‘Renfield’: Bram Stoker’ın Kont Dracula’sı, Modern Vampir Miti ve B-Film Ucuzluğu

 ‘Renfield’: Bram Stoker’ın Kont Dracula’sı, Modern Vampir Miti ve B-Film Ucuzluğu

Vampirlere dair inanç tarih boyunca var olmuştur. Antik dünyada, Yunan ve İskandinav mitolojilerinde, ortaçağda, Aydınlanma Çağı’nda ya da Viktorya Dönemi’nde vampirler sıklıkla karşımıza çıkar. Özellikle Goth hareketi ve kara büyüyle ilişkilendirilen vampirler günümüzde popüler kültürün vazgeçilmez öğelerinden biridir.

Vampir mitosunun popüler kültürü sarmasını sağlayan en önemli araçlarsa sinema ile televizyon olmuştur ve beyazperdede ya da ekranda farklı özelliklere sahip birçok vampir portresi çizilmiştir. Fakat Bram Stoker’ın 1897’de yayımlanan ve kısa sürede ünlenen gotik korku romanı Dracula (Drakula) modern vampir hikâyelerinin temel kaynağını oluşturur.

III. Vlad ya da Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Dracula, Rumencede “şeytan”ı tanımlar. Vampir sözcüğünün karşılığı ise “uper”dir ve Romen kültüründe kurtadamlar, vampirler ve tehlikeli yaratıklar kuşaktan kuşağa aktarılan birçok sözlü edebiyat ürününde yer alır. Bu efsanelerin büyük ölçüde Dionysos ve Kibele kültü gibi Hıristiyanlık öncesi farklı dinlere dayandığını söylemek de mümkündür.

Renfield

Stoker’ın günlükler, mektuplar, gazete haberleri üstünden ilerleyen yenilikçi ve tabu kıran romanında da Dracula’nın Doğu Avrupalı kökleri, Transilvanya gelenekleri ve ürpertici doğaüstü güçler dikkat çeker. Ayrıca Dracula ile Hıristiyanlık arasında bağlantı bulunur. Örneğin Dracula şarap içmeyi reddeder. Bunun sebebi, şarap Hıristiyanlıkta kutsaldır ve İsa’nın kanını sembolize eder. Dracula’nın şarap içmeyi reddetmesi ise dine başkaldırı niteliğindedir.

Aynı zamanda Stoker’ın metninde batı toplumunu rahatsız eden “öteki”ye, “yabancı” olmaya, Viktorya Dönemi tutuculuğuna ve ahlak gösterişine dair de önemli vurgular vardır. Neticede Dracula, doğulu kötücül bir figürdür ve yaşamak için kana ihtiyaç duyar.

Hollywood’un Dracula’sı ve Değişen Vampir Hikâyeleri

TV’nin yükselişiyle ve farklı serilerle birlikte vampir hikâyeleri de giderek çeşitlenir. Ancak tüm Dracula anlatıları içinde Dracula (1931) ikonik bir yerde durur. Stoker’ın yazdığı romanın ilk resmi uyarlaması olan film, sinema tarihi açısından da kült statüsündedir.

Yalnız burada ufak bir hatırlatma yapmakta fayda var; Alman yönetmen F. W. Murnau’nun daha önce çektiği Nosferatu (1922) da bir Stoker uyarlamasıdır. Fakat film telif ödenmeden yapıldığı için hukuki açıdan sorun yaşamıştır ve yayından kaldırılmıştır. Buna rağmen Nosferatu korku ve dışavurumcu sinemanın başyapıtlarından biridir.

Tod Browning’in yönettiği ve Macar oyuncu Bela Lugosi’nin Dracula’yı canlandırdığı 1931 yapımı film ise Dracula’nın beyazperdedeki temellerini tanımladı. Lugosi’nin koyu aksanı ve karaktere kattıkları da dönüm noktası oldu. Stoker’ın ölümsüz metni ise bu önemli dönüm noktasından sonra tekrar tekrar beyazperdeye taşındı.

Terence Fisher’ın yönettiği ve efsanevi oyuncu Christopher Lee’nin Dracula’yı canlandırdığı Horror of Dracula (1958) da bu uyarlamalar arasında önemli bir yer tutar. Gel gelelim usta yönetmen Francis Ford Coppola’nın Bram Stoker’s Dracula (1992) filmi modern anlamdaki en iyi uyarlamadır.

Renfield

Gary Oldman’ın Dracula performansıyla zihinlere kazındığı yapım, Stoker’ın metnine de farklı katkılar ve katmanlar sağlar. Karakterin orijinine vurgu yapan film, romandaki örtük cinselliği de açar ve aşk fenomenini sağar. Hollywood bu şekilde Dracula karakterini de daha gri bir alana çeker ve vampir motiflerini popüler kültürün içine iyice sokar.

Tabii Coppola’nın Dracula yorumunu bir kenara bırakırsak modern anlamda kült başka vampir filmleri de var. Bunların başında da Joel Schumacher’in The Lost Boys’u, Kathryn Bigelow’u Near Dark’ı, Neil Jordan’ın Interview with the Vampire’ı sayılabilir. Elbette bu listeye Blade, From Dusk Till Dawn, Let The Right One In, Byzantium, otantik Only Lovers Left Alive ya da A Girl Walks Home Alone At Night gibi filmler de eklenebilir.

TV tarafında ise Buffy the Vampire Slayer, Angel, True Blood, BBC One’ın Dracula’sı (Netflix kataloğunda da mevcut) ve Castlevania animesi şablonların değişimi açısından mühim bir yerde duruyor.

Ne var ki vampir hikâyeleri artık popüler kültürün vazgeçilmez bir parçası haline geldiği için parodi ve korku komedi unsuruna da dönüşmüş durumda. Jemaine Clement ile Taika Waititi’nin What We Do in the Shadows filmi ve serisi de bu parodinin günümüzdeki en eğlenceli örneği konumunda.

Nicolas Cage’in Dracula’sı, Troma Sineması ve Gore Şiddeti

Aslında Nicolas Cage’i daha önce bir vampir filminde izlemiştik. Vampire’s Kiss’te (1988) de oynayan Cage, yelpazesi hayli geniş olan bir oyuncu. Birbirinden farklı rollerde görmeye alıştığımız Cage, oyunculuğunu gösterebileceği karakterleri de özellikle seviyor.

Dolayısıyla Renfield’daki Dracula rolü de onun için biçilmiş kaftan niteliğinde ve filmi izlerken Dracula olmanın her anından doyasıya tat aldığını anlıyorsunuz. Zaten filme özel olarak hazırlandığı ve rol için dişlerini bile törpülettiği biliniyor. O yüzden Cage’in filmi taşıdığını da söylemek gerekiyor.

Tabii filme ismini veren Renfield’ın Stoker’ın romanında yer alan bir karakter olduğunu da hatırlatayım. Dracula’nın hizmetkârı olan Renfield, Tod Browning’in 1931 yapımı filminde de karşımıza çıkar ve Dwight Frye tarafından canlandırılır. Keza Coppola’nın filminde de Tom Waits’i Renfield olarak görürüz.

Bu filmde ise Renfield karakteri modernize edilmiş, günümüzün narsisistik sosyal medya dünyasına adapte edilmiş ve kendisine doğaüstü bazı güçler verilmiş. Bu da oldukça yerinde bir karar çünkü bu film daha çok parodi unsurlarıyla dikkat çekiyor.

Neticede Renfield, Browning’in 1931 yapımı filmine önemli referanslar sunsa da Dracula mitiyle oynayan ve What We Do in the Shadows’un izinden giden bir yapım. Doğrusu bunu da Troma sineması aşırılığını ve B-Movie estetiğini kullanarak yapıyor. Bundan ötürü filmdeki korku komedi dozunun da iyi ayarlandığını söylemek lazım. Özellikle Troma sinemasından ödünç alınan ucuzluk, rahatsız edicilik, “gore” şiddet ve komik efektler filmin tonuna yakışıyor.

Ayrıca Renfield üzerinden anlatılan “eş bağımlılığı” ve zorbalık da hayli yerinde. Buradan hareketle Dracula kötücüllüğü ile postmodernist yeni nesil tarikatları, kişisel gelişim algısını, grup terapilerini ve toksik ilişkiler ağını karşı karşıya getirmek de çalışıyor. Ancak filmin hikâye arkında yer alan suç örgütünün ve mafya-polis bağlantısının aksadığını söylemek gerekiyor. Bu bölümlerin Renfield-Dracula ilişkisine daha iyi monte edilmesi filme boyut atlatırdı.

Sonuç olarak Renfield, Cage’in performansıyla ve Dracula mitini eğlenceli bir şekilde eğip bükmesiyle izlenmeyi hak eden bir yapım. “Post-truth” çağında karikatürize ve sarkastik vampir hikâyelerine fazlasıyla ihtiyacımız var.

Bu yazı, Episode’un 49.sayısında yayımlanmıştır.

Orçun Onat Demiröz

Lisans öğrenimini 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı. Akabinde yüksek lisans için Viyana’ya gitti ve 4 yıl kadar Avusturya’da yaşadı. 2015 yılında Türkiye’ye döndü ve çeşitli kültür/sanat dergilerinde, eklerde, bloglarda yazarlık yaptı. Aynı zamanda birçok ajansta da metin ve içerik yazarı olarak çalıştı. Hayatına yazar, yorumcu ve DJ olarak devam ediyor.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir