Kerem Özdoğan ile Prens dizisini konuştuk!

 Kerem Özdoğan ile Prens dizisini konuştuk!

Güldük eğlendik, sonra ikinci sezon geldi ve yine güldük eğlendik, derken kimileri afalladı çünkü birinin boğazını kestiler. Prens dizisi bize kısa sürede her duyguyu yaşattı ve bunu o kadar iyi, komik, şaşırtıcı yaptı ki ortaya bayıldığımız bir iş çıktı!

Giray Altınok’un sosyal medya projesi olarak başlayan bu yapımı Altınok, yakın arkadaşı ve uzun süredir tabiri caizse ekürisi olan Kerem Özdoğan ile beraber kaleme alıyor. Bu ikili neye imza atsalar izleyiciyi zaten güldürüyorlar ama ilk iki sezonuyla BluTV’nin en sevilen işlerinden olan Prens ile beraber Türkiye’de nadir gördüğümüz bir anlatı yarattılar: anakronik bir komedi. Ortaçağda, hayali bir ülkede geçen, isimsiz bir Prens’in ve ailesinin başrolde olduğu bir hikâye.

Kerem Özdoğan bu diziye sadece yetenekli kalemiyle değil, Elçi Sangu karakterini canlandırdığı oyunculuğuyla da katkı sunuyor. Biz de ikinci sezonu henüz sona ermişken Prens’i, Elçi Sangu’yu, tabii ki Elçin Sangu’yu ve diğer projelerini Kerem Özdoğan ile konuştuk.

Keyifli okumalar!

Fotoğraf: Yusuf Canöz / Styling: Şima Uslu

Kerem Özdoğan: “Biz, Prens’i, insanlara sadece eğlence veya komedi sunmak üzere yazmaya başlamadık”

Önce Prens dizisi macerasını sizden dinleyebilir miyiz? Giray Altınok’un bir sosyal medya karakteriyken nasıl oldu da diziye dönüştü ve siz sürece nasıl dahil oldunuz?

O dönem dizi olmasını istediğimiz hikâyeler üzerine konuşurken bizi çalışmaya itecek, yani eğlenmemizi sağlayacak konuyu arıyorduk. Bir gün Giray, sosyal medya hesabında canlandırdığı Prens karakteri için, “Bunun dizisini yapabilir miyiz?” diye sordu. Müthiş bir akıl tutulmasıyla, “Çok güzel olur, harika olur!” deyip işe koyulduk. Akıl tutulması diyorum çünkü pandeminin ortasındayız, sinema-televizyon sektörü sağlık önlemlerinden dolayı yavaşlamış, çok az yeni iş yayına giriyor ve biz korkunç maliyetli bir işe, hem de bir komedi işine giriyoruz. Biz bu akıl tutulmasının verdiği heyecanla çalışmaya başladık. Sanırım bizi bu işe iten en büyük motivasyon, ikimizin de tarihi çok sevmesi ve bundan eğlence çıkarabilmemiz oldu. Tabii bizim eğlencemize seyirciyi de dahil edebilmemiz, Müşvik Bey’le tanışmamız sayesinde oldu. Projeye güvenip bu işe girmese Prens, yıllarca kendi kendimize eğlendiğimiz bir hikâye olarak, bilgisayarda bir klasörün içinde kalabilirdi.

Prens nasıl yazılıyor? Giray Altınok ile nasıl paslaşıyorsunuz? Görev dağılımınız nasıl?

İlk olarak, sezon içerisinde takip edeceğimiz ana hikâyeyi oluşturmaya başlıyoruz. Bu aşamada karakterlerin kendi hikâyesi, ana hikâyeye etkileri ve ana hikâyeye bağlandıkları yerler yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Hikâyenin bölüm sayısını ve her bölümünün giriş-gelişme-sonuç kısımlarını da belirledikten sonra tretman dediğimiz sahneleri çıkarıp diyalogsuz taslağı oluşturuyoruz. Tüm bunları hazırladıktan sonra akışı tekrar gözden geçirip gözden kaçan detayları, eksik veya fazla olan durumları düzenliyoruz. Sonrasında ya bölümleri ya da karakterleri paylaşıyoruz. Her iki durumda da yazdıklarımızı birbirimize gönderiyoruz, kendi revizelerimizi verip bölümü yapıma sunmak üzere kilitliyoruz.

Buyur Bi’ de Burdan Bak ve Var Bunlar’da da Giray Altınok ile birlikte çalıştınız. Türk işi bir Steve Pemberton ve Reece Shearsmith ikilisine doğru gidiyoruz gibi hissediyorum… Birbirinizi nasıl bu kadar iyi tamamlıyorsunuz?

Çalışmamızın en temel faktörü eğlenmek olabilir. Yapacağımız projeye bir “iş” mantığıyla yaklaşıp ciddileştirmediğimiz için birbirimizi yormadan, keyif alarak çalışıyoruz. İkimiz de farklı karakterde insanlar olduğumuz için projede eksik olduğumuz yanları tamamlıyoruz sanırım.

