“Tek Başına Sıfırsın Evrende” | Adı Efsane’nin Dörtlüsü Episode’da

 “Tek Başına Sıfırsın Evrende” | Adı Efsane’nin Dörtlüsü Episode’da

[blockquote size=”fourth” align=”left” byline=”•Röportaj: Özlem Özdemir
•Fotoğraf:Yusuf Ozan Kopçuk”][/blockquote]Adı Efsane’de yediği içtiği ayrı gitmeyen 4 genci canlandıran Baran Bölükbaşı, Cem Yiğit Üzümoğlu, Hakan Ummak ve Kaan Sevi’yle Moda Brunelle’de buluştuk. Gerçekte de yakın dost olduklarına, birlikte çok eğlendiklerine şahit olduk. Spor, tiyatro, edebiyat ve tabii ki dizilere dair epey konuştuk.

Adı Efsane’ye nasıl dahil olduğunuzdan başlayalım…

Baran: Bir gün babam, “Erdal Beşikçioğlu zamanında basketbol oynamış,” dedi, bu sohbetten 20 gün sonra proje geldi, menajerim sayesinde. Şans diyelim, epey ilginç oldu. Metin geldi, birkaç kere seçmelere girdim, yönetmenimiz Devrim Yalçın uygun gördü Fiko karakteri için beni.

Hakan: Yeter dizisinde oynarken bir arkadaşım heyecanla bu projeden bahsetti, ona gelmiş bu iş. Hikâyeyle ilgili bayağı konuştuk, benim hatırım kaldı bu işte. 1-2 hafta sonra bizim işin biteceği haberi geldi. Bir gün sonra da Adı Efsane seçmelerinden haber geldi. “Tamam, çağırmışım demek ki, bana geldi bu iş,” diye düşündüm. Sonra Devrim abiyle tanıştım, daha da heyecanlandım iş için. Bence bu tarz dizileri çeken insanların da dinamikleri çok önemli; oyuncularla iletişimi, geçmişi, bakışı, her konuda beni çok tatmin etti.

Cem: Baran ve Hakan ilginç anılar anlattılar ama bende çok ilginç bir şey yok. İstanbul’a geldim, bir audition verdim rol için. Prodüksiyon, kanal, Devrim Hoca hepsi onayladı. Aslında böyle bir şey beklemiyordum, çünkü hep şunu duyuyorsun: “200. auditiona giriyorum ve hâlâ bir işim yok, bin tane fotoğraf çektiriyorum, hiçbir şey yok.” Verdiğim ilk auditionda, Kanal D’de, böyle güzel isimlerin olduğu bir dizide yer bulunca hayatta ne kadar şanslı olduğunu fark ediyorsun.


Sadece şans ile açıklanamaz herhalde…

Cem: Geçende Hakan’la konuşmuştuk bunu, şans kapını tıklattığında o kapıyı açabilecek güçte misin, yeterlilikte misin ve sana bu kapıyı açtıracak insanlar sana güveniyorlar mı, kapıyı açmana izin veriyorlar mı? O yüzden kendimi çok şanslı hissediyorum, hem böyle bir ekiple çalıştığım hem de böyle bir fırsat bu kadar çabuk geldiği için.

Kaan: Benim için de çok ani oldu aslında. Bodrum’da tatildeydim, döndüğümde menajerim böyle bir iş olduğunu söyledi, benim de ilk auditionımdı. Cem’in dediği gibi, şans kapına geldiğinde hazır durumda olman lazım. Her şey ondan ibaret. Auditiona vermeye gittiğimde oradaki insanların bana yaklaşımı çok hoştu, çok güzel karşılandım, hiç öyle olacağını düşünmüyordum açıkçası, heyecanlıydım da biraz. Sonra kabul edildiğimi öğrendim, sonra Devrim abiyle tanıştık derken bu zamana geldik. Özellikle dördümüz, kesinlikle çok iyi anlaşıyoruz, birbirimize karşı samimiyiz, asla karnımızdan konuşmuyoruz; bu açıdan çok şanslıyım.

Bu da birlikte bir iş yaparken çok önemli…

Kaan: Kesinlikle. Bizim samimiyetimizin ekrandan karşı tarafa geçmesi de çok önemliydi ve bize hep bunu söylüyorlardı.

Birkaç saattir burada fotoğraf çekimindeyiz, fark ediliyor ne kadar iyi anlaştığınız…


Hakan:
Önceliğimiz iş oldu. Çoğu insan projelere şahıs bazlı bakıyor, biz proje bazlı bakıyoruz. Bu projeyi bize getirenlerden de ötürü, biz bir ekip olmalıyız diye baktık bu işe. Bizden çıkmalıyız, bizim şahsi dertlerimiz, egolarımız şu an burayı ilgilendirmiyor. Bir uğur var, o uğurda bir şeyler yapalım diye buluştuk aslında biz. O yüzden birbirimizi bu kadar kısa zamanda sevebildik. Daha birbirimizin evveliyatını bilmezken sahiplenip kollamaya başladık.

Kaan: Senelerdir tanışıyormuşuz gibi.

Hakan: Bu ekiple tartışabiliyorum. Yeri geliyor, espriler havada uçuşuyor. Biliyorum ki hiçbiri bu konuda alınmıyor, alınıyorsa da direkt söylüyor.

Baran: Birbirimizin evinde kalıp sabah sete gidiyoruz.

Diziden önce de hepiniz basketbol oynuyor muydunuz?

Cem: Hakan ve Kaan çok iyi oynuyorlar, Baran’ın da benim de basketbol geçmişimiz yoktu. Ama hazırlık aşamasında hem oyunculuk dersleri aldık hep beraber, hem basketbol antremanları yaptık. Bir de dostluk oluşmaya başladığından birlikte vakit geçirmeye başladık. Karakterleri birlikte tartışmaya başladık.

Onun da çok ciddi katkısı oluyordur…

Cem: Kesinlikle. Mesela Baran’ın sahnesinden önce, üçümüz Baran’a yardım ediyoruz. Üçümüzün sahnesi, Baran yok, Baran geliyor bizimle sahneye bakıyor, inceliyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz. Gördüğüm kadarıyla oyuncuların genelde tercih etmediği bir şey, yardım almak. “Zaten oyuncuyum, bunu yapabiliyorum,” diye düşünmek yanlış bence. Kaçırdığımız noktalar oluyor. Meslektaşız, günlük hayatımızda dostuz ama işe döndüğümüz zaman da iş arkadaşları olarak birbirimizi kolluyoruz, birbirimizi çekip çeviriyoruz. Biri düştü mü diğeri kaldırıyor.

Hakan: İnsana dair bir şey yapıyoruz sonuçta. Bir şeyi biliyor da olsan, onun lügatını, külliyatını ezberlemiş de olsan bazen algıyı çok kapatıyorsun, fark edemiyorsun. Yanındaki üç kişinin farklı bakış açıları, senin işine çok yarıyor. Belki dördümüz de senelerdir tiyatro yapan insanlar olsak bu kadar alışveriş olmazdı. Salt enerji çok işe yarıyor bizde.

Kolektif bir iş yaparken duvar örmemek ve açık iletişim kurmak önemli ama böyle yürümüyor sanki genelde…

Cem: İş, beraber yapılabilecek bir şey, tek kişilik performansın arkasında bile onlarca insan var. Bir emekçi olarak yaptığımız şey bir esere hizmet etmek. Yazılan, ışığının, rejisinin yapıldığı, sosyal medyasından kurumsalına kadar birçok şeyin yapıldığı kolektif bir iş bu sonuçta. Bazen insanlar bunu unutuyor, unuttuğu zaman “ben” devreye giriyor, o zaman da samimiyetten ve gerçeklikten uzaklaşmaya başlıyor.

Sektörün de oyuncuları oraya ittiğini düşünüyor musunuz, yani “ben” duygusunu çok artırdığını…

Hakan: Evet ama oyuncu da şuradan görmeli: Onun tek ve ağırlıklı olduğu senaryoda bile onun tek olduğunu gösterecek insanlar olması lazım. Onu öncü yapanın aslında arkadaki insanlar olduğunu unutmaması lazım. Sen oysan etrafındakilerin sayesinde osun yoksa tek başına sıfırsın evrende, bunu unutmamak lazım.

Baran: Herkes birbirini var ediyor aslında.

Hakan: Gerçekten ışıkçın bile seni öyle var ediyor ki…

Siz aynı kuşağın insanları olarak çok iyi bir kolektif akılla hareket ediyorsunuz. Peki, setin geneli nasıl? Diğer oyuncularla alışveriş, daha deneyimli oyuncularla ilişkiler?

Hakan: Bence bizim bu enerjimiz de onlara yansıyor. Onların ciddi bir geçmişi var, ona rağmen bizden enerji alıyorlar gibi geliyor bana. Çünkü 4 tane, 6 tane, sahnesine göre değişiyor çipil çipil göz birbirine bakıyor. Onlar da bence bu pasları alıyorlardır.

 

Kaan: İlk projemde Erdal Beşikçioğlu gibi bir isimle çalışmak tabii ki muazzam. Bize her zaman destek oluyor, hocamız, abimiz. Gökçe Bahadır ve Rojda Demirer ise Erdal Beşikçioğlu’nun yanında balla kaymak gibi. Zaman geliyor ablalık, zaman geliyor arkadaşlık yapıyorlar bize. Kısacası ortada büyük bir aile var.

Baran: Erdal Beşikçioğlu, Gökçe Bahadır… Bu isimlerle ilk projede karşılaştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Ben Gökçe Bahadır’la, Erdal Beşikçioğlu’yla gidip kahve içemem ama Kaan’ın evinde kalabilirim, Cem’in annesinin yemeklerini yiyebilirim, anahtarımı unuttuğumda çilingiri aramak yerine Hakan abiyi arayıp onun evinde günlerce kalabilirim.

 

Adı Efsane’de zorluklar içinde yaşayan gençler için basketbolun bir umut olabildiğini, onlara inanma ve birlikte başarma duygusunu yaşattığını görüyoruz. Sizce içinden geçtiğimiz dönem gençlere gelecekle ilgili umut verebiliyor mu?

Cem: Adı Efsane’de basketbolla ya da sporla bir kapı aralamaya çalışıyoruz. Çünkü zor bir hayattan kurtulmanın yollarından biri spor. Birçok insan sporla hayatını bambaşka yerlere getirebilmiş ve kendilerini ispat edebilmiş. Bizi izleyen gençlerden biri, “Ben de şu sporu yapmak istiyorum, kendimi bu konuda kabiliyetli görüyorum,” diyebilir ama burada destek olacak asıl kurumlar federasyonlar, kulüpler, sponsorlar, bağışçılar daha önemli. Onlar destek olduğunda bu insanlar tekrar hayata tutunabilir. Ben de profesyonel yüzücülük yaptım 12 yıl Fenerbahçe’de, sonra bıraktım. Şu anda yüzücülük yapan arkadaşlarımın çoğu ya üniversiteden mezun olamadı ya da 23 yaşında antrenörlük yapıyor. Michael Phelps hâlâ olimpiyatlarda yüzüyorken 23 yaşında birinin Türkiye’de antrenörlük yapması bence büyük bir cevher kaybı. Burada o insanlara destek olunmadığı sürece o çocuk ekmek parasını kazanamıyor. Mesela futbola milyonlarca lira yatırılabiliyor ama yüzmeye, küreğe, hentbola, biniciliğe yatırım yapılmıyor. Binicilik, cirit atma ata sporumuz olmasına rağmen arka planda kalan ve desteklenmeyen sporlar haline geliyor.

Kaan: Ben uzun yıllar lisanslı basketbol oynadım, Bornova Belediye’de, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde. Bir gün Ömer Onan’la röportaj yapma fırsatım olmuştu. “Maalesef bu ülkede spor ve eğitim beraber yürümüyor. Benim şansım yaver gitti, Fenerbahçe gibi bir takımda oynadım,” demişti, bunu Ömer Onan gibi milli bir basketbolcu söylüyor. Bizde böyle bir problem var. Ben de bunun kurbanlarından biriyim. Üniversite ve basketbol arasında tercih yapmak zorunda kaldım. Devam etseydim ikinci ligde oynardım ama geçinmem mümkün olmazdı.

Üstelik spor sadece fiziksel bir iş değil…

Cem: Antik Yunan’daki eğitim beden eğitimi, matematik ve felsefeden oluşuyormuş. Bunlar bir insanı ortaya çıkartabilecek cevherler. Güreş, cirit atma, gülle, koşu… Spor ruhu besleyen, ruhun açığa çıkmasını sağlayan bir şey, sanat da öyle.

Hangi dizileri izliyorsunuz?

Hakan: Son olarak Westworld’ü bitirdim, o mu beni bitirdi ben mi onu bitirdim bilmiyorum. Mr. Robot izledim.

Cem: Black Mirrror izledim en son.

Hakan: Black Mirror, her bölümde sana bir soru sorduruyor. İzleyip yattığın vakit düşünerek uyuyorsun. Breaking Bad çok sevdiğim bir diziydi.

Kaan: BluTV de yerli dijital diziler anlamında sektöre öncü olmaya başladı gibi. Masum’u izledim ben de.

Baran: 6 bölümlük, şahane bir dizi önermek istiyorum: Lost Room.

Yerli diziler açısından bir benzerlik, tür sıkışması yaşandığını düşünüyor musunuz?

Kaan: Burada izleyiciler basit hikâyeler istiyor. İşten yorgun argın gelmiş, hayatta bir ton derdi var. İnsanlar basit şeyler izlemek istiyor, o yüzden bir tür sıkışması da oluyor. Ama yabancı dizilere baktığımızda çok farklı konular ve türler var.

Cem: Aslında konular belli. Mesele neyi farklılaştırdığın değil, o konuyu nasıl anlattığın. Bence biz “ne”yde değil, “nasıl”da sıkıntı çekiyoruz. Hikâyemiz aşk mı, biz aşkı “nasıl anlatabiliriz”de sıkıntı çekiyoruz. Aşksa Romeo Juliet. Şu anda TV’de intikam hikâyeleri vardır ama intikamsa ben hâlâ Hamlet diyorum. Kin ve nefretse ben hâlâ 3. Richard diyorum çünkü ondan daha iyi anlatıldığını görmedim.

Edebiyatımız bu kadar kuvvetliyken sinemada ya da ekrandaki hikâyelerin bu kadar sıradan olması garip sahiden…

Cem: Yazım konusunda basitle sıradanlık arasında çok ince bir çizgi var, biz bunu kaçırıyoruz. Oyunculuk hocam hep bana, “Basit ol, sade, basit. Çünkü o işlenilebilir olan. Sen oraya kendini koyduğun zaman zaten bambaşka bir hikâye çıkacak. Yine aynı hikâyeyi anlatacaksın, âşıksan yine âşıksın ama sen nasıl âşık olursun?” derdi. “Sade ol, basit ol ama sıradan olma,” derdi. Biz sıradanlaşıyoruz.

Hakan: Başkası gibi âşık oluyoruz.

Cem: Kompleks bir yapı kurmaya çalıştığımız için oluyor. Halbuki basit olana, sade olana, öze baksak o zaman bambaşka şeyler çıkabilir. Ama biz işi nasıl toplarız, o seyirciyi de yakalayalım, buradan nasıl gireriz, ben bir de araya şunu ekleyeyim dediğimizde olmuyor. Black Mirror’ı sevmemin nedeni, her bölümü birbirinden farklı, her bölümünde çok basit, belli bir noktaya parmak basıyor ve o bölüm boyunca sadece onu seyrediyorsun. Ama seni kilitliyor, bir şey anlatıyor.

Tiyatro yapıyor musunuz?

Hakan: Ben bir senedir yapamıyorum. Ama ondan önce senelerdir hep tiyatro yapıyordum.

Baran: Kısa bir eğitim aldım tiyatroyla ilgili. Şu an bir hedefim yok ama özellikle Cem’in oyununu izledikten sonra tiyatro yapmak istediğimi fark ettim.

Hakan: Bu arada biçim olarak gerçekten izlenmesi gereken bir oyun. Tiyatronun amacından sapmayıp olağan sadeliğiyle inanılmaz şeyler anlatıyor. İnsanların o kadar para döküp anlatamadığı şeyleri üç tane adam, unuttuğumuz insan mucizesiyle güzel güzel anlatıyor.

O zaman Cem’den oyunun detaylarını alalım…

Cem: Bir atölye eğitimi için yurtdışına gitmiştim, orada bir yönetmenle tanıştım. Dostluğumuz pekişti ve Türkiye’ye döndüğümde böyle bir iş koyalım dendi. Ekipte yalnızca üç erkek var, bir de sürpriz bir isim var. Yabancı yönetmen, ışıkçı yabancı, sesçiler yabancı, yazarı yabancı. Polonya-Yunanistan-Türkiye ortaklığında yapılmış uluslararası bir proje. Sadece Türkiye’de oynuyoruz. İmkânımız olursa yurtdışına da turneye gideceğiz. Troas, savaşı ve savaş sonrasını anlatıyor aslında. “John, bana bir kahve verebilir misin?” gibi gereksiz diyaloglardan arındırılmış, şiirsel ve felsefi bir metin. Üç farklı jenerasyonda yaşamış üç farklı insan ve üçü de ironik olarak savaşı istiyor. Çünkü şu anda dünya, savaşı istiyor. Bunun ironisi üzerinden savaşı eleştiren bir oyun. Dekorundan kostümüne, oyunculuklarına kadar her şeyi olabildiğince basit ve sade tutmaya çalıştık. Bu oyun olmasaydı gerçekten perişan olurdum. O beni ayakta tutan şey oldu.

Kalıcı bir şey yapmak mı?

Cem: Emek veren herkes bilir ki, ortaya bir emek koymadığın sürece onun bir değeri yoktur. Birine hediye vermek ile hediye yapıp vermek; bir mektup yazmak ile güzel bir sözün kartpostalını vermek arasındaki fark gibi. Tiyatroya gittiğim zaman ışığımı ben yapıyorum, sahnemi ben temizliyorum, dekorumu, kostümümü ben çıkartıyorum, ben giyiyorum, odağını, filtresini, her şeyini ben yapıyorum. Şahsi ben olarak söylemiyorum, biz yapıyoruz. Bu nedenle %100 sahipleniyorum. Dizi setindeykense o insanların verdiği emeğin değerini sahiplenebiliyorum sadece. Çünkü orada ışığımı ben yapmıyorum, bana orada diğer insanlardan farklı ilgi gösteriliyor. Ben karavanımda otururken set emekçisi orada soğukta çalışıyor. Tamam, bu sektörel bir durum ama yine de…

Rahatsız ediyor…

Cem: Evet.

Hakan: Tiyatroda dekoru çakmayı bilmezsen oynayamazsın da zaten. Onu kullanmayı bilmezsen o anda gelişen refleksle toparlayamazsın. Sette sadece minnet duyabiliyorsun insanlara çünkü her şey senin elinde değil. Oyunculuğa dizi setinde başlarsan -insan bu, hareketin adamı olmak diye bir şey var- kendini çok büyük bir şey sanabilirsin. O kertede dönüp sürekli soru sorman gerekiyor, kendini unutmamak, kendini bilmek için. Bence gerçekten insanlar o ahşaba bir değmeli, o gıcırtıyla biraz zaman geçirmeli.

Çok iyi oldu bunları anlatmanız. Özellikle oyuncu olmak isteyen gençler için…

Hakan: Ben 30 yaşındayım, konservatuara 2007’de girdim. Girdiğim an itibarıyla çalışmaya başladım. Dekor, ışık. Yüzlerce, binlerce oyuncu bu yollardan geçiyor. Sen senelerce tiyatro yapıyorsun, resmi olarak oyuncusun. Meslek tanımında oyunculuk yazıyor. Ama popüler bir işe, diziye girdiğinde insanlar sana oyuncusun diyor ve nasıl oyuncu olunur diye sormaya başlıyor. Çünkü insanlar oyuncu olmayı, o hevesi başka yerlerde arıyor. O süreçlerde hevesi bulamazsın. Heves, senin demlendiğin süreçlerde olur. Şarkı net bir şeydir, sesin kötüyse şarkı söyleyemezsin. Enstrüman çalımı net bir şeydir, çalar gibi yapamazsın. Ama konuşabiliyorsan, başarılı yönetmenlerin varsa oyuncu olabiliyorsun. Popüler olmanın yolu oyunculuk olamaz.

Kaan: Bu, sektörle alakalı bir şey. Maalesef bizde oyunculuk önce güzellik ve yakışıklılıktan geçiyor. Çünkü seyirci bunu istiyor. Ekranda gördüğü kişiyi beğensin, çok yakışıklı olsun, ona hayran olsun, mesele oradan başlıyor.

Baran: Kutunun içinde yakışıklı izleyeceğine bence tiyatroya gidip oradaki yakışıklıları ve güzelleri keşfetsinler. Tiyatro oyununa gittiğinde sesi oradan alıyorsun, çok daha içindesin.

 

 

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Related post