurum”dur. Kişinin bulunduğu çevreye ve algıdaki seçiciliğine göre de değişiklik gösterir. Bowie’nin 50 yılı aşan müzikal kariyerine baktığımızda da duygudurumunu sürekli değiştirdiğini, hatta kendisini mental olarak zorlayacak sınavlara tabi tuttuğunu görürüz. Bu onun yazma, üretme ve farklı bir karakter ile yeniden doğma döngüsünün bir parçasıdır. Bundan ötürü de sürekli seyahat eder, insanlardan kaçar, farklı yerlerde yaşar, sınırlarını zorlar.
Doğrusu Morgen belgeselde Bowie’nin sürekli değişen duygudurumunu harika süzüyor ve bunu da ilham verici şekilde sunuyor. Ayrıca Bowie’nin 90’lara gelene kadar ki yaşantısına dair detaylar da çok iyi aktarılıyor. Brixton banliyösündeki çocukluk dönemi, şizofren olan üvey ağabeyi Terry Burns ile ilişkisi, annesi ile olan mesafesi, nefret ettiği Los Angeles’a taşınması ve ardından Berlin’de küçük bir evde göçmen gibi yaşadığı dönem…
Özellikle Berlin dönemine dair Berlin üçlemesi olarak bilinen “Low-Heroes-Lodger” albümlerinin arka planı da çok iyi çiziliyor. Daha önce görmediğimiz erken dönem röportajları ve sahne görüntüleri de onun düşünme biçimini anlamamıza, zihninin dehlizlerine girmemize yardımcı oluyor. Belgeselin ses miksajının da üst düzey olduğunu belirteyim. Eski görüntüler ve kayıtlar çok iyi restore edilmiş.
Fakat tüm bunların yanı sıra belgeseli izlerken takıldığım ufak bir olumsuzluk mevcut. O da Bowie’nin 90’lar ile 2000’ler dönemlerinin hızla ve yüzeysel şekilde geçilmesi. Tabii Bowie gibi daldan dala atlayan bir ikonun 50 yılı aşan kariyerinin her dönemecinin aynı yoğunlukta anlatılması kolay iş değil. Bunu kabul etmek gerekiyor ama belgeselin 134 dakikalık süresini göz önünde bulundurunca, 90’lar ile 2000’li yılları biraz daha derinlikli işlenebilirmiş.
Yine de Moonage Daydream, David Bowie’nin hayatı kutsayan bakış açısını, düş dünyasını, ruh halini, popülerleştikçe kendisini yıkan felsefesini, gizemini sonuna kadar taşıyor. Bu yapımın çoğu Bowie hayranı için bir başucu belgeseli olacağını da rahatlıkla söyleyebilirim.