The Gentlemen: Guy Ritchie Formülleri, İç İçe Geçen Dinamik Hikayeler ve Sınıf Çatışması
Orçun Onat Demiröz’ün bu The Gentlemen incelemesi Episode’un 55. sayısında yayımlanmıştır.
İngiliz yönetmen Guy Ritchie, 1990’ların sonunda yaptığı ilk uzun metrajı Lock, Stock and Two Smoking Barrels ile sinema dünyasına hızlı bir giriş yaptı. Londra’nın East End bölgesinin yeraltı atmosferini ve sınıf atlamaya çalışan karakterlerini anlatan Lock, Stock and Two Smoking Barrels dairesel olay örgüsü, argoya dayalı mizahi unsurları, Cockney aksanı, dinamik kurgusu ve soundtrackleriyle İngiliz suç-komedi sinemasında da yenilikçi bir yol açtı. Jason Statham’ı aksiyon filmlerinin aranan yüzü haline getiren yapım, eski futbolcu Vinnie Jones’u da beyazperdeye transfer etmeyi başardı.
Doğrusu Guy Ritchie, Lock, Stock and Two Smoking Barrels’ın ardından gelen ve Jason Statham’ın “Turkish” karakterini canlandırdığı Snatch ile de çokkültürlülük ve sınıf hareketi üzerine inşa ettiği sinemasının dayanak noktalarını güçlendirdi. Tabii bu filmde Jason Statham’ın yanı sıra Brad Pitt, Stephen Graham ve Vinnie Jones’tan oluşan kadro da yine patlamaya hazır bir barut fıçısı gibiydi.
Ancak Guy Ritchie’nin kariyerinin başındayken tabuları yıkan pop divası Madonna ile yaptığı evlilik kendisini farklı bir yöne götürdü. Madonna ile evli kaldığı dönemde yaptığı filmler de büyük tartışma konusu oldu. Hatta Madonna’nın başrolde yer aldığı Swept Away, filmografisindeki en kötü ve en çok dalga geçilen film olarak yerini aldı. O süreçteki en dikkat çekici filmi ise hiç kuşkusuz RocknRolla’ydı. Aslına bakılırsa bu film, Guy Ritchie’nin suç ve aksiyon temalı, iç içe geçen hikâyelerle örülü sinematik tarzını pekiştiren yapımlardan biriydi.
Madonna ile yaşadıkları olaylı ayrılıktan sonra ise Sherlock Holmes filmleriyle tekrar bir ivme yakaladı. Fakat 2010’lu yıllar Guy Ritchie için pek parlak geçmedi. Özellikle bu dönemde yaptığı ve Britanya mitolojisinin en önemli eserlerinden birisi olan Kral Arthur efsanesini yorumladığı King Arthur: Legend of the Sword (Kral Arthur: Kılıç Efsanesi) ile Aladdin batağa saplandığı filmlerdi.
Lakin The Gentlemen filmiyle köklerine ve iyi bildiği sulara dönmeye karar verdi. Bu film sonrasında gelen Netflix spin-off’u da The Gentlemen dünyasına boyut katan bir yapım oldu. The Gentlemen’a geçmeden önce ise Guy Ritchie sinemasını ve temellerini biraz daha açayım.
The Gentlemen dizisini izlemek için buraya tıklayabilirsiniz.
Parçalanmış Anlatılar, Eril Karakterler ve Çokkültürlülük
Açıkçası Guy Ritchie’nin sinematik yaklaşımına, kurduğu hikâyelere ve eklektik tarzına baktığımızda yoğun bir Quentin Tarantino etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle anlatıları postmodernist biçimde parçalama, olay örgülerindeki döngüsellik ve ateş eden diyaloglar yazma yönünden. Elbette Guy Ritchie yıllar içinde bu etkiyi yoğurdu ve İngiliz taşlamalarıyla dolu karakteristik bir stil geliştirdi.
Bu karakteristik stili de eski usul kötülük anlayışıyla bir suç ağının içinde bulunan, sistemi yöneten, para ya da güç istenci olan ve çoğunlukla Londra varoşundan gelen karakterlerin büyük hikâyeleri belirledi. Alt tabakaya mensup olan bu renkli, çokkültürlü, bitirim karakterler sınıf atlamak için her şeyi yapmaya ve gangster olmaya hazırdı. Bu nedenle Guy Ritchie yapımlarındaki temel çatışma, erki elinde bulunduran kaymak takımı ve aristokratlar ile onların yerini alarak varsıllaşmak isteyen alt sınıflar, sokak çeteleri, çingeneler, paryalar arasındadır. Bu yukarıya doğru hareket de ancak zor kullanarak, soyarak ve öldürerek olur.
Bu bağlamda Guy Ritchie sinemasındaki şiddet kullanımı da bir hak iddiasıdır ve silahlar, öldürücü aletler, objeler, araç gereçler de erki temsil eder. Ayrıca alt kültüre ait argo ifadeler, melodik aksanlar, ağız dalaşı, sıkı betimlemeler ve erillik fışkıran dil de anlatılarındaki tanımlayıcı öğeler arasındadır. Doğrusu Guy Ritchie yapımlarına baktığınızda Birleşik Krallık’taki sınıf sistemini muzip bir yerden okuyabilirsiniz.
Tabii dolambaçlı senaryolar, hızlı kesmeler, dinamik kurgular, aksiyon ve “plot twist”ler de sinemasının belirleyici özelliklerindendir. Rock ya da punk ağırlıklı müzik kullanımı da filmlerindeki fırlamalığı tamamlar.
The Gentlemen: Güce Tutkun İngiliz Aristokrasisi ve Kendini Keşfetmenin Heyecanı
Buradan The Gentlemen’a geçersem, Guy Ritchie sineması son dönemdeki çıkmazından The Gentlemen filmiyle kurtulmuştu. Bu yapım, Guy Ritchie’nin parlak dönemlerine göz kırpan ve kendisinde hâlâ iş olduğunu gösteren türde bir filmdi.
The Gentlemen’da çok iyi bildiği ve kendini çok rahat hissettiği bir dünyanın kapılarını açmış, Snatch ya da RocknRolla filmlerindekine benzer bir senaryoyla sinemaseverleri selamlamıştı. Hikâyeye eklenen farklı karakterlerle kat kat açılan olay örgüsü, üçüncü perdede klas bir şekilde çözülüyordu.
Açıkçası Guy Ritchie’nin kendine özgü sinema dilini ve biçimlerini konuşturduğu, göndermesi bol olan The Gentlemen, eski okul hayranlarını tatmin etmeyi de başarmıştı. Netflix yapımı spin-off serisi de The Gentlemen evrenine eklenen stilize bir seyirlik olarak karşımızda duruyor. Guy Ritchie’nin sevilen formüllerini ve anlatı kalıplarını baştan sona kullanan seri, asıl gangsterlerin de aristokratlar ve soylular sınıfı olduğunun altını layıkıyla çiziyor.
Bir yandan da bu seri Guy Ritchie yapımlarındaki kadın ana karakter açığını da kapatıyor. Guy Ritchie filmlerinin nüvesini oluşturan ataerkil ve maço suç dünyasında kadın karakterler pek öne çıkmaz. Ne var ki The Gentlemen serisinde Kaya Scodelario’nun canlandırdığı Susie Glass karakteri, erkekler kulübünde ayakta kalan ve oyunu kendi kurallarıyla oynayan güçlü bir kadın olarak dikkat çekiyor.
Lakin serinin asıl başarısı başroldeki Theo James’in canlandırdığı soylu Eddie Horniman’ın karakter gelişiminde yatıyor. Theo James gerçekten bir dük olarak çok “cool” bir performans sergiliyor. Eddie’nin karakter yolculuğunu takip ederken ruhunun derinliklerini keşfetme sürecini ve sorunları soğukkanlılıkla çözen bir suç baronuna dönüşmesini gözlemliyoruz. Bu açıdan Eddie’nin karakter arkının çok iyi çizildiğini söylemek gerekiyor.
Yan rollerdeki Vinnie Jones ve Daniel Ings’in de çok iyi iş çıkardığını belirtmek lazım. Özellikle Eddie’nin ağabeyi rolündeki Daniel Ings, hiçbir işi doğru düzgün beceremeyen üst sınıf şımarıklığıyla ve düşkünlüğüyle bir komedi unsuruna dönüşüyor. Giancarlo Esposito’nun karizması da bildiğimiz gibi işliyor.
Tabii her bölümde devreye giren farklı karakterler ve olay örgüsündeki kesişmeler de seriye dinamizm katıyor. Eddie ile Susie’nin yönettiği devasa esrar organizasyonu birçok badire atlatıyor ve kanlı çatışmalar yaşanıyor. Serideki şiddet dozu, çatışma sahneleri, nükteli diyaloglar ve atmosfer yaratımındaki estetik de seriyi izlemeye teşvik ediyor.
Yine de senaryodaki bazı dönemeçlerde sıkıntılar olduğunu, devamlılığa dair bazı problemlerin göze battığını ve bölümler arasında bazı düşüşlerin yaşandığını da ifade etmeliyim. The Gentlemen serisi ne yazık ki aynı standartta başlayıp aynı standartta devam ederek son bulmuyor, hikâye arkında pürüzler bulunuyor.
Buna rağmen The Gentlemen serisi, Guy Ritchie’nin eski parlak günlerine dönüş sinyalleri veren bir yapım olarak karşımızda duruyor. Doğrusu bu seride yanına Peaky Blinders’tan Matthew Read’i alması da işe yaramış, birlikte İngiliz yüksek sosyetesinin suç ağına yeni bir katman eklemişler ve iyi tasarlanmış bir spin-off kurmuşlar.