Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Röportaj: ‘Çilingir Sofrası’nın Senaristi ve Yönetmeni Ali Kemal Güven
Çoğumuz Ali Kemal Güven’i Çilingir Sofrası’yla tanıdı. Çilingir Sofrası, yıllar sonra Beyoğlu’nda bir çilingir sofrasında bir araya gelen iki eski arkadaşın ilişkisini odağa alan başarılı bir quir sinema örneğiydi. Nitekim filmin başrol oyuncuları Ahmet Rıfat Şungar ve Barış Gönenen, bu yıl Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü paylaştılar. Ardından GAİN’de yayınlanan Aslında Özgürsün dizisiyle tekrar gündemimize geldi Ali Kemal Güven. Aynı adlı Duygu Asena romanından uyarlanan dizi, daha önce yine kendisi tarafından tiyatroya da uyarlanmıştı. Geçtiğimiz haftalarda da yönetmenin gündeminde yeni bir uyarlamanın yer aldığını öğrendik. Yiğit Karaahmet’in romanı Deniz Ne Kadar Güzel’i sinemaya uyarlayacağının haberlerini aldık. Biz de Ali Kemal Güven ile kariyerini, Çilingir Sofrası ve Aslında Özgürsün’ün yolculuklarını, yönetmenlik ve yazarlık mesleğini, gelecekteki projelerini ve çok daha fazlasını konuştuğumuz keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Seni senden dinleyebilir miyiz? Bize biraz kariyerinden, sinemaya nasıl heves ettiğinden, hangi aşamalardan geçtiğinden bahseder misin?
Nereden başlasam… Aslında başlangıç noktam yok çünkü kendimi bildim bileli elimde bir kamera vardı. Her zaman bir şeyler çekiyordum. Ama o çektiğim “şeyler” her zaman hikâyesi olan sahnelerdi. İnsanlar dışarı çıkıp eğlenirken ben okul arkadaşlarımı toplayıp bizim evde film çekiyordum. Kendimi Dawson’s Creek’teki Dawson sanıyordum galiba; o da yönetmen olmak istiyordu çünkü. Yönetmenlik nedir, diyaloglar birleşince ne oluşturur, senaryo matematiği nedir bilmeden ve aslında içgüdüyle başladım diyebilirim. Ondan sonra da bunun üzerine çalıştım; neredeyse bütün hayatımı kendimi geliştirmeye, film izlemeye, film kitapları okumaya ve öğrenmeye adadım. Üniversite için Amerika’ya gittim. Long Island Üniversitesi Medya Sanatları Bölümü’nden mezun oldum. Bir yıla yakın staj yaptıktan sonra Türkiye’ye döndüm ve aslında sinema maceram böylece başladı.
Yazar olduğunu da biliyorum, romanların var değil mi?
Evet, 17 yaşındayken yani daha yolun çok başındayken bir roman yazmıştım. Kolumun altında kitabımın çıktısıyla yayınevi yayınevi gezdiğimi hatırlıyorum! Kapıları çalarak, kimseyi de tanımadan üstelik! Sonra, Allah rahmet eylesin, Epsilon Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Meltem Erkmen’le yollarımız kesişti ve kitabım Epsilon Yayınları’ndan çıktı. Aslında ilk baskısı da tükendi. Nasıl oldu hiç bilmiyorum! (Gülüyor) Ama sonra, anlatmak istediğim tüm hikâyelerde şunu fark ettim; benim oyunculara ihtiyacım var. Oyuncularla bir şeyler anlatmak her zaman benim için daha heyecan verici. Tiyatro oyunları yazmak da böyle kanıma girdi. Bir yönetmen kadını anlattığım ilk oyunum Fatima’nın Erkekleri, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi. Üç dört sezon devam etti. Orada da tiyatro macerası başladı benim için.
Şu sıralar tiyatroyla ilgili bir şeyler yapıyor musun peki?
Aslında uzun zamandır yapmıyorum. Pandemiyle birlikte biraz durdum. Kimi zaman sadece yazar olarak, bazen de hem yazar hem yönetmen olarak oyunlar yaptım. Aslında Özgürsün maceram da tiyatroyla başladı; ilk olarak bir tiyatro oyunuydu. İki yıl çok güzel sahnelendi, çok da beğenildi. Bazen tekrar bir tiyatro oyunu üzerine çalışsam mı diye düşünüyorum ama sanırım bir süre daha filmciliğe odaklanmaya devam edeceğim. Gerçi belli olmaz! Türkiye’de tiyatrodan çok umutluyum. Çok özgür bir alan bir kere. Kimse karışmadan istediğin hikâyeyi, bakış açısını, vizyonunu yansıtabildiğin bir yer. Bu anlamda yeni ve cesur hikâyeler anlatmak isteyenler için tiyatro Türkiye’de bence iyi bir yerde duruyor. O yüzden tekrar yapmak isterim ama ne şekilde, ne zaman ve nerede bilemiyorum şu anda.
Kısa filmlerinde var. Bir uzun metraj film de çektin, Kraliçe Fabrikada. O dönem çok konuşulduğunu hatırlıyorum. Bu süreçten biraz bahseder misin?
Ben Kraliçe Fabrikada’yı ilk uzun metraj filmim olarak saymıyorum. Benim ilk uzun metraj filmim Çilingir Sofrası’dır. Sebebi şu: Kraliçe Fabrikada bir okul projesiydi, okul ödeviydi hatta. O zamanlar çok popüler, herkesin gittiği bir film workshop’ında birkaç sinema öğrencisi bir araya gelmiştik. Hepimizin kısa film çekme hakkı vardı. Biz onun yerine dedik ki, bir iki öğrenci haklarımızı birleştirelim ve bir uzun metraj çekelim. Okulun kamerasını, ışığını yüklendik ve başladık çalışmaya! Artık bilemiyorum cesaret mi dersin, şuursuzluk mu dersin… (Gülüyor) Hande Yener CD’sini açtık ve menajerinin numarasını bularak onu aradık. “Filmimizde oynar mısınız? Sizin için bir sahne yazdık,” dedik. Senaryo gitti. Hande Yener senaryoyu beğenince, oynarım dedi! Sonra Allah rahmet eylesin, Billur Kalkavan’ı aradık, o da oynarım dedi! Böylece bizim star kadrolu bir castımız oldu! Ve herkes sinema filmi çekiyoruz sandı haliyle. Aslında tamamen amatör ruhla çekilen bir öğrenci filmiydi fakat bu kadar ünlü dahil olunca ve konusu itibarıyla ilgi çekince birdenbire herkes vizyon tarihi sorar oldu. Sonra yasaklandı, yayınlanamıyor diye uydurma haberler çıktı. Böyle bir şey yok tabii, ne yasaklanması! NTV’den arıyorlardı beni, filminiz yasaklandı, röportaj yapalım diye. (Gülüyor) İnsanlara anlatamadım yasaklanmadığımızı. Herhalde başlık olarak hoşlarına gitti o dönem ama gülümseyerek anıyorum o günleri çünkü iyi, temiz duygularla yapılmış bir filmdi. O filmde çalışan herkes bugün sektörde iyi yerlerde çalışıyor. Ayrıca Hande Yener tanıştığım en tatlı, ayakları yere basan, en şahane insanlardan biriydi. Bize tamamen destek olmak için geldi. İyi ki yapmışız. Kısa filmlerle ilgili maceram da şöyle; öğrenci olduğum dönemde yaptığım filmler hep altmış, yetmiş, doksan dakikalık filmlerdi. Aslında Kraliçe Fabrikada projesinden sonra kısa filmler yapmaya ve festivallere göndermeye başladım. Onlardan bir tanesi de Cahide Devekuşu’nun Açık Evliliği’ydi, absürt komediydi. Canım Meral Çetinkaya ve Allah rahmet eylesin, Sezai Aydın, çılgın bir karıkocayı oynadılar. Harika bir oyuncu kadromuz vardı. Lale Belkıs gibi bir Yeşilçam efsanesiyle aynı sette olmak büyüleyiciydi! Heybeliada’da bir otelde çekmiştik. Dünyada ve Türkiye’de festivallerde gösterildi. Ardından BluTV seçkisine alındı ve o yıl platformun en çok seyredilen filmleri arasına girdi. Çok sevdiğim, gurur duyduğum bir film. Kısa film deyince aklıma Cahide geliyor.
Çilingir Sofrası’na geçmek istiyorum. İki eski okul arkadaşı, iki eski dost yıllar sonra Beyoğlu’nda çilingir sofrasında bir araya gelir. İki eski arkadaşlardır ama belli ki saklı kalmış bazı şeyler vardır. Her şeyden önce bu proje nasıl ortaya çıktı, nasıl gelişti?
Bundan birkaç yıl önce Antalya Film Forum’un Pitching Platformu’na İstanbul’un Erkekleri isimli yine kuir temalı bir dizi projesiyle katıldık. Yapımcım ve ortağım Seda Özkaraca ile birlikte Beta Film’den Jüri Özel Ödülü aldık. Bu ödülü aldığımız zaman zannediyorduk ki bütün dijital platformlar bizi arayacak ve işte ödül aldınız, hemen bunu hayata geçirelim diyecekler. (Gülüyor) Ama tabii ki Türkiye’de yaşadığımızı bir anlığına unutmuşuz, öyle bir şey olmadı. Biz Witchcraft Films olarak kadın ve kuir hikâyeleri odağına alan işler yapmak istiyoruz. O yüzden vazgeçmek bir seçenek olamazdı. Sadece başka bir yol, yeni bir çare bulmamız gerekiyordu. Şapkamızı önümüze koyduk, nasıl bir iş yapabiliriz diye düşünürken İstanbul’un Erkekleri’ne kardeş proje olarak Çilingir Sofrası fikri ortaya çıktı. Ben de yazmaya başladım. Senaryo bittikten sonra kime gitsek arkadaşlar yapmayın dediler; kimse almaz, kimse yayınlamaz, para yatırmayın, batarsınız dediler. O anlamda gerçekten kendi kendimize yaptığımız bir projeydi. Son noktada da yirmişer dakikalık, dört bölümden oluşan bir mini dizi projesiydi Çilingir. Fakat kaba kurguda oturduk izliyoruz, hem ben hem Seda hem de filmin muhteşem kurgucusu Selda bir dakika dedik, burada bir duygu bütünlüğü var ve bunun bölünmemesi gerekiyor. Bu, 60 dakikalık bir film! Böylelikle proje kendi kendine film oldu. Sonra İstanbul Film Festivali’ne başvurduk ve onların filmi almasıyla uzun metraj bir film yaptık! Yani şahsına münhasır bir hikâyesi var Çilingir Sofrası’nın. Başka bir örneği var mıdır bilmiyorum.
Şahsına münhasır bir film de zaten. Tek mekân, diyaloglarla ilerleyen bir film. Çok sevdiğim ama çok zor olduğunu da bildiğim bir yapısı var. Yazma sürecinden, casting sürecinden de bahsedebilir misin?
Dediğin gibi, tek mekân ve diyaloğa dayanan bir film yapmak çok zor. Çilingir Sofrası, izlediğinde kolay görünen ama aslında çok zor bir iş. İlk başta, o masadaki iki kişi neredeyse altmış dakika boyunca konuşuyor. Bunu takip etmen ve sıkılmaman gerekiyor, çünkü benim için bir filmi başarılı kılan en önemli özelliklerden biri insanların sıkılmaması. Hayat çok kısa ve hiçbirimizin çok vakti yok; dolayısıyla izleyicinin kendini kaptırması, sıkılmaması benim için çok önemli. Bir de sanırım, diyaloğa dayalı işleri becerebiliyorum. Burada krediyi kendime vereceğim. (Gülüyor) Tabii şaka bir yana, Çilingir Sofrası kısmetli, hakikaten doğru insanları kendi etrafında toplayan bir iş oldu. Ben istediğim kadar iyi yazayım, o rolleri Ahmet Rıfat Şungar ve Barış Gönenen oynamasaydı sanmıyorum ki böyle bir iş ortaya çıksın. Doğru yapımcı, doğru kurgucu… Film işi gerçekten tek kişilik bir iş değil. Burada biraz şanslıydım. Casting süreci zorluydu tabii. Çünkü kuir bir karakteri oynamaya kimse sıcak bakmıyor ülkemizde.
Aslında tam aksi olur diye düşünürsün, bir meydan okumadır nihayetinde bu.
Oyuncu olarak Çilingir Sofrası’nda kaçabileceğin, saklanabileceğin bir alan yok. Kalbini ve kendini tamamen açman gerekiyor. Karikatür bir karakter yok, çok gerçek her şey. Hatta kendinden de bir şeyler koyman gerekiyor belki ve bu da korkutucu oluyor. İşte, ister istemez güzel ülkemizin toksik maskülenliği kendini gösteriyor burada. Hepimiz bu coğrafyada belirli kodlarla büyüdük maalesef. Çilingir Sofrası’nda bunlardan sıyrılmış ve görmeye alışık olmadığımız karakterler var dolayısıyla burada rol almak biraz cesaret işi, evet. Bu noktada tüm krediyi Rıfat ve Barış’a veriyorum gerçekten. Çok iyiydiler ve hep oradaydılar. Öyle güzel paslaştılar ki, tam bir tenis maçı gibiydi. Geriye dönüp baktığımda onlar için yazmışım gibi geliyor. Aslında Barış zaten başından beri vardı; Rıfat sonradan ekibimize eklendi. Ama gerçekten başka iki insan düşünemiyorum bu roller için. Diğer oyuncularımızı da anmış olayım; Adnan Devran, Ecrin Bolkar ve Gülhan Kadim de harika iş çıkardılar.
Şahane bir kimyaları var gerçekten, iyi bir kuir sinema örneği. Ülkede baskı varken bu temada işler üretmek nasıl bir duygu? Eminim tatmin edicidir ama zorluklarından bahsetmek istiyorum.
Aslında Çilingir Sofrası gibi bir kuir filmin hayata geçmesindeki en büyük etken (insanlar ben zannediyorlar ama aslında değilim) Seda Özkaraca’dır. Çünkü ben, “Seda bunu yazıyorum ama yapabilecek miyiz, hayata geçirebilecek miyiz, yayınlayabilecek miyiz?” diye endişelenirken o beni hep yüreklendirdi. Cesaretimin kırıldığı çok anlar oldu ama orada Seda, yola devam, bu iş olacak dedi; yani aslında bu işin arkasındaki kuvvet odur. Hem Seda hem de diğer yapımcımız Metin Kıcır’ın vizyonu ve cesareti sayesinde böyle bir filmimiz oldu. Arkalarında kanal yoktu, dağıtımcı yoktu. Tamamen kendileri bunu hayata geçirdiler. Cesaret edildiğinde olabiliyor demek ki. Yani çok da imkânsız değil, kimse umutsuzluğa kapılmasın.
Ahmet Rıfat Şungar ve Barış Gönenen, Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü paylaştılar. Gerici yürüyüşün gündemde olduğu bu dönemlerde bu ödülü nasıl değerlendiriyorsun?
İkisiyle de gurur duyuyorum. Bu tedirgin edici ve oldukça üzücü günlerde böyle ödüller bana umut veriyor. Yalnız olmadığını hissetmek, yüzünü aydınlığa dönmüş insanların olduğunu bilmek güzel bir duygu… Ahmet ve Barış aldıkları her ödülü sonuna kadar hak ediyorlar; oynadıkları rollere “cesaret” ettikleri için değil, olağanüstü bir performans sergiledikleri için. Çok mutluyum ikisi için de.
Türk sinemasının durumunu nasıl değerlendiriyorsun bu anlamda?
Türk sinemasında kuir temalı işler ya da kuir karakterler pek yok… Dolayısıyla böyle bir işe girişince ister istemez temsiliyet sorumluluğu geliyor ama ben de şöyle düşündüm hep: Böyle bir hikâye, temsiliyet sorumluluğu alarak anlatılamaz çünkü bu iki adam yaralı ve hasarlı karakterler. Biz tamamen şöyle yaklaştık, biz iki adamın hikâyesini anlatıyoruz, nokta. Birilerini kendiliğinden temsil ederse ne âlâ! Ama biz bu mantık ve sorumlulukla gitmeyelim istedim. Biri daha açık ya da açık yaşadığını zannediyor, diğeri tamamen içine gömmüş. Çok zor iki karakter ve aslında çok gri iki karakter; bana sorarsan ikisi de çok sevimli değiller, “doğru” da değiller ama onlar da bu ülkenin ürünleri; gerçekler yani. Biz bir ilk film değiliz. Benden önce bir kere Atıf Yılmaz var, Ferzan Özpetek filmleri var, Kutluğ Ataman ve Ümit Ünal sineması var. Biz bu büyük sinemacıların açtığı yoldan giden bir film yaptık. Ama tek bir film olmamalı. Gönlümüzden geçen, senede on tane kuir karakterlerin olduğu, kuir hikâyelerin anlatıldığı filmlerin dizilerin çekilmesi. Olmamasını tehlikeli buluyorum çünkü sinemada ve televizyonda temsil edilmediğimizde yokmuşuz gibi algılanıyor, biz bu topraklarda yaşamıyormuşuz gibi. Ama biz buradayız, burada yaşıyoruz. Bunlar bizim hikâyelerimiz, arkadaşlarımızın hikâyesi, komşularımızın hikâyesi dolayısıyla böyle hikâyelere cesaret edilmesi gerektiğine de kesinlikle inanıyorum.
Temsiliyet meselesi benim de kişisel olarak kafa patlattığım bir mesele. Başlı başına bir baskı dediğin gibi. Ben de izlediğim işlere öyle bakıyorum, temsil ediliyor muyum, doğru temsil ediliyor muyum… Ama sonra da doğru temsil ne, diye düşünüyorum. Doğallıktan ve gerçekten uzak bir temsil tam olarak ne ifade eder ki..?
Evet, tartışmalı bir alan gerçekten. Ben yapı olarak da büyük cümleler kurabilen biri değilim. Maksimum seviyede yapabileceğim şey, hikâye anlatmak, bir karakter anlatmak, bir durumu tartışmaya açmak. Bunun altına büyük ana fikirler, büyük cümleler, senin de bahsettiğin o temsiliyet sorumluluğunu yerleştirmek beni korkutur. Zaten yaptığınız film gerçekse kendiliğinden insanları temsil eder. Ben sadece iki iyi bildiğim, iyi tanıdığım adamı anlattım ve bu bir tartışma açtıysa ne mutlu.
Müzikler de harikaydı. Yazarken de müzikle mi düşünüyorsun sahneleri?
Aslında en büyük hayalim müzikal çekmek; gerçek bir müzikal hayranıyım! Yazarken dinlediğim tüm şarkıları kullandık diyebilirim. Mesela Emir Can İğrek’in açılış şarkısı, “Bıraktım Şaşırmayı” olmasaydı ben belki o bölümü yazamazdım. Gaye Su Akyol’un “Kendimin Efendisiyim Ben” şarkısı olmadan Part I’in sonunu hayal bile edemiyorum. Ya da Kalben’in “Ben Her Zaman Sana Âşıktım” şarkısı olmadan o duygu geçişini nasıl sağlardım bilemiyorum. Tabii bir de filmin kraliçesi Nazan Öncel var. Nazan Öncel’in “Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah” şarkısı, hayatımın arka planında yıllardır çalan bir şarkı. Kaset formatından beri bildiğim, benim için çok özel bir eser. Dolayısıyla o şarkının bende yarattığı duyguları çekip alarak senaryoya yazdım. O şarkı olmasa filmin sonu bu kadar vurucu olur muydu, bence olmazdı. Bir tek Akrep Nalan’ın “Sarhoş” şarkısını alamadık; vefat etti çünkü. O, içimde yaradır. Bu şarkılar olmadan bence film eksik kalırdı. Ama yazdığım her iş biraz böyle, biliyor musun? Müzik hep çok önemli. Aslında Özgürsün dizisinde de bir sahneyi Sezen Aksu’nun “Pardon” şarkısını dinleyerek yazmıştım. Sonra o sahnede şarkıyı bir kullandık, herkes bayıldı. O, tamamlayıcı bir durum gibi. O yüzden müzikal çekeceğim günü bekliyorum!
Yeri gelmişken Aslında Özgürsün’den de bahsetmek istiyorum. İki kadın karakterimiz var. İki yakın arkadaş, özgürlük arayışları, kimlik arayışları… Aslında farklı görünen hayatları ama özünde benzer dertleri var. Duygu Asena’nın aynı adlı romanından uyarlama. GAİN platformunda izleyicilerle buluşuyor. Daha önce de yine sen tiyatroya uyarlamıştın. Bu süreçten de bahseder misin biraz?
Öncelikle ben bir Duygu Asena hayranıyım. Duygu Asena’nın Aslında Özgürsün kitabını ilk annemin kütüphanesinde bulmuştum. O “aslında özgürsün” cümlesi hayatıma damga vuran, unutamadığım bir slogan oldu. Çünkü insan unutuyor özgür olduğunu gerçekten de. Daha sonra Duygu Asena’nın tüm romanlarını okudum. Çok sade ama yumruk gibi kuvvetli, zamansız ve evrensel bir dili var. O yıllarda yarattığı karakterlerin hisleri, durumları, durumlara tepkileri hâlâ geçerli. Mesela Paramparça diye bir romanı vardır Duygu Asena’nın, benim için çok özel ve önemli bir romandır. Kendi prodüksiyon tiyatromuzu kurduğumuz zaman kimin kitabını sahneye uyarlamak isteriz diye düşündük. Hem Seda’nın hem de benim ilk aklıma Duygu Asena’dan Aslında Özgürsün geldi. Diyalogla yazılmış, aslında internette Asena’nın okurlarıyla interaktif bir iletişimle yazdığı bir roman; bir ilk bu anlamda. İki kadın konuşuyor ve sen kapının arkasından onlara kulak veriyorsun gibi. O kadar candan, o kadar açık ve o kadar sansürsüz bir kitap ki… Sonra bir gün Seda bunu dijital dizi yapma fikrini ortaya attı. Ben de iyi fikir dedim ve maceramız başladı. GAİN de projeye onay verince dizimiz hayata geçti. Dizinin konusu da çok önemli benim için yani kendi arkadaşlarımın da hayatımda çok önemli rolleri ve yerleri var. Dolayısıyla yıllar içerisinde kopmamış bir arkadaşlık hikâyesi bana çok ilgi çekici geliyor. Bu iki kadın da Berna ve Belgin de yıllardır kopmamış, artık kardeşe dönüşmüşler. Hatta birbirlerinin yer yer anneleri oluyorlar, yer yer arkadaşları oluyorlar. Biri iş hayatında var olmaya çalışırken diğeri de aslında evliliğinde var olmaya çalışan bir kadın. Ve aslında ikisinin de farklı hayatları var ama en önemli olan şey erkekler değil. Dizideki en önemli bağ, iki kadının arkadaşlık ilişkisi ve dayanışması. Birbirlerini hiçbir durumda yargılamamaları, aralarında bir yarış ve çekişme olmaması şahane bir tavır. Dizide Duygu Asena’yı Zuhal Olcay’ın canlandırmasıyla da bir hayalim daha gerçekleşti. Yani iki divam birleşti diyebilirim. (Gülüyor) Deniz Çakır ve Bade İşcil de çok candan, çok kalpten, çok temiz ve iyi bir yerden oynadılar. Ve ikisinin kimyası çok güzel tuttu. Herkes ikisinin yıllardır arkadaş olduğuna inandı ve kurdukları bağın sıcaklığı izleyiciye geçti. Nükhet Duru zaten pırıl pırıl! Onun olduğu sahnelerde başka bir yere bakamıyorsun. Kadın doğuştan efsane! Ona her baktığımda gözlerim kamaşıyor; muhteşem bir insan. Disiplinine ve hayat enerjisine hayranım. Benim için çok özel bir süreç oldu; bu benim ilk yazıp yönettiğim dizi. Keşke Duygu Hanım hayatta olsaydı ve görseydi. Tanışmak, elini sıkmak, bir kahve içmek kısmet olmadı. Hep düşünüyorum Duygu Hanım izleseydi beğenir miydi, ne düşünürdü, eleştirir miydi diye… Ona layık bir şey yapmaya çalıştım; umarım becerebilmişimdir.
GAİN sana nasıl bir alan açtı bu anlamda?
GAİN beni çok özgür bıraktı; bu anlamda muhteşem bir platform bence, yaratıcıyı özgür bırakan, ona alan tanıyan bir kuruluş. Şöyle ilginç bir durum da oldu, biz projeyi onlara sunduğumuzda onlar zaten bu kitabı okumuş, aralarında konuşmuş ve dizi yapmayı hayal etmişlerdi! Birden karşılıklı harika bir buluşma oldu! Herkes büyük bir hevesle ve istekle işi sahiplendi. Bence o yüzden de iyi bir sonuç aldık. Onlarla böyle bir işbirliğine girdiğimiz için çok mutluyum. Umarım daha nice projeler üretiriz!
Roman uyarlamaları özellikle ilgilendiğim bir konu. Harika uyarlamalar izliyoruz günümüzde ve zor bir iş aslında. Aslında Özgürsün sözkonusu olduğunda da farklı zorlukları vardır diye düşünüyorum. Çünkü dediğin gibi diyaloglarla akan, bazı şeylerin üstünün çok kapalı olduğu, yeterli bilgilerin verilmediği bir roman. Bunları açmak da gerekmiştir diye düşünüyorum. Bu uyarlamayı yaparken nelere dikkat ettin? Nasıl bir strateji belirledin?
Bir romanı ele aldığın zaman orada sadece bir yazar ve aslında onun kelimeleri var. Ama uyarlama farklı fikirlerin de işin içine girdiği bir alan. Ben öncelikle yazarı iyi tanımak isterim. Yazar kim? Eserleri ne, hayattaki duruşu ne? Çünkü yazarın kimliğinden aslında onun yarattığı evrene dair sağlam bir fikrin oluyor. Tabii yazar farklı evrenler de yaratmış olabilir; her kitap birbirini takip edecek diye bir şey yok. Aslında Özgürsün’deki karakterler nerede yaşıyor, sosyoekonomik durumları nasıl? Bunlar da önemliydi. Kısacası yazarın evrenine sadık kalmaya çalışıyorum ama dediğin gibi, ister istemez bu evren genişleyebiliyor. Sette bile oyuncularla sahne provası geçerken birden bir fikir gelebiliyor. Ama yazarın hayat duruşunu ve o romanda, o eserde yarattığı evreni anladığım zaman ne eklersem ekleyeyim kitaba ve yazara ihanet etmiyorum. Tabii ki sen yazar ve yönetmen olarak oraya yeni bir bakış açısı ve bir vizyon getirmelisin ama eserdir star olan ve sen esere hizmet etmek zorundasın. Uyarlama sözkonusu olduğunda önceliğim eser ve yazar, benim ekleyeceğim her şey sonrasında geliyor galiba.
Romana zaten epey sadık bir uyarlama izliyoruz. Evet, eklemelerin var tabii, cinayet meselesi yoktu romanda değil mi?
Yoktu, onu ben ekledim. Canan karakterini trans birey olarak yeniden yarattık. Berna da daha farklı, normalde PR’cıydı. Biz onu biraz daha Duygu Asena ekolünden gelen bir yazar haline getirdik. Cinayet meselesi de şöyle, kadın cinayetleri günümüzün kanayan yarası. Maalesef hâlâ elini kolunu sallayarak istediğini yapan erkekler var ve cezalar çok hafif, caydırıcı değil. Bunun unutturulmaması gerekiyor. Hem Duygu Asena işine yakışır bir eklemeydi bu hem de bunu Berna üzerinden anlatmak bana doğru geldi. Tabii sadece bu değil, biz dizide çok fazla meseleye parmak basıyoruz. Aslında hiç dokunulmamış, konuşulmamış yerlere de giriyor hikâyemiz…
Bence epey iyi bir ekleme. Hem gizem katması açısından hem de dediğin gibi içinde bulunduğumuz gerçekliğin bir parçası. Peki, romanı daha önce tiyatroya uyarlamak diziye uyarlamayı daha kolay kıldı mı senin için?
Biraz daha kolay kıldı diyebilirim ama oyun metnini sana göndersem, okusan ne alakası var bu ikisinin dersin. Çok farklılar. Oyun da yine episodik ilerliyordu aslında ama dizide sanırım daha gerçek, daha ayakları yere basan, aslında tam istediğim gibi bir hikâye çıktı. Bambaşka bir bakış açısı getirdi dizi. Oyun metni daha komikti ama dizi daha gerçek oldu. İşimi kolaylaştıran ise şu oldu; artık karakterleri çok iyi tanıyordum. Kitabı o kadar çok okudum ki! Hayatımda en çok okuduğum kitap diyebilirim. Çok fazla analiz ettim romanı. Bana desen ki beş sezon yaz, gözüm kapalı yazabilirim! (Gülüyor)
İkinci sezonu ne zaman izleriz peki?
2023’te ama tarih henüz net değil.
Peki, başka bir Duygu Asena uyarlaması var mı gündeminde?
Hayır, şimdilik sadece Aslında Özgürsün’ün devam sezonunu yapmayı planlıyorum.
O halde sana biraz daha mesleki bir soru sormak istiyorum. Tiyatro, sinema, dijital platform, bu mecraların her birinde yazar ve yönetmen olarak tecrübeler edindin. Film, dizi ve oyun üzerinde çalıştın. Her biri farklı mecralar, her birinin farklı dinamikleri var. Biraz tecrübelerinden bahseder misin bize?
Hepsi bambaşka mecralar ama bir o kadar da benzerler. Kendime yazar olarak çocukluğumdan beri Yılmaz Erdoğan’ı örnek almışımdır. Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü? döneminden beri hayranlıkla takip ettiğim bir yazar ve yönetmen. Onun kariyerine baktığın zaman da bütün bu bahsettiğin farklı alanlarda nasıl iyi bir hikâye anlatıcısı olarak var olabildiğini görebiliyorsun. Amacın hikâye anlatmak olduğu zaman, sahnede olmakla sette olmak arasında dağlar kadar fark yok, en azından benim için. Ama kendi adıma şunu söyleyebilirim, ben filmciliği hiçbir şeye değişmem. Öncelikle bir filmci olarak görüyorum kendimi. Çünkü Kadıköy Sinema’sında Çilingir Sofrası’nın başladığı anı hatırlıyorum da, of! Onun bende yarattığı hissi hiçbir şeye değişmem. Diziyi de filmle bir tutuyorum bu bağlamda. Tiyatroyu da seviyorum, belki devam etmek isterim… Nihayetinde nasıl bir dünya yaratmak istediğinle, nasıl bir hikâye anlatmak istediğinle alakalı hepsi. Bir hikâye vardır filme yatkındır, bir fikir bulursun oyun için şahane olur.
Peki, şu anda gündeminde Yiğit Karaahmet romanının uyarlaması var, Deniz Ne kadar Güzel. Bu süreç nasıl gelişti, nasıl karar verdin bu romana?
Arkadaşım Oray Eğin bana Yiğit’in kitabının çıktığını ve hemen okuyup film yapmam gerektiğini söyledi. Bana kitabı aldırttı ve ben okuyana kadar beni kontrol etti. Ama ne kadar haklıymış! Deniz Ne Kadar Güzel’in kapağını açıyorsun ve o kadar iyi yazılmış bir roman ki hayranlıkla okuyorsun. İnanılmaz zekice yaratılmış karakterler var, asla elinden bırakamıyorsun! Yiğit gerçekten büyük ustalıkla çok şahane bir evren yaratmış. Okurken o karakterlerle birlikte adada olduğunu hissediyorsun. O kadar kuvvetli bir duygusu var ki kitabın… Zaten film gibi yazmış. Kafanda kareler canlanıyor. Romanı okurken kendi filmimi izledim. Böyle bir eserle karşılaştığımda evet, ben bunu uyarlayabilirim hissi geliyor. Sonra Seda okudu ve kitabı çok sevdi, hemen yapalım dedi. Yiğit’le bir araya geldik ve romanın film adaptasyonuyla ilgili aynı bakış açısına sahip olduğumuzdan emin olunca Witchcraft Films olarak romanın haklarını aldık. Senaryoyu yeni yazmaya başladım. Daha yolun çok başındayız. Ama herkeste bir kutlama havası var. Herkes çok merak ediyor. Hatta herkes bana Fehmi ile Şener’i kim oynayacak diye soruyor. (Gülüyor) Çilingir gösterimlerinin klasik son sorusu haline geldi; insanlar merakla bizim bu kitabı nasıl hayata geçireceğimizi bekliyor. Çok güzel bir şey bu, çok heyecan verici. Bence çok önemli bir roman bu. Kitabı okumayan kaldıysa hemen alsın. Şimdi tam zamanı. Çünkü biz zaten film yaparak Yiğit ve okur arasına girmiş olacağız… Bakalım gerçekten de kim Fehmi ve Şener olacak?
Sanırım benim de en merak ettiğim şeylerden biri bu. Var mı aklında isimler?
Elbette var ama henüz çok erken. Daha yeni projelendiriyoruz. Senaryo son haline gelmeden bir şey söylemek doğru olmaz.
Sinemada gösterime girecek mi ya da bir dijital platforma mı girecek?
Artık öyle bir devirdeyiz ki, bir sürü farklı yol ve formül var. Mesela dünyadaki Netflix’e baktığınız zaman, filmlerin önce festivalde açıldığını görüyorsunuz, sonra Netflix’e alınıyor. Açıkçası dijital platform filmlerini çok önemsiyorum ve orada olmayı isterim. Ama tabii öncelikli hayalimiz filmi dünya festivallerinde açmak. Bu projenin bunu hak ettiğini düşünüyorum. Daha filmi çekmeden büyük cümleler kuruyorum ya! (Gülüyor)
Olsun, öyle enerji gönder.
Doğru, öyle enerji göndermek lazım. Yani ben inanıyorum, sadece bireysel olarak da değil, Witchcraft Films olarak bir şeye inandığımızda onun fanatiği oluyoruz. Duygu Asena da da öyle oldu; Yiğit’in kitabı için de geçerli. Kalpten inanıyoruz Deniz Ne Kadar Güzel’e.
Merakla bekliyorum gerçekten. Senin bu sıralar izlediğin, beğendiğin dizi ya da filmler var mı?
Bu sıralar biraz Disney+ dizilerine düştüm. Atlanta’yı bırakmıştım, ona kaldığım yerden devam ediyorum. Pam & Tommy de çok iyiydi. Bir de My Brilliant Friend’in son sezonunu izledim; yine olağanüstüydü.
Bu röportaj, Episode’un 44. sayısında yayımlanmıştır.