Osman Sınav: Başarı, Para Kadar Kolay Kazanılmaz
[highlight]Tam 35 yıldır piyasanın içinde… “Çok şükür, aldığım risklerin çoğunda başarılı oldum,” diyor Sen Anlat Karadeniz‘le bu yılın en büyük çıkışını yapan Osman Sınav. “Eskiden yaratıcılığa ve hikâye anlatımına çok önem verilirdi. Etik diye bir şey vardı, artık o etik değerlere önem verilmiyor. Sadece reytinge önem veriliyor” eleştirisini yapan Sınav’ın şu vurgusu önemli: “Sinema ve drama yapmanın asıl sermayesi, yeni ve yaratıcı insan keşfetmektir. Yeni insanların önünü açmalıyız. İyi ve yaratıcı fikir her zaman parayı bulur.”[/highlight]
Reytingleri altüst eden Sen Anlat Karadeniz‘in yaratıcısı Osman Sınav, “İnsanlar eğlenmek isterken ben toplumsal vicdan yaratan işleri tercih ettim. Eğlenmek isteyen insanlara dert anlatarak, onları bilinçlendirdim,” diyor. Televizyonun toplumu şekillendirmede önemli unsurlardan biri olduğunu vurguluyor Sınav, bu yüzden de bu yüzden eğlence kadar eğitici bilgilerin de yer alması gerektiğini belirtiyor. Önümüzdeki 10 yılda televizyon dünyasının tanınamayacak noktaya geleceğine inanan Sınav, kanayan yara telif haklarına da değiniyor: “Kültür Bakanlığı bize ekonomik yardımda bulunmasın, sadece telif haklarını çalıştırsınlar yeter. Telif hakları çalışmayan ülkelerde insan hakları olmaz. Telif hakları doğru çalışsa çok farklı bir yerde olurduk.”
Röportaj: Engin İnan
Fotoğraf: Burçin Korkmaz
Öncelikle tebrik ederim, “Sen Anlat Karadeniz”, çok başarılı bir başlangıç yaptı. Bu projeye nasıl karar verdiniz, süreç nasıl başladı ve bugüne kadar nasıl ilerledi, senaryo çalışmalarında dikkat ettiğiniz başlıklar neler oldu?
Teşekkür ederim. Sen Anlat Karadeniz‘in çalışmalarına yaklaşık 1 yıl önce başladık. Senarist arkadaşlarım, konuyu anlatınca çok beğendim ve mutlu oldum. Hatta senaryoya hayran kaldım. Toplumsal vicdanı harekete geçirecek bir hikâye. Benim de drama işlerinde en çok yapmak istediğim şey, toplumsal vicdanı harekete geçirmek. Televizyonlar en temelde eğlence ve haber verme aracıdır. Televizyonda toplumsal bir mesele anlatmak aslında yokuşa su akıtmak gibi bir şey. Meslek hayatım boyunca yokuşa su akıttım. Çünkü televizyonda böyle bir iş yapmak risklidir. Riski de şurada; insanlar eğlenmek isterken ben toplumsal vicdan yaratan işleri tercih ettim. Eğlenmek isteyen insanlara dert anlatarak, onları bilinçlendirdim. Çok şükür, aldığım risklerin çoğunda başarılı oldum.
Dizinin reyting başarısı çok konuşuldu. Siz, izleyiciyi yakaladığı yerleri nasıl değerlendirirsiniz?
Çok şükür, benim de beklediğimin üzerine ulaştı. Hikâyenin temposu, ritmi izleyiciyi içine çekti.
Dizinin oyuncu seçimlerini siz mi yaptınız ve bu aşamada nelere dikkat ettiniz? “Star” kavramıyla yola çıkmadığınızı ve iyi oyunculuklara göre oyuncu seçiminin yapıldığı gibi bir fikrim var zira. Siz ne dersiniz?