Tabii çalışırken her şey güllük gülistanlık olmuyor; zaman zaman gerildiğimiz, tansiyonun yükseldiği anlar da yaşanıyor. Böyle zamanlarda birkaç gün çalışmaya ara veriyoruz. Mesela bir önceki sorunuzun cevabını çok disiplinli veya katı çalışma kuralları içinde çalışıyormuşuz gibi verdim ama gayet rahat, o kafe senin, bu sahil benim gezip tozarken çalışabiliyoruz. Ofise gittiğimizde de birkaç saat sonra, “Hadi yürüyüş yapalım!” diyoruz. Bazen günlerce hikâye için bir şey bulamadığımız bile oluyor. “Bu da böyle olsun,” diye geçiştirmeyi sevmiyoruz, bulana kadar zorluyoruz, içimize sinene kadar üzerine düşünmeye devam ediyoruz.

Prens’in ikinci sezonunda karakter sayısı da mekân sayısı da artmış görünüyor. Bu durum işinizi zorlaştırdı mı?

İşimizi zorlaştırdığımızı düşünmüyorum, hatta aslında ne kadar zorlaştırırsak yaratmak istediğimiz kaotik evreni o kadar lezzetli hale getireceğimizi düşünüyorum. İlk sezonu yazarken de dizi yayınlandıktan sonra da odak noktamız nasıl kendimize yeni düşmanlar kazanabiliriz ya da Prens’in evrenini nasıl genişletebiliriz olduğundan önümüzdeki sezonda da yeni karakterler ve devletler göreceğimizi söyleyebilirim.

Filip’in ölüm sahnesi büyük şok yarattı. Gördüğüm kadarıyla sosyal medyada dizinin hayranları da ikiye bölündü; kimi sevdi, kimi sevmedi. Bu kadar eğlenceli bir dizide bu kadar gerçekçi bir ölüm sahnesi yaratmanızın altında yatan neden neydi?

Biz, Prens‘i, insanlara sadece eğlence veya komedi sunmak üzere yazmaya başlamadık. Eğer amacımız bu olsaydı, epizodik dediğimiz (buradan Episode’a selamlar); her bölüm başka bir konunun işlendiği, sezona yayılmış ana hikâyesi olmayan bir dizi formatında yapardık. Biz Prens’te insanlara bölümler boyunca takip edebilecekleri ve seyir zevki yüksek bir hikâye sunmak istedik. Amacımız da Prens gibi bir karakterin yaşadığı dünyanın gerçekliğine insanları ikna etmekti. Eğer buna ikna edersek Prens’in davranışlarını da insanlar kabul ederdi. Bunun için de sağlam ve sürükleyici bir hikâye kurmamız gerekiyordu.

Başa dönersek biz insanlara, komedi türünde bir dizi yapsak da sadece “eğlence” sunmuyoruz, hikâyemizi izlettirmek istiyoruz. Tabii ki bu hikâyede anlatım aracı olarak mizahı kullanmamız insanlarda, “Komedi dizisinde bu olur mu?” hissi uyandırıyor ama biz böyle bir amaçla yola çıkmadık.

Ölüm sahnesine gelirsek dizide olmayan, hiç yapmadığımız, çok alakasız bir şey göstermedik. Daha ilk sezonun ilk bölümünde bir oğul, babasını sırtından bıçaklayarak (hatta kılıçlayarak) öldürdü. Ortaçağın en kaotik döneminde geçiyor hikâyemiz. Bunu izleyenlere de hatırlatmanın karakterlerimizin yolculuğu için çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

Yazdığınız karakterler arasından hangisiyle aynı gemide yolculuğa çıkmak isterdiniz? Sangu hariç!

Sondaki uyarıyı yapmasanız da Sangu hariç herkes olabilir, derdim. Düşünüyorum ve her türlü cevabım, herhangi bir karakter olabilir gibi geliyor.

Gelelim Sangu’ya… Sangu nasıl doğdu? Tamamen sizin ürününüz mü yoksa Giray Altınok’la beraber mi geliştirdiniz?

Prens zaten Giray’ın yarattığı bir karakterdi, onun dışında kalan bütün karakterler ortak fikirlerle ortaya çıktı, Sangu da bunun içinde. İlk sezonun hikâyesini oluştururken özellikle üçüncü bölümde, yapmak istediğimiz bir gladyatör dövüşü sahnesi vardı. Prens’in bu arenada olmasını istiyorduk ama bir türlü Prens’i arenaya dahil ettiğimiz fikirlere de ikna olamıyorduk. Çünkü Prens, kendine has bir “zekâsı” olsa da asla aptal bir karakter değil, o arenada öleceğini biliyor. Onu arenaya çıkması için ikna etmemiz gerekiyordu. Biz de Macbeth’in cadıları gibi bir karakterin olaylara etki etmesi üzerine konuşmaya başladık. Hikâyenin bir anda fantastikleşmesini istemediğimizden, daha ete kemiğe büründürüp nereli olduğu bilinmeyen, karşısındakinin tavrına göre tavır takınan, nereye-ne zaman geldiği veya gittiği bilinmeyen, Bongomyalı olmayan, dış dünyayı da gezip gören, Prens’in eski bir arkadaşı olan ve işin özü Prens’in de dikkatini çekecek biri olarak Elçi Sangu’yu hikâyeye dahil ettik. Bu karakter çok büyük eylemler yapmasa da hikâyede kırılmalara yol açsın fikri üzerine çıktı diyebilirim. Thenio’nun kafasındaki oku çekmesi gibi.

İkinci sezonda diziye Elçin Sangu da dahil oldu. İlk sezondan sonra sizi aradı mı, “Elçi Sangu varsa ben de olacağım!” diye? 🙂 Şaka bir yana, Elçin Sangu ile Sangu karakterini konuştunuz mu?

Elçin Hanım, ilk sezondan sonra bizimle iletişime geçti ve beğenilerini iletip teşekkür etti. Aslında böyle durumlarda insanlar kendi üzerinden yapılan göndermeye tavır alma, görmezden gelme gibi refleksler gösterebilir. Fakat Elçin Hanım çok kibar ve nazik bir geri dönüş yaptı. Hatta onu MGX stüdyolarına davet ettik; kırmadı, geldi. Baktık hiçbir isteğimizi kırmıyor, “Acaba,” dedik, “oynar mı?” 🙂 Gerçekten yine bizi kırmadı ve hem oynarken hem de izlerken çok keyif aldığım bir an ortaya çıktı.

Kerem Özdoğan: “Prens, merkezinde bir antikahramanın olduğu fakat olayların sadece onun etrafında dönmediği, her bir karakterin ana hikâyeye hizmet ettiği, tam anlamıyla ensemble bir iş.”

Prens bana Monthy Python’ları anımsatıyor. Anakronik komedi diyorum ben buna çünkü karakterlerin, geçmişte bugünün insanı gibi davranmasıyla absürt durumlar ortaya çıkarıyor. Siz Prens dizisini hiç bilmeyen birine nasıl anlatırdınız?

Prens, merkezinde bir antikahramanın olduğu fakat olayların sadece onun etrafında dönmediği, her bir karakterin ana hikâyeye hizmet ettiği, tam anlamıyla ensemble bir iş. Yaşadığı dönemin gerçekliği ve diğer karakterlerin eylemleri aslında onun ölçeği oluyor ve bir antikahraman olmasına rağmen ona kızamıyoruz. Karakterler ortaçağın sert koşullarında tüm ciddiyetleriyle var olmaya çalışırken Prens, ailesinin isim verme zahmetine bile girmediği, dönemden daha kaotik bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Bir yandan dönemin entrikalarının, taht savaşlarının sürdüğü ortamda o, kendine has zekâsıyla çağın çok ötesinde, farklı bir bakış açısıyla olayları değerlendiriyor ve bu da gerçekten absürt durumların ortaya çıkmasına neden oluyor.

Bir süredir YouTube programları da yapıyorsunuz. Açık Büfe’ye nasıl başladınız?

Var Bunlar’ı çektiğimiz dönemde yapımcımız Elif Yakarçelik’e hiç kimsenin umurunda olmayan konuları araştıran, mocumantary türünde belgeseller yapan birinin hikâyesinden bahsetmiştim. Yıllar sonra arayıp BKM’nin kanalı olan Açık Büfe’de böyle bir format yapmak istediğini söyledi. Tabii ilk anlattığım yapının dışında, formatı daha bilinen bir noktaya çektik. İyi ki yapmışız, farklı bir deneyim oluyor benim için de.

Sizi başka dizi ya da film projelerinde de görecek miyiz?

Umarım, çalışmaya devam etmek zorundayım :). En son, yönetmen Banu Sıvacı’nın yazıp yönettiği Günyüzü filminde oynadım. Orada görebilirsiniz. Bir yandan İsmet Ve devam ediyor, ikinci sezonun hazırlıklarını tamamlamak üzereyiz. Prens’in yeni sezonu var. Üzerine düşündüğümüz ama daha net bir aksiyon almadığımız film projemiz var. Daha buralardayız! 🙂

Son dönemde neler izliyorsunuz? Okurlarımıza önerileriniz var mı?

Öneri olmayacaktır büyük ihtimalle çünkü benim dışımda izlemeyen kalmamıştır. Şu an Six Feet Under’ı izliyorum, yıllardır öyle bekletiyordum. İyi ki bekletmişim, çok güzel geliyor şu dönemde. Amansız bir oyunsever olarak Fallout dizisine başladım. Gerçekten yapıyorlar bu işi. Oyunu da oynayan biri olarak, ortak anları/ görselleri görünce çok keyif alıyorum. Oynamayanlar üzülmesin; konusu oyunla bağlantılı gitmiyor, keyifle izleyebilirler.

Prens dizisi senaristleri ve oyuncularından Kerem Özdoğan ile yaptığımız bu röportaj, Episode’un Haziran 2024 sayısında yayımlanmıştır.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir