Röportaj: Bihter’in Adnan Bey’i Osman Sonant
Uzun süredir konuşulan bir iş Bihter. Sinema versiyonu yapılacağı duyulduğu günden beri konusu geçiyor. Oyuncular açıklandığında tartışma çıktı. Sonra filmden kareler yayınlandı, yine tartışma çıktı. Sette yaşanan tartışmalar da zincire eklenince son dönemin en çok konuşulan işini merak edenlerin sayısı daha da arttı.
Biz de filmde Adnan Bey’i canlandıran Osman Sonant ile bir çekim yapıp bu yeni Bihter evrenini anlatmasını istedik. Öyle ya, Osman Sonant sadece oynadığı dizilerden hatırlanan biri değil. Onu sevmemizin asıl nedeni filmlerindeki unutulmaz sahneler belki de. Yeşim Ustaoğlu imzalı Pandora’nın Kutusu ile Altın Koza’dan en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü almasının popüler olmasıyla bir alakası yok sonuçta.
Sonra, Onur Ünlü’nün Romeo ve Juliet uyarlaması Kırık Kalpler Bankası’ndaki Ece yani travesti kimliğindeki Mercutio. Ece’nin Romeo’nun kollarında ölme sahnesi hep akıllarda. Tabii ki dizilerini es geçmek olmaz. Geriye dönüp bakıldığında hep iyi hatırlanan, tekrar tekrar izlenebilecek işleri var.
Leyla ile Mecnun, Fi, Ufak Tefek Cinayetler ve Sıcak Kafa. Tüm bu konuların üzerine, Prime Video’da yayınlanacak Bihter için İtalya’daki evinden Zoom röportajı yaptık. Bihter’i önceden izleyen ve fotoğraf çekiminin prodüksiyonunu üstlenen Engin İnan da bana eşlik etti.
Osman Sonant’ın Adnan Bey yorumunu merak ettiğimiz kadar, bütünün içinden kendine has yöntemiyle sıyrılmasını da merak ettik doğrusu. Günümüzde hâlâ “kapris yapmak” starlık müessesesinin olmazsa olmazı gibi görülürken, egolarından sıyrılmış bir başarı abidesiyle tanışmak hepimize iyi geldi.
Her şey yolunda mı? Heyecanlı olmalısınız. Adnan Bey dönemi başlıyor. Bihter kısa süre içinde Prime Video’da yayınlanacak.
Evet, çok heyecanlıyım. İzlemedim ama izleyenleri dinledim, çok heyecanlıydılar. Onlar beni daha da heyecanlandırdı.
İstanbul’da olmadığınız için mi izlemediniz yoksa genelde işlerinizi izlemiyor musunuz?
İzlemeyi çok tercih etmiyorum. Sette de mesela sahneyi çektikten sonra kadrajın matematiğiyle ilgili bir problem olma ihtimali yoksa monitörde de nasıl olmuş diye bakmayı tercih etmiyorum. Çünkü çok etkileniyorum kendimden. Yani hemen beğenmemeye ya da olumsuz düşünmeye başlayabiliyorum.
O yüzden tercihim; ben bildiğim gibi oynayayım, onlar ne yapıyorlarsa yapsınlar, oluyor genelde.
Bihter hakkında çok sorumuz var ama ben ilk olarak şunu merak ediyorum, Siena’da yaşıyorsunuz. Başka bir kültüre taşınmak hayatınızı nasıl etkiledi? Nasıl geçti alışma süreciniz?
Neredeyse 4 ay olacak. İtalyan bürokrasisi gerçekten bizi mahvetti. İnanılmaz yani, yavaş demek az kalır kelime olarak. İnternetimiz 1,5 ayda bağlandı, öyle söyleyeyim.
Hakikaten mi? Atina da öyle de ben sadece buraya özgü zannediyordum.
Güneye özgü bir şey bence, Akdeniz’e özgü. Bazı şeyler gerçekten zorladı. Şu bürokrasi, bir şeyleri öğrenmeyi, nereden alışveriş yapılır, hangi market iyidir, nereye nasıl gidilir, hangi otobüsler kullanılır..? Tabii bir sürü trafik cezası yedik.
Otobüste biletimizin bir tanesini eksik basmışız ve geldiler hemen 80 Euro ceza yazdılar. Yani o acemiliklerin hepsini yaşıyoruz. Tabii öbür taraftan bir an önce entegre olmak istediğimiz bir kültür var, insanlar var. O da bizi motive ediyor açıkçası. Çünkü çok keyifli insanların olduğu bir bölge burası.
Çok huzurlu, çok sakin. Çocuklar okula başladı. Onlar devlet okuluna gidiyorlar burada. Çok farklı bir deneyim hepimiz için.
Onlar için güzel tabii…
Onlar için çok çok zor şu anda. Başka bir ülkeye, kültüre adapte olmaya çalışıyorlar. Bizim için bile zor, bir de 6 ve 12 yaşında olduğunu düşün. Okulun ilk günleri özellikle ufaklık için gerçekten kâbustu. Ama şimdi okulda üç haftasını geride bıraktı, ikisi de çok mutlu ve İtalyanca öğreniyorlar.
Artık arkadaşlarıyla çat pat konuşmaya başladılar. Bizim için çok heyecan verici. Çocuk olunca tabii bir de oyun arkadaşı bunlar, çok avantajlılar. Ne yaşadıklarının, ne kadar avantajlı, güzel bir deneyimin içinde olduklarının da çok farkında değiller maalesef. Herhalde bir 10-15 sene sonra anlarlar da bize teşekkür ederler diye umuyorum.
Peki, projenizden bahsetmek istiyoruz. Merak ettiğim konulardan biri Adnan Bey rolü teklifi geldiğinde ne hissettiniz? Çünkü Türkiye’deki roman karakterleri arasında Türk edebiyatının en ünlü “boynuzlanan” adamı yani.
İlk teklif geldiğinde yaşlandığımı hissettim. (Gülüyor)
“Yaşlıların olduğu yaştayım” (I can’t believe. I’m the same age as old people) diye bir tişört var, çok satılıyor, biraz o durum gibi. Gerçekten Adnan Bey’e mi geldik ya? Adnan Bey mi olduk yani? Ne ara olduk Adnan Bey, dedim. İlk tepkim buydu. Behlül olmayacağımı biliyorum ama arası bir yerde olduğumu düşünüyordum. Çok çabuk Adnan olmuşum.
Ben de ilk oynayanları duyduğumda Osman Sonant o kadar oldu mu gerçekten diye düşündüm. Çok haklısınız bunda ama Firdevs Hanım’ın Hande Ataizi olduğunu görünce olayı anladım. Dedim biraz gençleştirmişler demek ki.
Adnan senaryoda 55 yaşında olarak geçiyor. Ben 44 yaşındayım. Biraz yıpranmış gözüküyor olabilirim ama 55 de değilimdir. Bu yüzden ilk teklif geldiğinde moralim bozuldu. (Gülüyor) Castı duyunca tamam dedim. 55’i illaki gösterecek bir çaba yok, 50-55 arası kodlanıyor.
Hemen baktım, rahmetli Şükran Güngör oynamış, Selçuk Yöntem’i zaten izledik. Böyle dikkat çekecek üçüncü Adnan yani o jenerasyon olmak tabii tuhaf hissettirdi bana çünkü onlar ustalarım. Tabii ki bir roman karakteri olması, karakterin çok fazla bilinmesi de insanı geriyor.
“Boynuzlanan adam” kısmına şöyle takıldım: Ben başka bir açıdan nasıl bakacağım? Bugüne kadar bakanların baktığı yerden değil de başka bir yerden bakıp buna bir şey katabilecek miyim? Klasik bir Adnan mı izleyeceğiz yoksa motivasyonları farklı bir Adnan mı karşımıza çıkacak, onu yapabilecek miyim, öyle bir alan olacak mı? Bunları daha çok düşündüm.
Riskli bir karar aldınız, kolay olmamıştır diye düşünüyorum.
Bu kadar klasik bir hikâyeyi yapmak riskli, evet. Hemen karşına bir grup insanı alacaksın zaten, kaçarı yok, bu böyle olur mu, şöyle olur mu diye. Tabii ki bunları düşünüyorsun. Sonra Ali Atay’ı aradım çünkü o, evde bir Aşk-ı Memnu efsanesi Hazal’la yaşıyor. “Adnan’ı oynayayım mı?” dedim, o sırada hoparlör açıktı, Hazal seslendi: “Seni Adnan olarak görmek istiyorum!”
Çok iyi bir anmış.
Aynen, o yanıt beni çok motive etti, Hazal ile Ali bir anda ruh halimi değiştirdiler. Evet ya, yaparım, niye yapmayayım ki, çok güzel olur diyerek ben de açıkçası kendimi yükselttim. Sonra da oturduk konuştuk: Nasıl bir Adnan olacak?
Bu adama dair benim de bazı fikirlerim vardı. Zaten senaryo bu versiyonuyla farklı bir yerden bakıyor. Senaryonun Bihter’in hikâyesine, Aşk-ı Memnu dünyasına bakışı, farklı bir yorum içermesi içimi rahatlattı. Benim de Adnan ile ilgili görüşlerimin bu versiyonda çalışabilecek olması çok hoşuma gitti tabii. Benim için farklı bir deneyim oldu.
Şunu merak ediyorum, izleyicilere Bihter’in karşısına oturmadan önce ne söylemek istersiniz? Her şeyden önce bir sinema filmi izleyeceklerinin farkında olmaları gerekiyor galiba. Bir de bu hikâyeyle ilgili biraz heybelerini boşaltmaları gerekiyor sanırım çünkü farklı bir şey izleyecekler. Neler söylersiniz bunun için?
Bihter bir sinema filmi, 1920’ler İstanbul’unda geçiyor; dekoruyla, kostümleriyle, mekânlarıyla yaratılan ambiyans benim için de müthiş bir deneyime dönüştü. Öncelikle insanlar bir dönem filmi izleyecekler. Karşımızda bambaşka bir paralel evren, Bihter’in evreni var!
Görecekleri şeyler hazırlıklı olabilecekleri şeyler de değil. Bütün ezberleri bırakıp izlemek gerekiyor. 500 yıldır Hamlet oynanıyor ama gerçekten rejisöre, oyunculara ya da yapıma baktığımızda dikkat çekiciyse onu tekrar izliyoruz. Dolayısıyla Bihter’e böyle gelinmeli.
Evet, hikâyeyi biliyorsunuz, bilin hikâyeyi ama birçok şey beklediğiniz gibi olmayacak. Yani eleştirmek, yargılamak ya da ama bu böyleydi, ama işte 1970’de şöyleydi, romanda böyleydi diyerek işin içinden çıkılamaz gerçekten.
İnsanlar farklı bir şey görecekler kesinlikle, buna hazır olsunlar. Umarım işimizi beğenen çok olur ve umarım ortaya koyduğumuz bakış açısını da en iyi şekilde yansıtabilmişizdir.
Bu çok konuşulacak bir iş olacak, çok da gündem olacak. çok da gündem olacak. Siz biraz buna da hazırlanıyorsunuz galiba bir taraftan.
Şu anki bütün çırpınışım bunun için. Bütün o karşıdan gelecek olanı da karşılayabilecek durumda olmak, ona hazır olmak. Tabii insan şunu savunmak istiyor, bir şeyi iyi ya da kötü yapabilirsin, bu ayrı bir şeydir; biz farklı bir şey yaptık, umarım onu iyi yapmışızdır, umarım onu hakkını vererek yapmışızdır.
Umarım ulaşır, ulaşması gereken yere. Warhol’un bir laf vardır ya, herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak diye. Galiba her ünlü de bir kere linç yiyecek artık. Klasik bir soru vardır, Adnan’ı görseniz ne söylerdiniz, Adnan’a siz ne tavsiye ederdiniz?
Yani ne gerek vardı, derdim.
Bir de magazin sorusu sorayım. Adnan Bey’in çevresinde üç güzel kadın vardı: Bihter, Firdevs ve Matmazel. Sizce Adnan Bey için onu mutlu edecek en doğru seçenek kim?
Firdevs kesinlikle. Yani bu dünyada, bu Bihter evreninde, bu castta, bu durumda Firdevs. Bihter gereksiz bir ısrar. Öyle söyleyeyim size.
Hikâyenin geçtiği dönemden neredeyse 100 yıl öteye geçtik ama o günün erkeğiyle bugünün erkeği arasında fark yok neredeyse. Kadınların o kadar aynı olduğunu düşünmüyorum ama erkek galiba büyük ölçüde kodlarını koruyan bir şekilde geldi günümüze.
Kesinlikle, o kadar haklısın ki. Erkek hep aynı. İşte Bihter, bugünkü kadının nasıl reaksiyon verebileceğinin hikâyesi biraz da. Yani 1920’lerde bugünkü kadının mantalitesi ağır bassaydı ne olurdu?
Hikâyeyi tam bilmesem, arada İstanbul lafı geçmese hangi ülkede, hangi şehirde olduğuna dair net bir şey söyleyemem. Hikâye burada, özellikle sanat yönetimi de biraz evrenselleşti sanıyorum.
Evet, sanat yönetimi buna çok yardımcı oldu. Dediğin gibi, dünyanın herhangi bir yerinde çekilmiş bir hikâye hissiyatı veriyor bana da, çekimler sırasında da böyle hissetmiştim. Bu anlamda hikâyenin yurt dışında da ilgi çekeceğini, otantikliğine rağmen evrenselliğe ulaştığını söyleyebilirim. Zaten Prime Video’da gösterileceği için herhalde daha da evrensel olması gerekiyor.
Aşk-ı Memnu biraz efsunlu bir hikâye gibi. Nedir bizim Aşk-ı Memnu ile ilişkimiz sizce? Evet, roman biraz modernleşme anlatıyor ama 100 yıldır güncelliğini koruması, adı geçtiğinde bile toplumun her kesiminin, bir beyaz yakalının da bir ev hanımının da, sokaktaki adamın da bir şekilde dikkatini çekmesi… Nereden geliyor bu hikâyenin büyüsü sizce?
E, alengirli işler var ve biz alengir seviyoruz. O alengirin aslında o yıllarda dahi olması, bu yıllarda devam etmesi; o içgüdüler, o güdüler, o dürtüler, o tutku, o duygular değişmiyor. Onlar her yerde kendini gösteriyor, o dürtü insanı gıdıklıyor, ilgilenmeye sevk ediyor herhalde, insanı merak ettiriyor. Ne olacağını bilse bile onun nasıl olacağını insan tekrar merak edebiliyor.
Yönetmenleri de beni heyecanlandırıyor filmle ilgili. Caner Alper ve Mehmet Binay sinemasını çok severim. Sanırım filmografilerinden bir tek Bergen’i izlemedim. Zenne’ye bayılırım.
Çok iyi filmleri var, beklenmedik şeyler yapmalarıyla ünlüler.
Evet, oraya bağlamak istiyorum. Siz ödüllü sinemacılarla çalışmaya çok uzak değilsiniz ama Caner ve Mehmet ile çalışmak nasıldı?
İlk günden, ilk toplantıdan itibaren birbirimizi çok sevdik, çok iyi anladık. Bu bir Bihter filmi, adından da anlaşılacağı gibi aslında odakta Bihter’in olduğu bir hikâye, diğer karakterler ister istemez hikâyeye hizmet için bir adım geride duruyorlar.
Orada biz Adnan üzerine konuşurken birbirimizi yakaladık. Onlar bir şeyleri bir hayal ediyorsa ben onlara şiddet olarak ikinin, üçün de olma ihtimalini gösterince çok güzel bir çalışma şansı yakaladık. Çünkü onlar ofansif yorumları seviyor.
Siz bir yandan da ödüllü filmlere alışkın sayılırsınız. 2008’deki Pandora’nın Kutusu mesela. Yeşim Ustaoğlu’yla tanışmanız nasıl oldu? 15 yıl önceki halinizi düşünerek bünyenizde büyük bir heyecan yaratmış olmalı diye düşünüyorum.
Şu an düşününce komik gelen bir tesadüf, Yeşim Ustaoğlu’nu benimle tanıştıran kişi Selçuk Yöntem.
Aaa! Bu kader olmalı.
Evet, orada yolumu sağ olsun Selçuk Yöntem açtı. Biz Kenter Tiyatrosu’nda o zaman Gece Mevsimi oynununda birlikte oynuyorduk. Bir gün Selçuk Yöntem geldi, “Seni Yeşim Ustaoğlu’yla tanıştıracağım, birini arıyorlar, orada tam sana göre bir rol var,” dedi. Sonra Yeşim Ustaoğlu’yla görüştüm. Kendi hikâyem, içine doğduğum aile yapısı da senaryoyla yakın ilişki kurmamı sağladı.
Senin hayatın biraz role yakın olduğunda yönetmen için de çekici oluyor. Tabii ondan sonra çok enteresan şeyler oldu. Mesela biz beş kardeşiz. Filmde üç kardeşi oynuyoruz. Anne Alzheimer oluyor, baba ortalıkta yok. Çekimler başladığında babamı kaybedeli neredeyse iki yıl olmuştu. Belki kaderin cilvesi, filmden bir sene sonra, rahmetli anneme Alzheimer teşhisi kondu.
Ve filmde Alzheimerlı bir anneyle oynadınız, inanılmazmış!
Evet, Alzheimerlı bir anneyle oynadım bir sene öncesinde. Yani bu mesele çok enteresandır.
Bu olayı paylaştınız mı Yeşim Hanım’la?
Tabii, onu arayıp, “Sana bir haberim var ama çok şaşıracaksın, annem Alzheimer oldu,” dediğimde sessizlik olmuştu telefonda. Efsunlu hikâyeler oluyor bazen hayatta.
Çok şaşırdım hakikaten. O filmdeki karakterin, Mehmet’in size yakın olmasına da şaşırdım aslında ama herhalde üniversite dönemindeydiniz.
Yok, üniversite sonrası. Benim de hayatı çok fazla sorguladığım, umursamaz takıldığım bir dönemdi. Karakterle çok yakın geldi tabii. İnsanın kendi modunu oynaması çok kolay zannedilir ama daha zordur aslında.
Tahmin ediyorum. Çünkü içinde sürekli seni dürten bir oynama hissi varken oynamamaya çalışmak da çok tuhaf ve zor bir durumdur.
Evet, o duygulardaydım. Ama tabii filmdeki hikâyenin bir sene sonra hayatımda gerçekleşeceğine dair hiçbir bilgim yoktu.
Belki de bir şekilde hazırlandınız mı bu duruma?
Anneme teşhis konduğunda en hazır olan bendim. Sürecin nasıl işleyeceğini bir tek ben biliyordum çünkü film için her şeyi araştırmıştım. Biraz da bu sayede ilk hazmeden, ilk kabullenen ben oldum.
Doğrudur. Tamam, bu konuyu değiştireceğim. Sıcak Kafa’dan bahsedelim mi? İkinci sezonun gelmeyeceğini duyunca acayip üzülmüştüm. Bir yandan da tahminimce siz bilimkurgu işleri seviyorsunuz. Onur Ünlü ile Görünen Adam’ı çekmiştiniz. YouTube için ne kadar heyecanlı bir projeydi. O da çok ilgi gördü aslında ama devamı gelmedi. Biz niye böyle yarı yolda bırakılıyoruz?
Ve hep ben bırakıyorum bir şekilde. (Gülüyor) Yarım kalan hikâyelerin vazgeçilmez oyuncusuyum. Bilmiyorum, biraz değişik bakış açılarıyla yapılan işler, her zaman riskli, bizim ülkemizde riskli en azından.
Ben mesela Sıcak Kafa adına üzgünüm çünkü birçok boşluk bırakmak zorunda kalmıştık.
Aslında ikinci hatta üçüncü sezonda bile doldurmak üzere bir sürü boşluk bırakmıştık. Gerek hikâyedeki boşluklar, gerek hikâyenin geçmişiyle ilgili anlatmadığımız, sıfır noktasında neler olduğu konusuna çok girmediğimiz, izleyicilerin merakını da tatminsiz bıraktığımız yerler oldu.
Bunlar çok merak edilsin, sonradan anlatılsın diye bırakılan şeyler olunca ve sonra bunları anlatamayınca, anlatma şansın kalmayınca “ama ama ama” diye çok çaresiz hissediyor insan kendini. İzlenmelerin tahmin edilenden düşük kalmasını insanların pandemiden, distopyadan, karanlıktan, daha da kötü olma ihtimalinden çok sıkıldıklarına veriyorum biraz.
İnsanlar bunları artık kaldıramaz oldu. Zaten sonrasında bakıyorsunuz hep güllük gülistanlık işler var. Ben başta da söylüyordum, biz bağımsız dizi yapıyoruz şu anda farkında mısınız diye ama onlar öyle görmüyordu. Sonuçta bir yerden sonra bu bir ticari faaliyet.
İşi sevenin sayısı belli bir noktaya ulaşmayınca maalesef, “Ama güzel bir hikâye anlatıyordu,” diye kimse onun devamını getirmiyor tabii.
Amalar çok iyiymiş gerçekten. Peki, yanılmıyorsam tiyatroyla başladınız aslında değil mi?
Evet, tiyatro maceram okuldan mezun olurken sadece 3-4 seneyle sınırlı kaldı.
Sahneye çıkma, o adrenalini özleme gibi şeyler yaşamadınız mı?
Bu sözünü ettiğin özlemi 15 yıldır yaşıyorum. Anlatırlardı da inanmazdım, gerçekten sıkıntısı oluşmaya başladı. Bu arada o kadar çok arkadaşım, tanıdığım, sevdiğim insan tiyatro işi teklif etti ki. Bir travma oldu galiba, tiyatro yaparken ve sonrasında biraz zorluk yaşamıştım ve sanıyorum sinemaya geçince kendimi çok özgürleşmiş hissettim.
Ne gibi zorluklar yaşadınız?
Tiyatronun enerjim için çok kısıtlayıcı kaldığı, orada kendimi gerçekleştiremediğimi hissettiğim bir dönemde sahneyi bıraktım. Televizyon ekranında ve sinema perdesinde kendimi daha iyi hissetmeye başladım.
İlk 4-5 sene tiyatroyu hiç özlemedim fakat sonra özlemeye başladım. Şu anda çok özlemiş du rumdayım. Ama işte yıllar sonra hangi oyunla geri döneceğim, ne yaparak kendimi o ateşe atacağım, galiba ona karar veremiyorum.
Siz istiyorsanız, gerçekten hazırsanız bence hikâyeler, senaryolar sizi bulur. Herkes oyununda görmek ister gerçekten de sizi.
Bazı şeylere çok duygusal yaklaşıyorum. Bu anlamda gerçekten yarı profesyonelim diye bilirim. Bunu itiraf etmekte de bir sakınca görmüyorum. Biraz duygusalım ve hangi karakter olursa olsun “çık oyna” rahatlığında değilim. Anlatmak istediğim bir hikâye, bir bağ arıyorum.
Avukatlık yapacaksam gerçekten davasına inandığım birini istiyorum. Davasına inanmadan, sadece iş yapmak için avukatlık yapan bir avukat gibi olmak istemiyorum. Güzel bir davaya inanıp onu kazanmak istiyorum. Öyle bir karakter, öyle bir hikâye arıyorum.
Ne kadar süredir arıyorsunuz bilmiyorum ama yapmaya yapmaya insana iyice zor gelir.
Doğru. Birçok arkadaşım çok büyütüyorsun, çok anlam katıyorsun, diyor. Ben de diyorum ki, sanatla uğraşıyoruz ya hani. Yani anlam ve duygu katmayacaksam niye o zaman? Belki yanlış yapıyorum, belki 10 senedir sahnede olmalıydım ama hikâye bazen öyle ilerlemiyor. O hikâyeyi, o karakteri arıyorum galiba.
Ne güzel, umarım bulursunuz. Zevkle izleriz. Sizinle çekim yapacağımızı söylediğimde annemin yüzündeki ifadeyi de, ofisteki arkadaşlarımın tepkilerini de gördüm. Herkese bir şekilde bir yerden dokunmuşsunuz. Çok bilinen bir isimsiniz ama sizinle sokakta da yürüdüm. Siz Osman Sonant’a benzeyen biri gibisiniz biraz. Bu bir avantaj da aynı zaman da anladığım kadarıyla. Hem çok biliniyor isminiz hem de sokakta çok rahat yürüyebiliyorsunuz aslında.
Osman Sonant’a benzeyen biri, çok güzel bir tanımlamaymış bu. (Gülüyor)
Evet ama işte bu kodları daha önce yaşayan bir arkadaşım ya da tanıdığım olmadığı için bir taraftan da sürekli yeteri kadar başarılı değil miyim acaba sorusu da kafamda dönüp duruyor. Evet, avantajları oluyor. Çoğu oyuncu arkadaşım biraz boğuluyor çünkü o kadar tanınıyorlar ki sokakta yürüyemiyorlar ama ben öyle değilim.
Sokakta yürüyorum ve bazı insanlar yanlarından geçtiğimin farkına bile varmıyor, bu müthiş bir avantaj. Arkadaşlarımın yaşayıp da anlattıklarını hiçbir zaman yaşamadım. Ama bu niye böyle, nasıl olması gerekiyor? Bunlar biraz karışık bende.
Ama bir yandan da oyunu kuralına göre çok da oynamıyor gibisiniz. Sosyal medyada çok aktif değilsiniz, sizi profesyonel görünürlüğünüz dışında hiç hatırlamıyorum bir davette mesela. Siz daha çok, işini yapıp eve dönen biri gibisiniz biraz. Bu esasında çok karşılaştığımız bir oyuncu profili değil. Hem bu kadar popüler işlerde olup hem de diğer o tüm sosyal medya, davetler vs oralarda görünmeyen, sizin gibi bir isim daha söyleyemem galiba.
Evet, galiba tekim. Oyunu kuralına göre oynamıyorum, ona rağmen istediğim bazı şeyler olabilir diye düşünüyorum. Oyunu kuralına göre oynasam ve olmasa başka bir şey ama hem kuralına göre oynamayacaksın hem kendi kurallarına çekmeye çalışacaksın herkesi, o biraz büyük fantezi.
O yüzden herhalde ya böyle gidecek ya da bir yerde kırılacak. Ben mi oyuna döneceğim yoksa oyun mu bana ayak uyduracak, göreceğim.
Bana bu yol da gayet sağlam ve tutarlı geliyor. Çünkü yer aldığınız projelere ve başarınıza baktığımızda, sizin yaptığınız da bir seçenek olabilirmiş aslında.
İlk kez Sıcak Kafa’da bir dizi başrolündeydim. Genel olarak bütün ekip böyle bir başrol oyuncusuyla çalıştığı için çok şaşkındı. Çünkü kendime söz vermiştim, böylesine büyük bir sorumluluk alıp bütün seti etkileyecek bir pozisyona geldiğimde bazı şeyleri kaybetmeyeceğim, bazı şeyleri koruyacak, insan kalmaya çalışacağım.
Gerçekten insanı zorlayan bir pozisyon başrol oynamak, hazır değilsen görüyoruz işte bir sürü insanın neler yaptığını, nasıl gözüktüğünü.
Rise of Empires: Ottoman’da İngilizce oynadınız, şimdi de İtalya’da yaşıyorsunuz, İtalyanca bir projede oynamak ister misiniz?
Elbette, o kadar çok istiyorum ki, şimdi ailece İtalyanca öğreniyoruz. Bir an önce geliştirmeyi çok istiyorum, ilerleyen zamanlarda aksanla ilgili düzeltmeler için de bazı çalışmalar yapacağım.
Hemen, 3-5 ay içinde olmayabilir böyle şeyler ama bir süre sonra cesaret edip bir şeyler deneyebilirim İtalya’da. Çünkü sürekli televizyonlarını, dizilerini, filmlerini izliyorum ve olmayacak bir şey değil gibi geliyor bana.
Değil tabii ki. Hem Türk oyunculara da yükselmeye başladılar yakın zamanda.
Burada aktör olduğumu duyan herkes, “Kan Yaman, Kan Yaman” diyor.
Dünyada en çok dizi satan ikinci ülkeyiz sonuçta. İtalya’dan bakınca nasıl gözüküyor bu? Hep prodüksiyon kalitemizin ne kadar iyi olduğuna dair şeyler duyuyoruz ama oradan bakınca bu doğru mu sizce?
Yazık oluyor güzelim ülkemize, öyle söyleyeyim size. Dünyada en çok dizi ithalatı yapan ikinci ülke olabiliriz ama ondan çok daha fazlasını hak ediyoruz. Evet, doğru, hem prodüksiyon hem de oyunculuk kalitemiz çok yüksek.
Elbette İtalya’da da çok iyi prodüksiyonlar var ama bizim üretim gücümüzde asla değiller. Bizim üretim hızımızda ve o hıza rağmen o kalitede asla değiller. Oyuncularımızın, şahsen çok hazzetmediğim oyuncu arkadaşlarımızın bile çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Keşke imkânları olsa da şu Avrupa coğrafyasında daha fazla kendilerini gösterseler diyorum.
Galiba yavaş yavaş önü açılmaya başladı oyuncularımızın, dizilerin erişimleri ve platformların da etkisiyle.
Evet ama gerçekten potansiyelimizin ne kadar yüksek olduğunu biraz da dışına çıkınca, en azından İtalya’da görebiliyorum. Öncelikle çok çalışkanız, inanılmaz bir pratik zekâmız, inanılmaz çözümlemelerimiz ve çok enteresan hikâye bağlantılarımız var. Mesela 5. Kanal diye bir kanal var, Türkçe dizi yayınlanıyor, dublaj yok, altyazı yok ve diziler Türkçe. Üstelik akşam 8’de prime time’da.
Esasında Avrupalı izleyiciyle Türk izleyici arasında temel bir fark var. Biz mesela artık evde tüketim yapıyoruz, içerik ayağımıza gelsin istiyoruz. İçeriğin ayağına gitme konusunda biraz tembeliz. Çok az bir kitle sinemaya, tiyatroya gidiyor. O da biraz içeriğin değerini etkiliyor galiba. Sanıyorum Avrupa’nın farkı orada, izleyici içeriğin ayağına gitmeye de hazır. O da verilen değeri etkiliyor.
Belki biraz da benim bulunduğum bölgeyle ilgili ama burada hiçbir şey insanın ayağına gitmiyor. Bir iki tane kurye markası var ve çok nadir kullanılıyor. İnsanlar da kullanmayı tercih etmiyorlar. İnternetten alışveriş de çok fazla yapmıyorlar. Her şey için dışarı çıkmayı, giyinip süslenmeyi, onu bir etkinlik haline getirmeyi, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmeyi seviyorlar.
Biz o kadar seri üretiyoruz ki, malın bir değeri yok artık bizim için. Öyle büyük bir şey gelmeli ki biz de hayran olalım istiyoruz artık. Ama bizim o küçük şeylerimiz onlara hâlâ çok iyi geliyor. Bizim kendimizden beklentimiz de çok yüksek artık.
Bir yandan da bu sektörde artık yeni birçok oyuncu var. Kendi deneyimleri nizden yola çıkarak onlara vereceğiniz tavsiyeler var mı?
Bize oyunun kuralları gençken öğretilmedi. Bize tiyatronun kutsallığı, tiyatronun sosyal olarak ne kadar vazgeçilmez bir unsur olduğu, sürmesi gerektiği ve insanları aydınlatmak için, uyandırmak için en güçlü araçlardan biri olduğu anlatıldı. Ama biz sonra kendimizi piranaların yüzdüğü bir suda bulduk.
Oyunun bazı kuralları olduğunu dahi on sene sonra öğrenebildik. Farklı yetiştirilen bir nesildik yani tam arada kalmış o nesiliz biz. Kural dışı olmaya çalışarak değil ama oyunun kuralına göre oynamıyorsun dediniz ya, oyunu kuralına göre oynamaları ya da oynamamaları gerektiğiyle ilgili kararı erken versinler.
Ya oyunu kuralına göre ya da kendi kurallarına göre oynasınlar. Ama bu seçimi çok erken yaşta yapmaları lazım. Öbür türlüsü gerçekten çok yıpratıcı oluyor.
Peki, eve sürekli başka tiplemeyle gidiyor gibisiniz. Her filmde, her dizide bambaşka bir role bürünüyorsunuz. Çocuklarınız nasıl bakıyor size?
Birçok yapımı izlemediler, bazı şeyleri de ben izletmiyorum. En azından bazı şeyleri izlemeleri için 13’ü geçmeleri lazım. Genelde 13+ ya da 18+ işler yapıyorum. Yaptığım 7+ tek şey Leyla ile Mecnun sanırım. Leyla ile Mecnun’u biliyorlar ama çoğu işimi izlemediler.
Bu arada kızımla eşim, Onur’un (Ünlü) İtirazım Var filminde oynadı. Flashbackte Serkan’ın kaza yaptığı arabadaki karısını ve Hazal’ın çocukluğunu kızım oynadı. Sonra Kırık Kalpler Bankası’nda da Hazal’ın çocukluğunu yine küçük bir flashback sahnesinde kızım üstlendi.
Kızım ayrıca İtalya’ya gelmeden önce seslendirme yapıyordu. Seslendirmeden uzak kaldığı için biraz üzgün şimdi.
İşiniz konusunda aklınız karışınca eşiniz Damla Hanım’a danışır mısınız? Nasıl bir eleştirmen sizin işlerinize karşı? Onu çok merak ediyorum. Eleştirinin acımasızı makbuldür, bunu bilerek soruyorum.
Bir şey kötü olup da üzüldüğümde, “Niye üzüldün ki, sen bilmiyor muydun böyle olacağını?” der Damla. Hiç öyle teselli edeyim demez. “Ne bekliyordun ki?” der. Ya da güzel bir şey olduğunda da gerçekten olmuş diyor.
O daha çok benim heyecanımla ilgileniyor. Ben heyecanlıysam destek oluyor. Bazen oynamak istediğim bir işten bahsettiğimde de, “Ya niye oynayacaksın onu? Ne yapacaksın ki onda?” dediği de oluyor. Çok fazla karışmıyor, çok fazla eleştirmiyor. Yiğidi öldür hakkını ver cinsinden eşimin bakışı.
Biraz dizilerden bahsedelim mi? Bu aralar izlediğiniz, ilgi duyduğunuz yapımlar var mı?
İki aydır sadece İtalyanca çalışıp İtalyan televizyonlarını izleyerek günlerimi geçiriyorum. Hatta biz de Damla’yla onu konuşuyorduk; bir gün çocukları erken yatırıp sadece kendi keyfimiz için bir şey izleyelim istiyoruz. Gerçekten özledik, şu anda başka bir telaşımız var.
Çocuklar için bir şeyleri hızlandırmaya çalışıyoruz, o yüzden hep birlikte bir şeyler izliyoruz. Ve o bittiğinde zaten hepimiz günün yorgunluğuyla bitmiş oluyoruz. Biriktirdiğim ve beklediğim çok şey var. Biraz kendime vakit ayırmam gerekiyor artık.
Bu röportaj, Episode’un 51. sayısında yayımlanmıştır.