Terim: Bir Belgesel Nasıl Yapılmaz

 Terim: Bir Belgesel Nasıl Yapılmaz

Bana hangi Türk’ün belgeselini izlemek isteyeceğimi sorsanız, ilk sayacağım beş kişiden biri Fatih Terim olurdu. Bu yüzden Netflix bir Fatih Terim belgeselini çektiğini duyurduğunda çok sevinmiştim. Üstelik o sırada Fatih hoca hâlâ Galatasaray’ın başındaydı ve bir Galatasaraylı olarak belgeselin şampiyonlukla, belki bir Avrupa kupasıyla daha taçlanacağına dair umutlarım vardı.

Birkaç gün önce belgesel nihayet yayınlandı. Galatasaray şampiyon olamamış, Avrupa kupası falan da alamamış, Fatih Terim ise bir kez daha Florya’dan ayrılmak durumunda kalmıştı. Yine de bu dört bölümlük belgesele dair gerçekten büyük heyecan duyuyordum. Terim adını vermişlerdi belgesele ve bu belgesel bize hocanın teknik direktörlük tarzını, Türk futbolundaki ve İtalya’daki etkilerini, bilmediğimiz yönleriyle zaferlerini ve hezeyanlarını anlatacaktı. Gerçekçi bir Fatih Terim portresi çizecek, aklımızda ona dair soru bırakmayacaktı. Adanalı Fatih’in iyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla, başarısıyla başarısızlığıyla İmparator Fatih Terim’e dönüşmesini tanıkları ve belgeleriyle izleyecektik.

Peki böyle mi oldu? Buna ne yazık ki “Hayır,” cevabını vermek zorundayım. Birazdan detaylarıyla açıklayacağım ama kısaca ifade etmem gerekirse, Terim bir belgesel değil. İlla belgesel deniyorsa, kötü bir belgesel. Karşımızdaki iş, Fatih Terim efsanesine sırtını daymaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Buradan Fatih Terim’i çıkarın, hikayesinden bahsetmiyorum, kamera önüne geçen Fatih Terim’i çıkarın, izlemeye değer başka hiçbir şey kalmıyor.

Şimdi filmi başa saralım ve “Fatih Terim belgeseli çekilmeli miydi?” sorusuna bir cevap verip, Terim sözde belgeselini değerlendirelim. Buyurun!

Fatih Terim belgeseli çekilmeli miydi?

Türk futbolundan birçok değerli insan geldi geçti: Lefter Küçükandonyadis, Metin Oktay, Baba Hakkı, Gündüz Kılıç, Jupp Derwall bir çırpıda aklıma gelenler. Bugün hepsi saygı ve sevgiyle anılıyor. Hepsi de bu oyuna çok şeyler verdi. Ancak ne hazindir ki hiçbiri hakkında ciddi bir biyografik çalışma yapılmadı. Sadece futbolda da değil; Türkiye, her alanda biyografi ve belgesel fakiri bir ülke. İngiltere’de onlarca Winston Churchill biyografisi ve belgeseli bulabilirsiniz ama burada Süleyman Demirel’e ya da Bülent Ecevit’e dair bir tek iş var mı?

Aslında, bu durum Türkiye gibi bir ifrat ve tefrit ülkesi için şaşırtıcı değil. Bu ülkede her şey ya siyahtır ya beyaz. İnsanlar ya kahramandır ya hain. Türk futbolunda kahraman ve hain olmak arasında gidip gelen yegane figür ise kuşkusuz Fatih Terim. Namıdiğer İmparator, en azından biz Galatasaraylılar için.

Fatih Terim, tartışmasız şekilde Türk futbol tarihinin en başarılı teknik direktörü ve muhtemelen en baskın karakterli figürü. Öyle bir auraya ve iletişim becerisine sahip ki hepitopu bir sene beraber çalıştığı yıldızlar bile (mesela Didier Drogba) ona yıllar sonra hâlâ “Baba” diyor. Öyle ikna edici ve hırslı bir karakter ki, o Galatasaray’ın başındayken taraftarlar, Roma ordusuna karşı Kartacalı Hannibal’in arkasında toplanır gibi maça gidiyor. Öyle düşleri gerçek kıldı ki koca bir camiaya Avrupa’nın en büyük kupasını almayı hayal ettirebiliyor. O, Türk Milli Takımı’nı tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası’na götürdü. Bir diğer Avrupa Şampiyonası’nda Türkiye’ye üçüncülük getirdi. Galatasaray’ı dördü üst üste olmak üzere tam 8 defa Türkiye Süper Ligi şampiyonu yaptı. UEFA Kupası’nı kazandı. Fiorentina ve Milan gibi iki İtalyan devinin başına geçti. Galatasaray’a Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynattı. Türkiye Kupası, TSYD Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası falan da cabası. Bu yönüyle Fatih Terim, milyonlarca insanın kahramanı; ona dair çelişkili düşüncelere sahip olanların bile. Nitekim bunlar yabana atılır başarılar da değil.

Öte yandan, kavgacı tavrından Türkiye’nin karanlık doksanlarının mimarlarıyla kurduğu ilişkilere Fatih Terim birçok bakımdan tartışmalı da bir karakter. Onu sevenin neden sevdiğini sorgulamamalısınız çünkü muhtemelen birçok güzel anısının mimarı İmparator’dur o. Sevmeyenin ise sevmemek için onlarca geçerli sebebi vardır. Ancak bütün bu kişisel duygular bir yana, şu su götürmez bir gerçek: Fatih Terim, Türk futbol tarihinin en başarılı teknik direktörü ve en kudretli, etkileyici, tutkulu ama aynı zamanda en ‘gri’ figürüdür. 

Tam da bu yüzden Fatih Terim, belgeseli yapılabilir değil yapılması gereken bir adamdır. Türkiye tarihi aynı anda bu kadar sevgi ve bu kadar nefret duyulan çok kişi görmüştür, evet. Ama böylesine uç duygular arasında var olmaya çalışıp da 40 yılı aşkın bir süre etkisini koruyabilen çok azdır. Unutmayın ki Fatih Terim bundan sadece üç yıl önce şampiyon oldu, iki yıl önce ise şampiyonluğu bir gol farkla kaçırdı.

Şimdi bir düşünün: Milyonlarca insanın nefret objesi; milyonlarcasının da adına “İmparator Fatih Terim, ölene kadar seninleyiz” diye tezahüratlar yazdığı bir karakter. Bir yıl bile çalıştırmadığı Fiorentina taraftarının “Grande”si. Sayısız başarılar kazanmış, en büyük yenilgileri de en büyük zaferleri de tatmış bir futbol adamı. Ezeli rakibinden 6 yiyen de o, ezeli rakibinin sahasında şampiyon olan da. Büyük bir tecrübe ama 65 yaşında bile mekan basacak kadar daima öfkesine boyun eğmiş bir insan. Üstelik Fatih Terim’in tarihi Türk futbolunun tarihidir desek yeri. Türk futbolunun siyahı da beyazı da onun kişiliğinde cisimleşmiş gibidir: Tutku, öfke, tartışmalı ilişkiler, inat, meydan okuma, hırs… Şimdi, bu adamın hikâyesi anlatılmayacak da benim hikâyem mi anlatılacak?! Türkiye’de belgeseli çekilecek bir spor adamı varsa, sevin ya da sevmeyin, bu önce Fatih Terim’dir.

Netflix’ten ders: Belgesel Nasıl Çekilmez 101

Bir Fatih Terim belgeseli mutlaka çekilmeliydi ve çekildi. Dört bölümlük Terim belgeseli uzun zamandır bekleniyordu. Ancak Netflix, son birkaç yıldır çoğunlukla olduğu gibi yine büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Terim belgeseli Fatih Terim gibi bir karakteri ve onun olağandışı hikâyesini hiç ettiği gibi belgesel olmanın vasıflarını da yerine getiremiyor. Tabiri caizse “Belgesel Nasıl Çekilmez 101” dersi veriyor.

Öncelikle, Terim’in niçin belgesel vasıflarından yoksun bir iş olduğunu ortaya koyalım. “Belgesel” ya da İngilizcesiyle “documentary”, adıyla müsemma bir tür: Belge ister, document ister. Her ne kadar belgeseller gerçekliğe kendi bakış açılarıyla baksa da argümanlarını ve perspektiflerini belgelerle destekleyebilmelidir. Terim belgeselinde doğru dürüst bir gazete küpürü bile görmek mümkün değil. Pardon, gerçek gazete küpürü görmek mümkün değil. Bir kütüphaneden ya da gazete arşivlerinden kolaylıkla bulunabilecek gerçek küpürlerin yerine prodüksiyon ekibi kendileri küpürler, manşetler tasarlamış. Aynı şekilde, gerçek radyo kayıtları yerine de yeni seslendirilmiş kayıtlar kullanılmış. Prodüksiyon ekibi hemen “Arşiv yok,” gibi bir savunmaya geçebilir ama var. Türkiye’de arşivlerin zayıf olduğu büyük bir yalandır. Aksine, arşivler gayet yeterli ve çoğunlukla ulaşılabilir. Sadece onlara ulaşmak biraz zaman ve emek ister. Terim için bu emeği, zamanı ayırmamışlar ve ortaya korkunç özensiz bir belgesel (!) çıkmış.

Bir diğer mesele, belgeselde mikrofon uzatılan kişiler. Terim’in Fatih hocanın gözünden, biraz otobiyografik bir yapım olduğunu anlıyorum ancak bir belgesel ile halka ilişkiler videosu arasında devasa fark vardır. Fatih Terim’in Galatasaray’daki üçüncü ve dördüncü dönemlerinin nasıl sonlandığını Fatih hocadan dinliyoruz, güzel. Peki Ünal Aysal’dan ve Burak Elmas’tan (ya da dönemin başka tanıklarından) niçin dinlemiyoruz? Yine Netflix’te, hem de yakın zamanda, Figo’nun Barcelona’dan Real Madrid’e transfer sürecini anlatan bir belgesel yayınlandı. O belgesel de olana bitene Figo’nun gözünden bakıyordu ancak bu tartışmalı transfer sürecinin tüm taraflarına mikrofon uzatılmıştı. Olması gereken budur. Öbür türlüsü halka ilişkiler çalışmasıdır, belgesel değil.

Terim belgeselinin Fatih hocanın teknik direktörlük kariyerine odaklandığı aşikar. İlk bölümde futbolculuğuna değinse de kalan üç bölümde hocanın teknik direktörlük serüveni işleniyor. Bir belgeselin işlemek için belirli bir dönemi seçmesi çok doğal. Ancak ortada şöyle bir sorun var: Terim belgeseli, hocanın futbolculuk kariyerinin ve kimliğinin, teknik direktörlük kariyeri ve tarzı üzerindeki etkisini yeterinde detaylandırmıyor. Futbolculuk ve teknik direktörlük dönemleri arasında bir bağ kurmuyor. Galatasaray’daki futbolculuk döneminde hoca Don Howe, Coşkun Özarı, Brian Birch, Özkan Sümer, Tomislav Iviç ve Jupp Derwall gibi çok önemli teknik adamlarla çalışmıştı. Don Howe, Galatasaray’dan sonra üç yıl Arsenal’i çalıştırdı. Coşkun Özarı, milli takımın teknik direktörlüğünü yaptı. Özkan Sümer, Trabzonspor ile iki şampiyonluk kazandı. Brian Birch, bir önceki Galatasaray döneminde üç yıl üst üste şampiyon olmuştu. Jupp Derwall’den ise bahsetmeye bile gerek yok; Türk futbolunda bir devrim yaptı. Fatih hocaya bu teknik adamlarla ilişkilerini, onlardan neler öğrendiğini sormak kimsenin aklına gelmedi mi gerçekten?

Hakan Şükür ya da Lord Voldemort

Sorunlar bunlarla da bitmiyor. Sorunun en büyüğü, Fatih Terim’i efsaneleştiren dönemde ortaya çıkıyor: Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferiyle tamamlanan 1996-2000 aralığında.

Herkesin bildiği gibi bu dönemin alametifarikası hocanın adım adım inşa ettiği, santraforla başlayan bunaltıcı bir baskıya dayanan, bir çeşit proto-gegenpress olarak anılabilecek 4-4-2’dir. Yalnız Terim belgeseline bakılırsa Galatasaray bu dönem 4-4-0 dizilişiyle oynuyormuş. Bu dört sezonda üç kez gol kralı olmuş, UEFA Kupası’nın kazanılmasında en büyük pay sahibi futbolculardan Hakan Şükür’ün bırakın adının geçmesini görüntüsü bile yok belgeselde. Tabii, mevkidaşı Arif Erdem’in de öyle.

Şimdi, bu Fethullahçı futbolcu eskilerinin cehennemin dibine kadar yolu var. Bana Galatasaray’a dair en çok şeyi annemin rahmetli amcası Turhan Salman anlattı. Kendisi eski Türkiye İşçi Partisi’ne mensup sosyalist bir gazeteciydi, Ankaralı gazeteciler iyi tanır. Onun sayesinde daha çocukluğumda Hakan Şükür ve Arif Erdem’in ne halt olduğunu biliyordum ve ikisini de hiç sevmedim. Ali Sami Yen’de ilk maçıma gittiğimde Hakan Şükür hâlâ oynuyordu ve adını o gün de bağırmadım, sonrasında da. Ama maalesef bu adamlar olmadan ne o destansı 1996-2000 dönemini anlatabilirsiniz ne de hocanın kimi zaman 2-5-3 diye tarif ettiği o kendine özgü 4-4-2’sini gerçekten açıklayabilirsiniz. İsimlerini anmak istemeyebilirsiniz ama o zaman bu belgesel işine soyunmayacaksınız. İkinci Dünya Savaşı belgeseli yapıp Adolf Hitler’in adını anmamak gibi bir şey bu!

Peki ne yapılmalıydı? Belgeselde isimleri geçse ya da görüntülerine yer verilse bu iki gerici şahıs kahramanlaştırılmaz mıydı? Eh, zaten maharet bu adamları kahramanlaştırmadan tarihi yazabilmekte. Bu maharetten yoksunsanız tek çareniz otosansür uygulamak oluyor. Otosansür (ya da sansür) ise bir belgeselde olmaması gereken belki de ilk şey. Siz hiç, acaba kahramanlaşır mı diye Adolf Hitler’in Fransa’yı yaklaşık bir ayda düşürme başarısını anlatmayan bir İkinci Dünya Savaşı belgeseli gördünüz mü? Bu, seyirciyi aptal yerine koymaktır. Daha fenası, beni bu iki adamın adını anmak zorunda bırakmaktır. Sadece bana da değil, sosyal medyaya bakın, bu belgeseli izleyen milyonlarca kişiye Hakan Şükür ve Arif Erdem isimlerini andırdınız. Adamları tarihten sileyim derken (kimseyi silerek belgeselcilik de olmaz ya) yine gündeme taşıdınız, akıl kârı mı? Hakan Şükür ve Arif Erdem’in bugün Lord Voldemort muamelesi görmesi, isimlerini televizyonda anmak için herkesin bin dereden su getirmesi, bu iki şahsı daha konuşulur kılmaktan başka hiçbir işe yaramıyor.

Maddi hatalar

Terim belgeselinin bir fecaat tarafı da kurguda. Bu kısmı çok uzatmayacağım çünkü gün gibi ortada bir sorun: Bahsedilen dönemler ile gösterilen görüntüler sık sık tarih bakımından uyuşmuyor. Mesela 1996-2000 dönemi işlenirken hocanın ikinci Galatasaray döneminden görüntüler görüyoruz. İzlediğimiz şey bir tribute klibi olsa bu bir sorun olmayabilirdi. Ancak belgeseller, tarihsel açıdan tutarlı ve doğru olmak zorundadır. Maddi hatalar, bir belgesel için kabul edilemez. Terim belgeselinin neredeyse tamamında maddi hatalar var. Çok basit: Anlatılan olay ile görüntünün gösterdiği başka zamanlara ait.

‘Terim’ zaman kaybı mı?

Bu kadar yerdikten sonra bunu söylemek tuhaf kaçabilir ama Terim belgeseli, bir belgesel izlemek maksadıyla açmazsanız, son derece sürükleyici ve akıcı bir iş. Çok yüzeysel, sansürlü ve maddi hatalar içeriyor. Bir belgesel olarak hiçbir değeri yok. Fakat özellikle Galatasaraylılar için keyifli, nostaljik bir dört saat vadediyor.

Kaç milyon Galatasaraylı var bilmiyorum ama Galatasaraylıların herhalde yüzde doksanı falan Fatih Terim’i seviyordur. Kimi babası gibi sever hocayı, öylesine bağlıdır; benim gibi kimileri ise biraz karmaşık duygularla sever. En büyük sevinçlerimizin bazılarının mimarıdır Fatih Terim ve onun yaşamından kimi kesitleri, kariyerinin dönüm noktalarını ve röportajlarını izlemek, Galatasaray’ın en iyi zamanlarından bazılarını yeniden hatırlamak keyifli.

Peki Galatasaraylı olmayanlar için de Terim keyifli bir iş mi? Buna cevap vermek zor. Ancak Fatih Terim’in onlarca yıldır ‘yüksek reytingli’ biri olduğunu unutmamalı. Hocanın yirmi yıl önceki basın toplantıları bile sosyal medyada hâlâ paylaşılıyor. Jestleri, mimikleri, sloganlaşan demeçleriyle Fatih Terim artık değil sadece Galatasaray’ın, futbolun da ötesinde bir figür. Kendisini her daim izletti. Tribünden maç izleyenler bilir; bazen maçı bırakır, hocayı seyredersin. Bu açıdan, Terim belgeseli Galatasaraylı olmayanlar ya da Fatih Terim’e özel bir sevgi beslemeyenler için de izlenesi. Bir de, Fatih Terim’in İtalya macerasına dair olan bölüm, diğer üç bölüme nazaran hiç değilse daha az bilinen bir döneme ışık tuttuğu için dikkate değer.

Ama bu kadar. Terim maalesef yarın hatırlanacak, dönüp tekrar bakılacak bir iş değil. Belki Fatih hoca torunlarına falan izletir ya da Galatasaray başkanlığına aday olacaksa (ki belgeselin son bölümünde buna dair sinyaller vardı) seçim kampanyasında kullanır. Bir de, Türkiye tarihinin önemli figürlerine dair başka belgesellere kapı açarsa ne âlâ! Ancak bunun ötesinde bir kıymeti harbiyesi yok. Ne Fatih Terim’in kariyerine dair doyurucu detaylar veriyor ne de belgesel olmanın gereklerini yerine getirebiliyor. Böylesine iyi bir malzeme herhalde ancak bu kadar kötü işlenirdi. Dilerim, birileri bir gün gerçekten kapsamlı bir Fatih Terim belgeseline imza atabilir. Biz de o zaman hocayı sevmek ya da ondan nefret etmekten öte ona dair düşünmeye başlayabiliriz.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post