Ripley: Patricia Highsmith’in İkonik Erotoman Antikahramanı, Sınıf Kini ve Steven Zaillian’dan Sofistike Bir Uyarlama

 Ripley: Patricia Highsmith’in İkonik Erotoman Antikahramanı, Sınıf Kini ve Steven Zaillian’dan Sofistike Bir Uyarlama

Netflix’in Ripley uyarlaması yılın en merak edilen serileri arasında yer alıyordu. Açıkçası bu merakın nedenleri arasında  da Hollywood’un yıldız yazarlarından Steven Zaillian ve seçtiği farklı rollerle elit bir kariyer inşa eden Andrew Scott ortaklığının vadettikleri bulunuyordu.

Schindler’s List, Mission: Impossible, Gangs of New York, American Gangster, Moneyball ve The Irishman filmleriyle tanınan Oscar ödüllü Steven Zaillian’ın Patricia Highsmith’in popülerliğini kaybetmeyen patolojik antikahramanı Tom Ripley’nin dünyasını yıllar sonra açması da edebiyat ve sinema tutkunları üzerinde ortak bir heyecan dalgası yarattı.

Ripley öncesinde Andrew Haigh’ın Taichi Yamada’nın Strangers romanından uyarladığı All of us Strangers filminde izlediğimiz Andew Scott da Tom karakteri için biçilmiş bir kaftandı. All of us Strangers ile kalpte delik açan bir performans sergileyen Andrew Scott, queer bir başyapıttan sonra bu dizi ile yine karakter odaklı ve seçkin bir işin parçası oldu. All of us Strangers‘daki çekingenliği, huzursuzluğu, parıldayan gözyaşları ile keder ve kasvet olup yağan Andrew Scott, bu sefer kimlik krizleri ile boğuşan soğukkanlı bir katil olarak karşımıza dikildi.

Tabii belirtmekte yarar var, Tom gibi yıllardır göz önünde olan ve aykırı açılımlara sahip olan bir karakteri canlandırmak bir ayrıcalık. Neticede bu karakter yıllar içinde birçok kez ekrana taşındı, hatta René Clément’in Plein soleil (Purple Noon) filminde Alain Delon efsanesi tarafından da canlandırıldı.

Dolayısıyla Patricia Highsmith’in Ripley roman dizisi çekiciliğini her daim korumayı başarmış bir yaratım. Ancak Steven Zaillian’ın The Talented Mr. Ripley (Yetenekli Bay Ripley) uyarlamasına geçmeden evvel Ripley’nin doğasına ve psikopatolojik çözümlemelerine bir göz atalım.

Bastırılmış Cinsellik, Kimlik Krizleri ve Burjuvazinin Gizli Çekiciliği – Ripley Serisi

Psikolojik gerilim ve polisiye romanlarıyla tanınan Patricia Highsmith, yazdığı eserlerle sinemaya ilham vermiş ve romanları pek çok kez beyazperdeye uyarlanmış bir isim. 1995’te vefat eden Patricia Highsmith’in ilk romanı Strangers on a Train (Trendeki Yabancılar) de 1950’de yayımlanmıştı ve bu eser ivedilikle Alfred Hitchcock efsanesi tarafından aynı isimle sinemaya uyarlanmıştı. Daha ilk romanıyla Alfred Hitchcock’un radarına giren Patricia Highsmith, bu sayede de büyük bir üne kavuşmuş ve ismini duyurmuştu.

Toplamda beş kitaptan oluşan Ripley dizisinin ilk kitabı The Talented Mr. Ripley ise 1955’te yayımlandı. 34 yaşındayken yazdığı bu roman ve edebiyat tarihinin en eksantrik karakterlerinden biri olan Tom Ripley de kendisiyle özdeşleşti. Patricia Highsmith altı ayda yazdığı bu eseri “Sanki Ripley yazıyormuş gibi hissettim, bir anda ortaya çıktı” şeklinde tanımlamıştı.

Aslına bakılırsa Patricia Highsmith, annesinin onu doğurmak istemediğini öğrendiği fallik döneminden itibaren ayrıksı, içine kapanık, derin ve kendine has bir benlik inşa etti. Kaygının şairi olarak da tanımlanan yazar, erkek egemen, heteronormatif ve gerici bir dünyada cinsel yönelimini saklamak zorunda kalmıştı.

Hatta 1952’de yayımlanan romanı The Price of Salt‘daki (Tuzun Bedeli) içerik dolayısıyla lezbiyen olarak damgalanmaktan çekindiği için bu eseri “Claire Morgan” mahlasıyla piyasaya sürülmüştü. Hem kadınlara hem de erkeklere, bilhassa gaylere karşı cinsel bir çekim duyan Patricia Highsmith’in bu eseri 1991’de kendisi tarafından yazılan son söz ile birlikte tekrar yayımlandı. Todd Haynes’in yönetmenliğini yaptığı ve Cate Blanchett ile Rooney Mara’nın başrollerde yer aldığı Carol filmi de bu romandan uyarlandı.

Kendisini ve kompleks cinsel yönelimini sürekli örselemek zorunda kalmış Patricia Higsmith, öfkesini, yalnızlığını ve depresyonunu da romanlarında duyurdu. Tom Ripley de bu açıdan kendisini tanımlıyordu. Doğrusu The Talented Mr. Ripley romanı da burjuvazinin gizli çekiciliğini, özdeşim kurmayı anlatır ama alt metninde bastırılmış bir eşcinselin yaşadığı krizi betimler.

ripley

Dickie Greenleaf, ailesinin ona sunduğu imkanlarla zenginlik içinde yaşayan, şımarık, kendini beğenmiş, hedonist bir burjuvadır. Buna karşılık Tom Ripley ise alt sınıftan gelen, gölgeler içinde yaşayan ve kendini gizleyen biridir. Anlatıdaki proletarya ve burjuvazi çatışması da çok barizdir. Ancak Tom Ripley’nin Dickie Greenleaf’i kurban etmesi daha çok Dickie’nin ona karşı değişen tavırları, cinsel eğilimlerine karşılık bulamayışı ve açığa çıkmayı bekleyen saldırganlık dürtüsü ile ilgilidir.

Bu nedenle Tom Ripley bir erotomandır. Şiddetin açığa çıkması da sınıf kini ile platonik aşkın bir buluşmasıdır. Üst sınıftan birisine gizli bir çekim duyan Tom Ripley, bir fantezi öznesi yaratır ve sanrılarına teslim olur. Gözlem gücü ve taklit yeteneği de “öteki” ile kurduğu bağı temsil eder.

Bu bağlamda Patricia Higsmith’in romanında 1948’te Alfred Kinsey tarafından yayımlanan “Kinsey Raporu”nun da etkisi büyüktür. “Kinsey Skalası” olarak da bilinen bu çalışma, bir insanın illa tam eşcinsel veya tam heteroseksüel olmadığını verilerle ortaya koyar.

Cinsel yönelimlerin zamanla değişebileceğine işaret eden bu rapor, 1950’lerin muhafazakâr ABD’sindeki sapkınlık ve psikopatik şiddet korkularını da tetikledi. Patricia Higsmith de bu korkular üzerine hayal gücünü ve hislerini kullanarak ikonik bir antikahraman yarattı.

Romanın Kasvetini Yansıtan ve Görüntü Yönetimiyle Parlayan “Noirish” Bir Adaptasyon

Buradan Netflix’in Ripley adaptasyonuna geçecek olursam, öncelikle Netflix’in Ripley serisi romanın dokusunu yakalayan ve bunu son derece başarılı şekilde yansıtan bir yapım. Serinin yaratıcısı Steven Zaillian bu konuda gerçekten üstüne düşeni yapıyor ve Tom Ripley karakterinin karanlık benliğini, ikilemlerle dolu psikolojisini derinlikli bir biçimde açıyor. Karakterin mekanlarla, objelerle kurduğu bağ, yolculuğu ve sosyal uyum becerileri de çok iyi işleniyor.

Elbette bu uyarlamanın uzun soluklu bir mini dizi olması da Steven Zaillian’ın elini rahatlatıyor ve oldukça esnek hareket etmesini sağlıyor. Tom Ripley’nin dolandırıcılık işlerinden daha büyük ölçekli suçlara ve seri katilliğe meyleden ikircikli karakter arkı da çok iyi çiziliyor, ayrıntılarla donatılıyor.

Doğrusu daha anlatının başında Barok sanatının en büyük ressamlarından biri olan İtalyan Caravaggio ve en bilindik eserlerinden David with the Head of Goliath (Golyat’ın Başını Kesen Davut) ile kurulan bağ bile çok zekice. Zaillian’ın “foreshadowing” unsuru olarak Caravaggio’yu ve bu tabloyu kullanması da takdire şayan. Yaşadığı dönemde işlediği suçlardan ötürü başına ödül konan bir firari olan Caravaggio ile Ripley’i özdeşleştirmek ve bunun gibi birçok detaya kapı aralamak da usta bir yazarlık gösterisi sunuyor.

Tom Ripley’nin bir erotoman olarak Dickie Greenleaf’i öldürdükten sonra burjuvaziden aldığı intikam ve bir başkasına dönüşmesi de çok çekici bir biçimde sunuluyor. Bu dönüşüm de giderek gerilimli bir hâl alıyor ve stilize bir polisiye hikâyeye açılıyor.

Yine de bu noktada belirtmekte yarar var, Alain Delon’lu Purple Noon sınıf kinini daha çarpıcı bir yerden açığa çıkarıyordu. René Clément’in burjuvazinin şatafatına özenen benlikleri portreleme ve sınıf çatışmasını aktarma yöntemi daha vurucuydu. Bununla birlikte Anthony Minghella’nın The Talented Mr. Ripley filmindeki Matt Damon ile Jude Law arasındaki cinsel gerilim ve tansiyon da daha belirgindi. Bu açılardan Zaillian’ın Netflix uyarlaması daha soğuk ve daha donuk bir yerde konumlanıyor.

ripley alain delon purple noon
Purple Noon

Bunda Zaillian’ın yüksek kontrastlı “film noir” estetiğini tercih etmesi ve son derece stilize siyah-beyaz bir gösteri sunması etkili. Tabii ki burada Paul Thomas Anderson’ın görüntü yönetmeni olarak tanınan Robert Elswit’e bir parantez açmak gerekiyor. Robert Elswit’in yakın, orta planları, titizlikle kullandığı kamerası ve kestiği şiirsel kareler gerçekten göz alıcı. Seriyi izlerken görselliğine tutulmamak, fotografik olarak etkilenmemek mümkün değil. Elswit’in mekanları kullanma şeklinin, ışığa hükmetmesinin, atmosfer yaratımının ve kadraj ayarlarının seriye boyut atlattığı da aşikar.

Bunun yanı sıra Andrew Scott’ın da Tom Ripley aurasını çok doğru bir yerden yakaladığını ifade etmek lazım. Anlatı ilerledikçe Ripley bir başkası oluyor, yabancılaşıyor, yalnızlaşıyor ve Andrew Scott bu derin duygu dünyasını çok etkileyici aynalıyor.

Sonuç olarak Steven Zaillian’ın Ripley‘si çok sofistike  bir uyarlama olarak karşımızda duruyor, biçem olarak fark yaratıyor ve Anthony Minghella’nın The Talented Mr. Ripley filmini de aşıyor.

Orçun Onat Demiröz

Lisans öğrenimini 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı. Akabinde yüksek lisans için Viyana’ya gitti ve 4 yıl kadar Avusturya’da yaşadı. 2015 yılında Türkiye’ye döndü ve çeşitli kültür/sanat dergilerinde, eklerde, bloglarda yazarlık yaptı. Aynı zamanda birçok ajansta da metin ve içerik yazarı olarak çalıştı. Hayatına yazar, yorumcu ve DJ olarak devam ediyor.

Related post