Casting direktörümüz Nesrin Namal’la beraber 9 ay boyunca uğraştık. Nesrin Hanım bir ara rüyasında Vedat ve Tahir görüyordu. Çok emek verdik, yorulduk ama değdi. Oyuncu seçiminde star kavramıyla hareket etmedik. Birçok audition çekimi yapıp karar verdik. Aslında oyuncularımız çok istediler ve aldılar. İlk çekimlere başladığımızda 70 dakikalık bir bölümü yıktık. Bazı oyuncuları ve mekânları değiştirdik. ATV yönetimi de bana inandı, sabretti ve kararımı destekledi. Bu kararla beraber maddi kayıplarımız oldu ama önemli olan sonuç. Para tekrar kazanılır ama başarı, para kadar kolay kazanılmaz.
“Şiddet zaten sert bir şeydir ve hafifletilemez”
İlk bölüm yayınlandıktan sonra sosyal medyada bazı tepkiler aldı dizi. Özellikle Nefes’e uygulanan şiddet sahnesinin “özendirici” olduğuna dönük eleştiriler yoğunlukta. Dizinin hem yapımcısı hem yönetmeni olarak eleştirilere nasıl cevap verirsiniz?
Şiddet zaten sert bir şeydir ve hafifletilemez. Şiddeti hafifletmek mazur göstermektir. Şiddeti ne kadar şiddetli gösterirsek merhamet duygusu o kadar artar. Bizim amacımız, merhamet duygusunu yukarı taşıyarak algılarımızı açmak. Çünkü dram, algıları açarak düşünmemizi sağlar.
TV’de son yıllarda “toplum ahlakı” başlığı altında RTÜK’ün yoğun bir sansür mekanizması olduğu söylenebilir. Uygulanan cezalar nedeniyle yazarlar, kanallar ya da yapımcılar otosansür mekanizması işlettiklerini itiraf ediyorlar. Sizce TV’ye bu kadar müdahale edilmesi doğru mu?
Doğru değil. Drama, otosansür uygulanarak yapılmaz. Drama dramadır. Yusuf peygamberimizi kardeşleri kuyuya atıyor. Bu dramdan Mısır sultanıyla Züleyha’nın aşkı çıkıyor. Gene bu dramla birlikte insan idrakı çıkıyor. RTÜK, televizyona baskı yapıyor ama internete kimse baskı yapmıyor. Çünkü biz halının altındakini değil, üzerindekini görüyoruz.
TV’nin ya da dizilerin izleyiciyi şekillendirdiğini, toplumu olumlu ya da olumsuz anlamda etkilediğini düşünüyor musunuz?
Tabii ki toplumu şekillendiriyor. Bu yüzden eğlence kadar eğitici bilgilerin de yer alması gerekiyor
“Sen Anlat Karadeniz”de kadına şiddet uygulayan kötü adamın karşısında, kadını bu şiddetten kurtarmak için destek olan bir iyi adam portresi çizilmiş fakat Tahir de emreden, kaba bir adam. Bunu özellikle mi tercih ettiniz?
Böyle kurmasaydık Karadenizli bir adam olmazdı. 8 yıl boyunca şiddet görmüş çocuklu bir kadını, geleneklerine karşı çıkarak koruyor. Nefes’i masum, tertemiz bir insan olarak görüyor ve biz oradan destansı bir aşk çıkaracağız. O yüzden Nefes, Tahir ile karşılaştığı ilk sahnede beyaz giydi.
“Şimdilerde yurtdışına format satıyor olmalıydık”
Osman Sınav ismi farklı yaşlardan pek çok insan için önemli, hayatımızda izi olan pek çok dizide imzanızı görüyoruz. Bu sene Türkiye’de TV yayınının başlamasının 50. yılı aynı zamanda. “Süper Baba”dan “Sen Anlat Karadeniz”e, TV dünyasında nelerin değiştiğini düşünüyorsunuz, olumlu ve olumsuz anlamda tespitleriniz nelerdir?
35 yıldır bu işin içindeyim. Televizyon tarihinin en hareketli döneminin tanığı oldum. Çok şey değişti. Eskiden yaratıcılığa ve hikâye anlatımına çok önem verilirdi. Etik diye bir şey vardı, artık o etik değerlere önem verilmiyor. Sadece reytinge önem veriliyor. Oysa sadece reyting almak, reyting için iş yapmak önemli değil. Ciddi bir iş yapıyoruz, sosyal bir yaraya parmak basıyoruz. Biz reyting almasak da bu işi yapmamız lazım, tabii reyting almadan bunları söylemek kolay değil. Kanalımız da bunun farkında, bize çok sabretti, arkamızda durdu. Türk televizyonculuğu çok değişti. Bizim şu an yurtdışına format satmamız lazım ama format almaya başladık. Deli Yürek, ilk satılan dizidir. Bizim buralara format satıyor olmamız lazım, bizimse Kore’den almadığımız format kalmadı.
“Sosyal medya, seyirciyi aceleci yaptı”
Bu süre içinde izleyicinin refleksleri, beğenileri, kriterleri değişti mi sizce? Nasıl bir değişim yaşanıyor seyirci açısından?
Sosyal medya, seyirciyi çok aceleci yaptı. Eleştirilere, neyi anlatamamışız diyerek bakıyorum, takip ediyorum. Diziyi izlememiş, bir yerde kısa bir video görüyor, anlatılanı anlayamıyor. Hemen sert eleştiri yapılıyor.
Kariyerinizde hiç uyarlama dizi yapmadınız sanırım, günümüzde Kore, Japon uyarlamaları çok gündemde. Bu uyarlamalara nasıl yaklaşıyorsunuz?
Orada olan bir iş, burada da izleniyor. Dünyanın her yerinde çekilen dizileri, telefon ekranından izleyebiliyorsunuz artık. O yüzden ortak paylaşımlar oluyor, onların kültürüne yabancı olmuyorsunuz. Onların kültür genleri bize yerleşiyor. Kendi genlerimizi kaybetmememiz için kendi genimize ait bir şey yapmamızı önemsiyorum. Ben yurtdışı uyarlaması yapmadım hiç, kendi sinemamızdan uyarlama yaptım. Çünkü kendi hikâyelerimizi, bu toprakların hikâyesini anlatmak istiyorum. Anlattığım hikâyenin kendi kültür genlerimizden beslenmesi gerektiğine inanıyorum.
Kenan İmirzalıoğlu bu yıl Altın Kelebek ödülünü, “Deli Yürek’i yıllar önce bölüm başı 1 dolardan satarak, dizi ihracatını başlatan” diyerek size ithaf etti. Yıllar önce “Deli Yürek”in yurtdışına satışını hangi koşullarda ve hangi ülkeye yapmıştınız?
Deli Yürek‘i o yıllarda satmayı umut etmemiz bile saçma görünüyordu. Bir Türk, ABD’de işletme okusa, bu dizileri nasıl satıyorlar diye araştırma yapsa, öğrenip gelse, bizim yaptığımız işleri satsa diye hayal kurardım. Kanalla sözleşmeyi yaparken de “Yurtdışı haklarını bana bırakır mısınız?” diye sordum. Genel Müdür Murat Saygı, “Osman, bizi Erol Bey ile (Aksoy) kavga ettireceksin. Erol Bey, niye bunu böyle yaptınız diyecek?” dedi. “Murat, sen modern eğitim almış bir insansın, Erol Bey’i ikna edersin,” dedim. “Zaten beş kuruş para etmiyor ki,” dedi. “Bu da benim sanatçı kaprisim olsun, kendi ağzınla söylüyorsun beş kuruş para etmiyor zaten,” dedim. “Peki,” dedi. Bir gün birisi aradı, tanışmak istedi. “Ben ABD’de master yaptım. Onlar bunu nasıl satıyor diye araştırdım, şirket kurdum,” dedi. “10 senedir seni bekliyordum, hoş geldin,” dedim. Beş kuruş etmeyen pazara biz ham bant parası ve artı 1 dolarla başlarsak 10 yıl sonra bu pazar oluşacak ve biz bu pazarda olacağız diye düşündüm. Artı 30 dolar aldık, şimdi diziler milyon dolara satılıyor.
“Bakanlık yardım yapmasın, telif haklarını çalıştırsın”
Evet, artık ciddi bir büyüme yaşanıyor bu alanda. Bir taraftan da yurtdışı satışlarına odaklanarak benzer hikâyelerin benzer oyuncularla yapılması, sektörün yaratıcılığının düşmesine neden olur mu sizce?
Yurtdışı satışlarımız artık yok. Biz kendimiz yok ettik. Bizim şimdilerde format satmamız gerekiyordu. Bunun yok olmasının bir sebebi de kanalların yurtdışı haklarını yapımcıya vermemesi. Hakları vermeyince yapımcılar da daha iyi satış için ekibini çalıştırarak para sarf etmiyor. Satış hakkı kanalda olunca yapımcı bir şey yapamıyor. Bu işin esası konsept geliştirmek ama hiç kimse bunun üzerinde durmadı ve durmuyor. Bu ülkede hâlâ telif hakları kanunu yok. Kültür Bakanlığı bize ekonomik yardımda bulunmasın, sadece telif haklarını çalıştırsınlar yeter. Telif hakları çalışmayan ülkelerde insan hakları olmaz. Telif hakları doğru çalışsa çok farklı bir yerde olurduk.
Biz ilk satış yaptığımızda Kenan İmirzalıoğlu tanınıyor muydu? Şimdi tabii ki gurur duyuyoruz. Biz konsept satarak yaptık. Şimdi yeterli konsept yapmadığımız için oyuncularımız da aşağıya çekiliyor.
Peki, senarist ve yönetmen anlamında sektör gerekli donanımdaki insanları yetiştirebiliyor mu sizce; yahut yeni isimleri kazandırabiliyor mu?
Son yıllarda televizyonculuk popüler meslek haline geldi. Ama açılan okullar yeterli değil. Yeni genç yazarlar, oyuncular, senaristler yetişiyor. Geriye dönüp baktığımda asistanım olarak başlayan, sonra yönetmenim olan yedi isim var. Bunlardan biri de Sen Anlat Karadeniz‘in yönetmeni Emre Kabakuşak. Emre, Niğde’de bir üniversitede okuyup asistan olarak işe başlamıştı. Kendini çok iyi yetiştirdi ve şimdi yönetmenlik yapıyor; gurur duyuyorum. Oğlum da senelerce bu işin içindeydi. Şimdi o da yönetmen oldu. Sinema ve drama yapmanın asıl sermayesi, yeni ve yaratıcı insan keşfetmektir. Yeni insanların önünü açmalıyız. İyi ve yaratıcı fikir her zaman parayı bulur.
10 yılda TV dünyası tanınamayacak noktaya gelecek”
Son dönemde yükselen dijital yayıncılığı nasıl değerlendiriyorsunuz? Dijital alana dair de işler yapacak mısınız?
Tabii ki düşünüyorum. Önümüzdeki 10 yıl içinde televizyon dünyasının tanınamayacak noktaya geleceğine inanıyorum. Bir gün belki de yaptığımız işleri uzay boşluğundaki bir mekiğe göndereceğiz. İnsanlar dizileri kredi kartından cüzi bir miktar karşılığında izleyecek. Tüm pazarlama buradan yapılacak. Teknoloji sıçrama içinde ve bizi nereye sürükleyecek bilmiyoruz.
Röportaj, Episode Dergi’nin 8. sayısında yayımlanmıştır…