Röportaj: ‘Ömer’ Dizisinin Hakan’ı Emre Taşkıran
Emre Taşkıran’ı Gülizar’la tanıdım ve o günden beri takip ediyorum. Geçtiğimiz sezonun en çok konuşulan işlerinden Ömer dizisinde Hakan karakterini canlandırıyor. Tatil dönüşü, yeni sezon çekimlerinin hemen öncesinde oyunculuk serüvenini konuştuk.
Ankara’da büyüdünüz ve orada tiyatro eğitimi aldınız. Nasıl geçti eğitim hayatınız, oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz?
Kötü bir eğitim hayatım oldu aslında, üç yıllık liseyi beş yılda bitirdim. Üniversite sınavına üç kere girdim. Liseden mezun olduğum yıl 150 gün devamsızlığım vardı, okula neredeyse hiç gitmemiştim. Eğitim hayatı denemezdi benimkine o yıllarda. Sonra iki yıl dersaneye gittim ve iki yılın sonunda kuş kadar bir puan alıp 18. tercihim olan Trabzon’da turizm otelciliği kazandım. İkinci öğretim ve iki yıllık. Puanım zar zor oraya yetiyor. Trabzon’u duyunca annem ağlıyor, babam izin vermiyor… Ben kalktım gittim Trabzon’a.
Trabzon’a gidince işler değişti biraz benim için. Bir hafta aç kaldım. Cepte para yok, bursum var o kadar. Doyurmaz beni bu para, çalışmam lazım. O zamana kadar da hiç çalışmamışım.
2009 yılbaşında, bir otelden okula geldiler. Yılbaşı gecesi için ekstra eleman gerekiyor. Çok para da vermiyorlar, sonra baktım para yok, yılbaşı gecesi evde oturacağıma gidelim diye düşündüm. 14 saat çalıştım, 2800 adet çatal bıçak sildim o gece. Hiç unutmuyorum, tek tek saydım. O gece ilk paramı kazandım, 80 Lira. O parayı öyle rahat da harcayamadım. Böyle çalışmaya devam ettim. Para da tatlı geldi açıkçası. Bir yandan okul, diğer yandan otel. Sürekli çalışıyorum. Bir şeyler yerine oturmaya, değişmeye başlayınca bir taraftan da sorgulamaya başladım; hayat hep böyle mi geçecek diye. Bir şekilde bu sürecin içinde rahat hissetmiyordum ve bir boşluğa düştüm.
Bu dönemde ne yapabilirim, hayatıma nasıl yöne verebilirim diye bakınmaya başladım. Kişisel gelişim kitapları, ne bulursam okudum. “Hayal Et Olsun”, “Düşün Gerçekleşsin” tadında ne varsa okudum, hoşuma da gitti. Çaba yok, düşünüyorsun oluyor. Ama ne olacağımı, ne istediğimi bilmiyorum henüz. Sadece çalışıyorum ve okula gidiyorum.
Ortaokul arkadaşım vardı, Ahmet. Onun da hayali oyuncu olmak, sürekli bundan bahsediyor. Oyuncular, filmler, yönetmenler. Ben çok oralı değildim. Okuduğum kitaplardan sonra ben neyim, kimim, amacım ne sorusunun peşine düştüm. Sonra anlatmaktan keyif aldığımı keşfettim. Ben iyi bir anlatıcı, iyi bir dinleyiciydim. Ama ne ile anlatacağımı bilemedim. Bir sanat dalı olduğu kesindi. Fakat yazarak mı, resim yaparak mı, enstrüman çalıp şarkı söyleyerek mi, dans ederek mi? Bunları sorgularken bir anda bütün bunları içeren bir meslek arayışına girince işte orada çıktı oyuncu olmak. Aslında bu zamana kadar Ahmet’ten duyduğum meslek bana çok da yabancı gelmemişti.
Bir amatör tiyatro grubu buldum Trabzon’da, katıldım, oyun hazırlıyoruz. Sürekli prova var, benim de tek cümlelik rolüm var. Sonra bir şekilde annem, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nden Selim adında bir oyuncuyla tanışıyor. Annem, “Benim oğlum da oyuncu olmak istiyor,” diye anlatınca Selim de, “Arasın beni ben yardımcı olurum,” diyor. Selim sayesinde oyun okumaya, tirat ne demek öğrenmeye başladım. Söylediği ne kadar kitap varsa hepsini okudum. Bir yandan provalar ve okul da devam ediyor. Bana daha iyi bir rol gelsin diye de enerji yolluyorum. Aradan biraz zaman geçti, oyunda büyük bir avukat rolü var ve o rol bana geldi. Uçuyorum mutluluktan, evde bornozu cüppe yapıp avukat rolü çalışıyorum. Sürekli provalardayım, bir şekilde o oyunu çıkarttık o amatör grupla.
İlk kez sahnedeydim. Daha önce hiç sahneye çıkmamıştım, ne olacağını bilmiyordum. Ezber mi unuturum, panik mi yaparım, rezil mi olurum? Nasıl bir reaksiyon vereceğim, ne tepki göstereceğim hakkında bir fikrim yoktu. Sahneye çıktım, ışıktan seyirciyi görmüyorsun, o beni rahatlattı. Ve sonra oynamaya başladım. Replikler unutulmadı. Korkmadım. Paniklemedim. Aksine gülüp eğlenmeye başladım. Çok keyifliydi. Sonra oyun bitti, 350 kişi alkışladı. İlk alkışımı o zaman aldım. O kadar mutlu oldum ki anlatamam. “Bu işi kesin yapacağım ben,” dedim.
Sonra, “Seni konservatuar sınavına hazırlayalım,” dediler. Okulun dört yıl olduğunu duyunca, bir de yetenek sınavı var üstüne, “Kesin kazanamam,” dedim. Oradaki arkadaşlar beni ikna etti ama sınava hazırlanmam lazım, birinin beni çalıştırması lazım. Okulda dersler bitince hemen Ankara’ya döndüm. Bana tiyatro kitaplarını okutan Selim’i aradım bana hoca bulması için. Hacettepe’den yeni mezun Batuhan (Yalçın) abiye yönlendirdi. Arıyorum, açmıyor bir türlü, zaman da geçiyor, gerildikçe geriliyorum. Sınavlara birkaç ay var. Bir yandan da turizmden mezun olmam için staj yapmam lazım. En sonunda Ankara’da Batuhan abinin yerini buldum, sabahın köründe gittim. Batuhan abiyi bulunca yakasına yapıştım, içimi döktüm, açılmayan telefonların hesabını sordum. “Bitti mi?” dedi, “Bitti,” dedim. “Tamam, içeri geç, dersi gör,” dedi. Öyle başladık çalışmaya, bir yandan stajım başladı bir otelde. Derslere gidiyorum, staj yapıyorum, tüm boşluklarda da oyun okuyorum, çalışıyorum. 120 tane oyun verdi bana okumam için, asansörde bile oyun okuyorum. Bir de Shakespeare’den Othello gelmiş, anlamıyorum ne olduğunu, çok ağır bir tirat. Yani inanılmaz saçma bir sürecin içindeyim. 3 hafta olmasına rağmen Batuhan abiden bir şey duyamıyordum, iyi veya kötü olduğumu da söylemiyordu.
Bilkent ilk sınav, çıktım sahneye. Üç cümle söyledim, çıkarttılar beni sınavdan. Beni kovdular sandım. İki gün sonra sınav sonucu açıklanınca birinci aşamayı geçtiğimi öğrendim. İkinci aşamayı da geçtim. Son aşamada ne kadar bursu karşılayabileceğimi sordular. “Hiç karşılayamam,” dedim. Daha sonra sınav sonuçları açıklanınca kazanamadığımı öğrendim.
Önümüzde Hacettepe, Ankara ve Eskişehir vardı. Hacettepe’deki sınavda hocayla tartıştım. Direkt ilk aşamayı kaybettim. Sonra Ankara Üniversitesi’nin sınavına girdim. Sahneden içeri girdiğimde, “Burayı kazanacağım galiba,” dedim. O sırada Eskişehir’in son aşamasına kaldığımı öğrendim. Othello’yu oynayacağım. Bir gülme geldi. Bir süre sonra gülmekten yoruldum, kendimi sahneye attım. Hocadan özür diledim, o sırada ben hâlâ gülüyorum. Hoca beni kovdu. Sınavı kaybetmişim.
Ankara’ya döndüm ve Ankara Üniversitesi sınavına girdim. “Ben burayı kazanacağım,” dedim ve aslında o anda kazanmıştım orayı ama sonucu öğrenene kadar da kâbus gibiydi. Sonuçlar açıklandı ama gidip bakamadım. Biri bakar, söyler diye bekliyorum. Baktım kimse gelmiyor, çöktüm olduğum yere. O sırada bir arkadaşım koşarak yanıma gelip, “Oldu!” dedi. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Batuhan abi, “Senden tek bir şey istiyorum, meslek hayatın boyunca nereye geldiğinle hiç ilgilenmeyeceğim, belki de hiç görüşmeyeceğiz ama çok iyi bir noktaya geldiğinde de çok kötü günler yaşadığında da şu ağladığın anı unutma,” dedi.
Bizim fakültenin tepesinde “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” yazar. İstanbul’a geldiğim süreç boyunca çok kötü günler geçirdim. Hep o an aklıma geldi ve normale döndüm.
Tüm bu hikâyede, “Tamam, ben oyuncuyum. Bu benim mesleğim,” dediğiniz, ikna olduğunuz an ne zaman? Yoksa hâlâ böyle bir şey hissetmediniz mi?
Çok enteresan bir döneme girdim İstanbul’da. Haldun Dormen, Defne Yalnız, Kerem Atabeyoğlu, Almıla Uluer, Dormen Tiyatrosu, 60’ların Türk tiyatrosunu değiştiren anlayış… O kadar bambaşka bir dünyanın içine girdim ve öyle şeyler öğrendim ki o süreçte. Parayla asla satın alamayacağım şeyler öğrendim. Öyle şeyler anlatıldı, öyle çok anı aktarıldı, geçmiş o kadar çok yâd edildi ki. Resmen bir zaman makinesine bindim ve bir an Kenter Tiyatrosu’nda, Kenterlerle oynadım, bir an Dormen Tiyatrosu’nda oyun oynadım. O tiyatrolarda o binalarda hangi basamakta, hangi koltukta ne olduğunu öğrendim. Gerçekten zamanda yolculuk gibiydi.
Mesela Haldun Dormen şöyle söylemişti, çok şaşırmıştım: “İlk 30 oyun prova, şekerim, oyun sonra çıkar.” Ne? 30 oyun mu? Oyunculuğa bakış açıları da bu şekilde, bu yüzden efsane isimler. Meslekte bence, “Ben oldum,” dediğin yerde bitiyorsun yani ölüyorsun. “Ben bugün su içtim, artık benim bir ay su içmeye ihtiyacım yok,” diye bir şey yok. Bence bu meslek için de geçerli. Her gün öğrenmemiz, almamız, beslememiz gereken bir şeyin içindeyiz. Ben kendime “Oldum,” diyemeyeceğim hem de bu kadar acımasızken kendime karşı, kolay kolay beğenmem kendimi.
Dışarıdan bakıldığında harika bir meslek gibi görünüyor oyunculuk ama güvencesiz de bir meslek aslında. Oyuncuların çok azı gerçekten iyi gelir elde edebiliyor, sosyal güvencesi yok. Mesleği bu güvencesizlik hali nasıl etkiliyor? Bir yandan da çok ağır bir reyting sistemi var. Nasıl hissettiriyor bu çalışma koşulları, ileriye bakabiliyor musunuz?
İstanbul’a geldiğimde bir şeylerin zor olacağını bilerek geldim ama bu kadar zor olacağını hiç düşünmedim. Bir şekilde şansım yaver gider diye düşünmüştüm. Ama iki sene iş bulamadım İstanbul’da. En basitinden herkesin ödemesi gereken faturalar var.
Batuhan abi en başta, “Bu işi yapmak istediğine emin misin? Çok zor, hobi olarak yaparsan daha mutlu olursun,” demişti. Ama ben zor olduğunu biliyordum. Belki aç kalacağım, belki iş bulamayacağım ama bu işi yapmak istediğimi biliyordum.
O zorluklarla geçen dönem, vazgeçmeyi düşünmediniz mi? Nasıl devam edebildiniz?
Aslında o dönemde en büyük destek kız arkadaşımdı. Bugün olduğum kişide onun büyük emeği, katkısı var. Süreçte inanılmaz destek oldu, hep yanımdaydı. Hangi kararı alırsam alayım hep destekledi. O olmasaydı çoktan pes ederdim. Ailem, arkadaşlarım, birlikte çalıştığım insanlar, hepsi destekledi ama Sude olmasaydı muhtemelen şu an olduğum kişi olmam imkânsızdı. İstanbul’un bana en büyük hediyesi Sude diyebilirim. Gerçekten ona çok teşekkür ederim her şey için.
Bugün bu mesleği yapmak isteyen bir gence siz de böyle bir tavsiye mi verirsiniz yoksa daha farklı mı?
Bu meslek bence bir insanın yapabileceği en harikulade mesleklerden biri. Oynamak, oyunda kalmak, oyunculuğun peşinde olmak, kaç yaşında olursak olalım hep oynama isteğiyle dolu kalmak bence muazzam bir şey. Bence biz oyuncular bu yüzden hiç yaşlanmıyoruz. Hep çocuk kalıyoruz. Çok zor bir meslek, evet. Çok emek, çok çaba, çok fedakârlık isteyen bir meslek. Ama çok çok eğlenceli bir meslek. Bu yüzden bütün bu iyi kötü yanlarını bilerek karar vermelerini tavsiye ederim. Çok çalışmalarını, çok inanmalarını, ne olursa olsun çalışmaktan, azimli, kararlı olmaktan vazgeçmemelerini öneririm. İnançlarını ve çabalarını asla kırmasınlar. En azından ben öyle yaptım.
Biraz Ömer’den bahsedelim. Hakan zor bir karakter, sevebiliyor musunuz bu karakteri? Şu an ülkeye baktığımızda nefret ettiğimiz birçok şey Hakan’da var. Hakan’ı nasıl ortaya çıkarıyorsunuz? Karşınızda Merve Dizdar gibi de bir oyuncu var. Çok sert sahneleriniz var birlikte, izlerken de zorluyor Hakan.
Hakan, galiba en çok yıprandığım karakter. Oyuncu olarak inanmak meselesine de çok katılmıyorum. İnanmak zorunda değiliz, inandırmakla mükellefiz. Ben genelde şöyle yaklaşıyorum; hak vermek. Karaktere bir yerde hak vermem lazım ki bir şekilde ona dokunabileyim. Hakan’a hak veremedim. Fatma’nın geçmişte yaşadıkları anlaşılabilir ama Hakan’da öyle bir şey yok. Ne yönden bakarsam bakayım olmuyor. En son bir yer yakaladım. Kız arkadaşım köpek sahiplenmek istiyordu, köpek sahiplendik. Sabah akşam onunla ilgileniyorum. Bir an daraldım, sıkıştım. Şu an her şeyi bırakıp gidebilirim dediğim bir yer vardı. Orada aklıma Hakan geldi. Hakan geçmişte futbol oynadığı için zamanında para kazanmış bir adam. Sakatlandıktan sonra tamamen çöküş sürecine giriyor. Adam her şeyi bırakıp gitti. O kadar baskının ve çıkmazın içinde gün sonunda tek gördüğün ışık, kaçıp gitmek oluyor. Bu adam kaçıp gitmiş. Muhtemelen parasızlık, aile baskısı, beş çocuk gibi nedenlerden kaçtı ama hâlâ Hakan’a hak vermiyorum.
Daha sonra Hakan’da umursamaz bir yer yakaladım. Dövsen de sövsen de Hakan’a gelmiyor. Öyle bir yer buldum, içime de sindi. Merve’yle bazı yerlerde sert ve duygusal sahneler olduğu için içten içe üzülüyorum ve Hakan’ın gözüne bir şekilde yansıyor, o yeterli oluyor. Ama ilk sahneyi çekerken Hakan’a hak veremediğim için çok üzülüyordum. Cem (Karcı) Hoca da, “Bu bizim işimize yaramaz,” diyordu. Ben de, “Bulacağım ama şu an bulamıyorum,” dedim çünkü çok hızlı gelişen bir süreç oldu Hakan benim için. Yakaladığım yerden şu an için memnunum.
Menajerim ilk bu işten bahsettiğinde bir düşündüm. Sonra, “Partnerini Merve Dizdar oynayacak, “dedi. Hemen, “Tamam!” dedim. Merve’nin adını duyar duymaz tamamdı benim için. Sette tanıştığımızda yıllardır birbirimizi tanıyormuş gibi güzel, samimi bir frekans yakaladık. Cannes’a gideceği sırada adayları konuşurken hep, “Belli olmaz, hiç belli olmaz, hadi al da gel,” dedik. Ödülü aldı geldi. Ne kadar sevindiğimi, ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Muazzam bir şey başardı. Ne kadar tebrik etsek az. Gururdan öldük. Disiplini, anlayışı, karakteri, kendine, insanlara, işe olan saygısı. Benim şu zamana kadar oynadığım en iyi partner Merve. “Bundan sonra kiminle oynarım?” da bir soru işareti oldu benim için artık.
Ömer ağır bir hikâye aslında, ülke olarak da bir ağırlığın içindeyiz. Dizinin bir noktada seküler-muhafazakâr bölünmesi üzerinden ilerleyeceğini düşünürken çok da öyle olmadı. Geçtiğimiz sezonda bu konuyu işleyen başka diziler de vardı. Bu diziler birbirimize karşı önyargılarımız, haksızlıklar noktasında farkındalığımızı arttıracak mı sizce?
Sevgi aslında hepimizde bağımsız bir yerde. Dini, dili yok. Bir anda ortaya çıkıyor. Ömer’i ilk okuduğumda “Çok güzel sevgi anlatıyorlar,” dedim. Aslında bizi öyle bir noktada buluşturuyor ki… Sevgi noktasında iyi örnekler verdiğimiz sürece işlerin de iyi gideceğini düşünüyorum. Zaten sert olan bir zeminde sert bir yerden bakmak yerine, “Seviyorlar birbirlerini ama engeller de var, olsun ne olacak,” gibi düşündüğümüzde orası yumuşuyor gibi hissediyorum.
Ömer, İsrail yapımı Shtisel uyarlaması. İki dizinin tonları çok farklı esasında. Ortodoks Yahudi bir hikâyenin Müslüman bir hikâyeye uyarlanması da iyi yapılmış. Peki, bu kadar ağır bir şey çekerken kameralar kapandığında o duygulardan çıkmak zor oluyor mu?
Andan kolay çıkıyoruz. Bütün ekip için, şu zamana kadar çalıştığım en iyi set, diyebilirim. Bu açıdan çok şanslıyım. Bir bölümde bütün sahnelerde Hakan biriyle kavga ediyor, sürekli sert sahneler çekiyorduk. Bir hafta boyunca bağırdığım bir bölüm oldu ve son sahneyi çekeceğimiz akşam sesim gitti. Onu çekerken bir iki kere bağırdım, sonra da üç gün repom olduğu bir döneme denk geldi. Üç gün hiç konuşmadım. Bu tarz fiziksel etkileri oluyor daha çok benim için. Ama yoğun sahnelerden çıktıktan sonra üç dört dakika durma hali oluyor çünkü nabız çok yükseliyor.
Daha önce Gülizar ve Yeşilçam işlerinde Çağan Irmak gibi bir usta isimle çalıştınız, nasıl bir deneyimdi? Nasıl kesişti yollarınız?
Çağan Irmak’la çalışacağıma çok emindim, çok audition verdim, hiçbiri olmadı. En son Nadide Hayat filmine audition verdim, iki hafta geçti, ses yok. Bu sırada Çağan Hoca’nın sosyal medyada paylaştığı bir şey gördüm, hemen altına audition verdiğimi ama olmadığını, umarım bir gün çalışacağımızı umduğuma dair bir mesaj yazdım. Bana hemen cevap verdi: “Ben seni izlemedim, umarım bir gün çalışırız.” Aradan birkaç gün geçti, menajerim aradı, küçük bir rol için beni düşündüklerini söyledi. Hiçbir şey düşünmedim, “Ben Çağan Irmak’la tanışmak istiyorum,” dedim, kabul ettim. O akşam beni Çağan Hoca aradı ve İstanbul’a çağırdı. “Bu bizim tanışma işimiz olsun,” dedi.
Görüşmeye Tims Yapım’a gittim, içeri girdim, içeride Demet Akbağ, Yetkin (Dikinciler) abi, Şehir Tiyatrosu’ndan Ali (Karagöz) abi, Çağan Irmak, Suzan Kardeş. “Nereye geldik?” dedim. Kostüm provası yapılacak, şakır şakır terliyorum, ellerim titriyor. Çağan’la göz göze geldik ve sarıldık. Yetkin abiyle o zaman tanıştım. Küçücük oldum koltukta.
İki sene sonra, yine zor bir dönemimdeyken Çağan Hoca aradı ve televizyona iş yaptığını söyledi. “Bir rol var, seni çok istiyorum. Başrol değil ama,” dedi. “Öyle bir derdim yok,” dedim ve anlaştık. Ne rolü konuştuk ne işi konuştuk. 2018’de Gülizar’ı yaptık beraber, Teksoy karakterini oynadım. Hayatımda oynadığım en eğlenceli karakterdi.
Çağan Irmak’ın benim hayatımda önemi çok büyük. Sadece bir yönetmen değil; hak yemeyen, hak yedirtmeyen, insanları kırdığında gönül alan biri. En zor zamanlarımda beni arayan, o cendereden beni kurtaran, bana inanan ve rolünü emanet eden, sonsuz saygı ve sevgi duyduğum bir abi benim için. İyi ki var. İyi ki yollarımız kesişti. Umarım kesişmeye devam eder.
Yeşilçam’da canlandırdığınız Ayhan Işık’ı konuşmak istiyorum biraz. Nasıldı hazırlanma süreci, tüm filmlerini izlediniz mi mesela?
Çok iyi filmleri var. Modern dünyada yapabileceğimiz bir şey değil bence o oyunculuk, başka bir teknik, başka bir altyapı. Şundan çok etkilendim: Ayhan Işık, 1960’ta, “Ben şansımı Amerika’da denemek istiyorum,” deyip Hollywood’a gidiyor. 6-8 ay gibi bir süre kalıyor orada ve döndüğünde, “Biz o kadar gerideyiz ki… Ata binenler, ok atanlar aynı zamanda bilmem nerede doktorasını yapan insanlar var. Biz o kadar gerideyiz ki bizim buradan çıkıp orada tutunmamız gerçekten çok zor,” diyor. Sendikalaşma, çalışma saatleri gibi şeyleri de görüyor ve “Ayhan Işık Kanunları” ortaya çıkıyor.
Çok içine girdiğim için yanlış düşündüğüm bir şey oldu; var olan birini oynamak zaten çok zor, ister istemez önyargıyla izliyor herkes, ben de öyleydim. Bir noktada Yetkin abi, “Sen Ayhan Işık değilsin,” diyerek sırtımı sıvazladı. Ondan sonra biraz rahatladım ama süreç çok zordu.
Gülizar’da canlandırdığınız Teksoy karakterinde komedi unsurları barındıran bir taraf da vardı. Komedi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Durum komedisinin içinde kalmak keyifli ama komedi kısmı ayrı ve zor geliyor bana. Küllerin Arasından’dan sonra Haldun (Dormen) abi metni açıp şakaların nasıl yapılması gerektiğini tek tek anlattı mesela. O kadar iyi tartmışlar, o kadar iyi biliyorlar ki seyircinin neye reaksiyon vereceğini.
Canlandırmak istediğiniz tarihi bir karakter ya da okuduğunuz bir romandan bir karakter var mı? Ayhan Işık’tan sonra aklınızda böyle bir isim var mı?
Sefiller’in son cümlesini okuduktan saniyeler sonra ağlamaya başladım. Çok ağladım. Ne kadar üzüldüğümü, ne kadar canımın yandığını hatırlıyorum. Kitabı tekrar okumak istiyorum ama o kadar üzülmeye cesaretim yok sanırım.
Jean Valjean, benim için çok önemli bir isim oldu Sefiller’i okuduktan sonra. Sonrasında Hugh Jackman oynadı. Çok severim ama çok da kıskandım. Bir gün Jean Valjean’ı oynamayı gerçekten çok isterim. Umarım öyle bir gün gelir. Bunun için neler mümkün merak ediyorum 🙂
Küllerin Arasından oyununda genç bir oyun yazarını canlandırıyordunuz. Siz de bir şeyler yazıyor musunuz?
60-65 parçadan oluşan bir şiir arşivim var. Birkaç tanesini yayınevlerine gösterdim. Şiir kitabı getiriye sahip olmadığı için yayınevleri çok sıcak bakmıyor. “En azından bir romanınız olsa onu bassak, sonra da bunu bassak daha kolay olmaz mı?” diye düşünüyorlar. Şimdilik o duruyor bu yüzden. Bir yanda da küçük küçük öyküler duruyor. Bir şeyler yazıyorum ama nerede birleşir, nasıl bir şey ortaya çıkar, bilmiyorum.
Sadece yazdıklarınızın basılmasını mı istiyorsunuz yoksa kamera arkasına geçmek, onları çekmek gibi hayalleriniz de var mı? Bir hayal kurduğunuzda gerçekleştiriyorsunuz anladığım kadarıyla.
Evet, yazdığım bir şeyi çekmeyi isterim. Okulda da birkaç öğrenci çalıştırdım, anlatmak da hoşuma gidiyor. Ama oynamak kısmında daha çok olmak isterim. Çünkü benim hayatım hep oyun oynamakla geçti. Ben hep oyun oynadım, babam hep oyun oynadığım için sinirlendi. Günün sonunda öyle bir noktaya geldik ki, “Benim artık mesleğim oyunculuk, hiçbir şey diyemezsin,” dedim. Böyle bir an yaşadık.
Son olarak siz ne izliyorsunuz? Geçtiğimiz sezon hangi oyunları izlediniz?
Üç dört kez Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar’ın oynadığı Profesyonel’i izledim, beşinciyi de izlerim. Ne olur gidin. Seyirci olarak kendimi çok tutamam, güleceksem kahkaha atarım. Uzun zamandır başıma gelmiyordu. Bülent Emin Yarar’ı izlerken, “Ne yapıyorsun?” diye bir cümle ağzımdan çıkıverdi. Geçen sene yoğunluktan izleyemedim, Zerrin Tekindor’un oyununu izleyeceğim bu sene. Dizi olarak son zamanlarda dilimden düşmeyen Peaky Blinders. BluTV’de Nejat İşler’in Saygı’sını izledim ve bayıldım. Behzat Ç.’yi Ankara’da okuduğum dönemlerde çok izlemiyordum ama ilk sezona bayıldım. Breaking Bad hayranıydım.