Son Zamanların En İyisi: La casa de papel I Özlem Özdemir
[highlight]Berlin, Tokyo, Rio, Nairobi, Moskova, Denver, Helsinki, Oslo… Son zamanlarda bu kelimeler size şehirden fazlasını ifade ediyorsa La casa de papel‘i izlediğiniz içindir. Hâlâ izlemediyseniz, takip ettiğiniz tüm dizileri bırakıp ilk boş zamanınızda izleyin, pişman olmayacaksınız…[/highlight]
La casa de papel, suç ve polisiye türlerinde başarılı işler yapan Alex Pina imzalı, İspanyol yapımı bir polisiye, bir soygun hikâyesi. İspanya’da geçen yıl yayınlandığında hem ödülleri toplamış hem de en çok konuşulan dizilerden olmuş.
Netflix, yayın haklarını alıp 15 bölümlük orijinal diziyi, 13 bölüm olarak geçtiğimiz günlerde yayınladı ve dünyada La casa de papel rüzgârı esmeye başladı. Öyle ki dizinin oyuncuları, sosyal medya hesaplarına dünyanın dört bir yanından gelen mesajlara dair mutluluklarını paylaşıyorlar.
“Tarihin en büyük soygunu ama kimsenin parasını çalmayacağız”
Dizinin anlatıcısı Tokyo, polisle girdiği bir çatışmada sevgilisini kaybetmiş bir kadın; yakalanmamak için gizleniyor ve onu bu kaçak hayattan “Koruyucu meleğim,” dediği Profesör kurtarıyor. Kentten uzak ve müstakil bir evin derslik haline getirilmiş bir odasında Profesör’ün karşısında, birbirini tanımayan sekiz kişi oturuyor. Hepsini tek tek bulan Profesör, en temel kuralları anlatıyor: Kişisel bilgilerinizi birbirinizle paylaşmayacaksınız, kişisel ve özel ilişki kurmayacaksınız. Böylece herkes kendine bir şehir ismi seçiyor; seçkin hırsız Berlin, bilgisayar dehası Rio, sahtecilik uzmanı Nairobi, madende çalışırken her türlü aleti kullanmayı öğrenen ve yerin altından giderek pek çok soygun yapan Moskova, bar kavgalarının uzmanı Moskova’nın oğlu Denver ve itaatlarıyla ünlü iki Sırp asker; Helsinki ve Oslo. Onlar artık büyük bir amaç için bir araya gelen ekibin birbirlerini tamamlayan parçaları… 19 yaşından beri kimliğini yenilemeyen, hakkında hiçbir kayıt bulunmayan hayalet Profesör, bu müstakil, güvenilir evde 5 ay boyunca soyguna çalışacaklarını söylüyor. Bir soygun için 5 ay çalışmak… Kulağa abartılı geliyor olabilir fakat hedef, İspanyol Kraliyet Darphanesi ve tarihin en büyük soygunuysa Profesör’ün dediği gibi 5 ay, aslında kısacık bir zaman; anlıyoruz ki o, bu soygun için yıllardır hazırlanıyor.
İlk bölümde ekip, Dali maskeleri ve kırmızı tulumlarıyla darphaneye giriyor ve soygun başlıyor. Her bölümde, hem darphanenin içinde günler boyunca neler olduğunu hem de 5 aylık hazırlık döneminde Profesör’ün her ihtimali düşünerek nasıl bir plan yaptığını öğreniyoruz.
Profesör, ekibe ilk dersi vermeye şöyle devam ediyor: “…Biz, kimsenin parasını çalmıyoruz. Hatta bizi sevecekler. Bu, çok önemli. Halkın bizden yana olması şart. İnsanların gözünde kahraman olacağız ama dikkat edin; çünkü bir damla kan aktığında, yani tek bir kurban olursa, Robin Hood olamayız…”
Soygun da hayat gibi: Her şey, planladığın gibi gitmez!
Dizi boyunca Profesör’ün zekâsına, hep B, hatta C planı olmasına, zor durumlarda sakin kalmaya çalışmasına hayran kalıyoruz ama elbette o da hatalar yapıyor. Kendi koyduğu kuralları, başka cephelerde belki de en çok o ihlal ediyor. Darphanedeki ekiple takip edilemeyen bir telefonla iletişim kurarken, daha önce kurulan kameralarla her yeri anbean izlerken bile içeridekilerin yaşadıklarına hâkim olamıyor.
Darphanedeki ekip, uykusuz ve yoğun stresle geçen günler boyunca hem seri numaraları takip edilemeyecek paraları basıyor hem de rehinelerle ve kapının diğer tarafındaki özel kuvvetlerle uğraşıyor. Tüm bunlar olurken ekip içinde fikir ayrılıkları, kişisel sorunlar, kavgalar, hatta iktidar savaşları ve kayıplar yaşanıyor.
Kapının diğer tarafındaysa Müfettiş Raquel’in (üstte) başında olduğu emniyet güçleri var. Soyguncularla Raquel iletişim kuruyor, soyguncuların bir sonraki adımlarını tahmin etmeye ve rehinelerin tamamını kurtarmaya odaklanırken bürokrasiyle, gizli servisle ve basınla mücadele ediyor.
İyiler, hangi tarafta?
Neden-sonuç ilişkisiyle değerlendirmediğinizde her şeyi sınıflandırmak ve genellemek mümkündür. Çoğu zaman yanlış yapmanıza, yanlış kararlar almanıza yol açar bu. “Hırsızlar kötüdür, onları yakalamaya çalışan polisler iyidir,” gibi. La casa de papel, iyiliği ve kötülüğü somut örnekler üzerinden, üstelik sadece kişiler değil kavramlar üzerinden de tartışıyor. Eşit olmayan bir toplumda, iyi koşullara sahip olamayan insanlar, yaşamlarını diğerleri gibi iyi sürdürme haklarını nasıl savunacaklar? Asıl hırsızlar hangileri? Emeğiyle geçinmeye çalışan insanları soyan devletler, bankalar, insanlar mı yoksa darphaneye girip kendi paralarını basan Dali Maskeliler mi? Günün sonunda soygunu canlı takip eden halk ve soyguncuları yakalamaya çalışan polisler, bu soruyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Kimin iyi, kimin kötü olduğuna karar verip taraflarını seçmek zorundalar artık.
Salt iyi ya da salt kötü olmayan, derinlikli karakterler sunuyor dizi. Planı berbat edip herkesin hayatını riske atabilen Tokyo’nun kendisiyle hesaplaşması, geçmişte yaptığı hataların sırtında nasıl bir yüke dönüştüğü, yaptıklarını anlamamızı sağlıyor. Neredeyse son bölüme kadar bu kadar duygusuz ve bencil olduğuna inanamadığımız Berlin, öyle bir adım atıyor ki pek çok şeyi yanlış anladığımızı idrak ediyoruz. Oğlu için hayatı boyunca iyi bir şeyler yapmaya çalışırken üst üste hatalar yapan Moskova, kendini sevmeyi darphanede öğrenen Denver, hayalperest ve bazen korkak genç Rio, “Kadınların başa geçme zamanı geldi,” diyen Nairobi, az konuşmayı seven ama en kritik anlarda en zor görevleri üstlenen Helsinki ve Oslo, “Bu, aslında benim planım değildi, yıllar önce yapılması gerekeni gerçekleştiriyorum,” diyen Profesör, kadın olmanın türlü zorluklarıyla hem evliliğinde hem iş hayatında çarpışan Raquel… Hepsinin yanlışları, doğruları var ve elbette geçerli ya da geçersiz nedenleri…
Bella Ciao!
Sadece soygun ekibini değil, rehineleri, polisleri canlandıran tüm oyuncular gayet başarılı ama Profesör rolündeki Alvaro Morte, Berlin rolündeki Pedro Alonso, Raquel’i canlandıran Itziar Ituno, Nairobi’yi canlandıran Alba Flores, döktürmüş dersek abartmış olmayız.
https://www.youtube.com/watch?v=GZc78snbvxQ
Bir de not vereyim: II. Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı savaşan İtalyan Partizanları’nın marşı Bella Ciao, diziyle tekrar gündeme geldi. Özellikle Kızıl Ordu Korosu’nun çaldığını andıran bir düzenlemeye yer verdikleri için tebrik ederim yapımcıları. Dizinin en kritik sahneleri, Bella Ciao nedeniyle daha da etkileyici hale gelmiş.
La casa de papel, soluk soluğa izleyeceğiniz, doğru soruları soran, yaşamsal konulara değinen bir yapım. Son yıllarda başarılı örneklerini daha da artıran İspanyol polisiyelerinin en yenilerinden. Türe mesafeli olanları bile ekran başına kilitleyecek kadar iyi…
https://www.youtube.com/watch?v=ZwUor3KTgUc