‘Violet Evergarden’: Bir Mektubun Hatırlattıkları
Ezgi Özcan’ın bu Violet Evergarden anime incelemesi, Episode’un 11. sayısında yayımlanmıştır.
Sermayenin bir karakteristiği olduğunu genellikle akla getirmeyiz. Öyle olunca insanların her türlü davranış alışkanlığının, bu görünmez ama en belirleyici aktörün akla getirmediğimiz karakteristiğine bağlı olduğunu da pek düşünmeyiz. Ancak tüm dünyadaki para hareketlerinin, özel hayatımızda dahi birçok şeyin konumlanmasına etki ettiği su götürmez bir gerçek.
Sermaye hız ister. En kısa ve pratik yollarla sonuç almak ister. Yasal engellerden ve işçi haklarından hoşlanmaz. En az kayıpla kâr etmek ister. Kâr isteğinin ne sonuçlara yol açacağıyla ilgilenmez, umurunda da olmaz. Amacına ulaşmak için her şeyi yıkıp geçebilir, sömürebilir, tüketebilir. Hatta ülkelerin yönetimlerini bile değiştirebilir. Vatandaşların iradesini yok sayabilir. Hesap verme ve sorgulanma ihtimallerini hesaba dahi katmaz. Zaten hesap da vermez, kendini de sorgulamaz. Ve bütün bu özelliklerini çok güzel ve şık şekilde yansıtır. Bizler de bu şıklığa kendimizi kaptırıp “oyunu kuralına göre oynama” mantığına dünden hazır savaşçılarmış gibi hoyrat karakterlere bürünerek hayatımıza, sermayenin yarattığı arenada, onu örnek alarak devam ederiz.
Biz de pratik olmayandan hoşlanmıyoruz. Biz de vakit kaybetmekten nefret ediyoruz. İstediğimiz sonuca hangi yollardan gittiğimizi sorgulamıyoruz. Yaptıklarımızın sonuçlarıyla yüzleşmek istemiyoruz. Hele hesap verme, sorgulanma ihtimallerimiz sözkonusu olduğunda ya muhatabımızdan kaçıyoruz ya da konuyu bastırmak için her türlü hoyratlığı yapıyoruz. Biriyle ya da bir şeyle uğraşmak, onu anlamaya çalışmak, önünü arkasını hesaba katarak bir bütün olarak düşünmek, ihtiyaçlarına kafa yormak… I ıh! Asla bize göre değil!
Bu kopmaya sürekli teşne bağlantının derdine tasasına nasıl oldu da düştün derseniz, ironik bir cevabı var: Görsel bir şaheser olan Violet Evergarden isimli 13 bölümlük Netflix animesi bütün bu olan bitenin müsebbibi…
E, biz böyle insanlara dönüştüğümüze göre, hayatımızda da her şey ona göre konumlanıyoruz. Mesela duygular… Sermayeyi nasıl yasalar ve hak sözleşmeleri yavaşlatıyorsa bizi de duygularımız yavaşlatıyor değil mi? Bazen bir şeye üzülüp kendimizi iki gün aynı koltukta otururken buluyoruz. Ya da âşık olup hayallere dalıyor, tüm zamanımızı sevdiğimiz insanla geçirmek istiyoruz. Olmadı ki ama böyle! Bizi hedeflerimizden, yapacak işlerimizden alıkoydu bu duygu dedikleri şey! Bu çağda yol almak istiyorsan duygusal kararlar almayacaksın tatlım. Mantığını her şeyin önüne koyacaksın. İkisi birbirinden çok ayrı şeylermiş gibi davranacak, onları asla senkronize etmeyeceksin. Yan yana uyum içinde gitmesi gereken bu ikili bir araya gelmek istediğinde de bu, dünyanın en anormal şeyiymiş gibi davranacaksın.
Mantıkla duygunun birbirini dışladığını anlatan sakat düşünce tarzını benimsemek bugüne kadar insanlığa hiçbir fayda ve mutluluk getirmemiş olsa da aynı döngüyü kırmadan hayatımıza devam etmekte ısrarcıyız. Gündelik hayatımızın vazgeçilmez enstrümanlarını kullanım şeklimiz de buna göre belirleniyor tabii. İnsanlık tarihinin başlatan icat, yazıdan bahsediyorum bu kez…
Yazı da en başından beri çizdiğimiz manzaradan nasibini alıyor elbette. Duygulara ne muamele ediyorsak yazıya da aynı şekilde davranıyoruz. Whatsapp mesajlarımıza, Twitter iletilerimize ya da iş mailleşmelerimize yetecek kadar muhatap oluyoruz yazıyla. Daha fazlası için değil… Çünkü daha fazlası da vakit kaybı demek! Üzerine düşüneceksin, ne hissettiğini anlayacaksın, karşı tarafa doğru şekilde ifade edeceksin, hikâyelendireceksin falan… Ohooo…
Yazı yerine hayatımıza yerleşen görsel dilin ifade imkânları bambaşka elbette. Capsler, gifler, storyler, kısa videolar… Durumları zinde, pratik, parlak ve eğlenceli şekillerde anlatmamızı sağlıyorlar. Ancak bu tarz başka bir sürü ayrıntıyı es geçmemize, üzerinden atlamamıza ve gerekli çabayı sarf etmememize neden oluyorsa orada durmak gerek. Çünkü yeni gelenin sağladığı imkânların, öncekinin tasfiyesine neden olduğu noktada duyguyla mantık arasındaki bağ da giderek zayıflayıp kopuyor.
Bu kopmaya sürekli teşne bağlantının derdine tasasına nasıl oldu da düştün derseniz, ironik bir cevabı var: Görsel bir şaheser olan Violet Evergarden isimli 13 bölümlük Netflix animesi bütün bu olan bitenin müsebbibi… Ve garanti ediyorum, izledikten sonra siz de benimle aynı yerde, aynı soruları sorarken bulacaksınız kendinizi.
Yıllarca emirden başka bir şey duymayan Violet artık başka insanların sesiyle yazdığı mektuplar üzerinden kendi sesini duymayı öğrenecektir
Bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir zamanda komşu iki ülke arasında süre beş yıllık savaşın sonu geldiğinde başlar Violet Evergarden’ın hikâyesi. Annesi ve babası olmayan, uzun sarı saçlı, mavi gözlü, porselen bir bebeğe benzeyen bir genç kızdır Violet. Henüz ismi bile olmayan küçük bir çocukken, ölümcül bir savaş aracı olarak yetiştirilmiş, sadece komutanlarının emirlerine göre hareket etmeyi öğrenmiştir. Savaş alanına askeri birliklerden önce girip saha temizliği yapabilen ve işleri hızlandırmak için mükemmel öldürücü yeteneklerini kullanan sıradışı biridir.
Binbaşı Gilbert’a savaş esnasında, kendisi gibi asker olan ağabeyi tarafından hediye edilen bu silah-çocuğun hali, Binbaşı Gilbert’ı çok etkiler. Bir kız çocuğunun nasıl bu hale getirildiğini aklı almaz. Ağabeyi ise dalga geçerek, ona bir çocuk olarak değil ölümcül bir silah gözüyle bakmasını söyler. Ancak yine de Binbaşı bu şekilde davranmayı reddeder. O esnada daha adı bile konmamış olan Violet’in hali ve tavırları Binbaşı’nın da seyircinin de dikkatini çeker. Ruhu olmayan canlı bir kukla gibidir: Mekanik hareketleri ve bomboş bakan gözleriyle adı birazdan Binbaşı Gilbert tarafından konacak olan Violet…
Aradan geçen uzun zaman sonra, Violet’i büyüyüp genç kız olmuş haliyle, bir hastane yatağında görürüz. Savaşta kollarını kaybetmiş, kollarının yerine metal protezler takılmıştır. Girdikleri son çatışmada kendisi gibi Binbaşı Gilbert da ölümcül şekilde yaralanmıştır. En azından Violet’in en son hatırladığı şey budur. Hastaneye kaldırıldığından beri ondan haber alamamıştır ve onu çok merak etmektedir.
Binbaşı Gilbert’ın ordudan yakın arkadaşı Yarbay Hodgings, savaş bittikten sonra ordudan ayrılmış, zaman kaybetmeden kendisine bir şirket kurmuştur. Okuma yazma oranının çok düşük olduğu ülkede, insanlara mektup yazma ve postalama hizmeti vermektedir. Daktiloların başında yazım hizmeti veren genç kadınlara ise “Otomatik Hafıza Bebeği” denmektedir. Bu “bebeklerin” görevi, mektup yazdırmaya gelen kişinin söylediklerini bire bir kağıda aktarmak değil aksine ne anlatmak istediklerini ve duygularını tam olarak anlayıp en uygun şekilde mektup haline getirmektir.
İnsanları ve duygularını çok iyi tanımayı gerektiren bu işle, insanlardan ve duygulardan bihaber Violet’in yolu Yarbay Hodgings sayesinde kesişir. Henüz Violet’in haberi yoktur ama Binbaşı Gilbert ölmüştür. Ölmeden önce de kendi başına bir şey gelmesi durumunda, sahiplendiği bu küçük kızı Yarbay Hodgings’e emanet etmiştir. Yarbay, Violet’i hastaneden çıkarmak üzere gelir. Violet sabırsız ve heyecanlı bir şekilde Binbaşı’yı sorar. Bir an önce tekrar görevine dönmek ve Binbaşı Gilbert’tan emir almak istemektedir. Yarbay Hodgings, kimsesi olmayan bu kıza Binbaşı’nın ölüm haberini veremez, başka bir yerde görevde olduğunu söyler.
Hodgings, Gilbert’ın vasiyeti üzerine bu kimsesiz kızı, ülkenin iyi ve büyük ailelerinden biri olan Evergarden ailesine teslim etmek ister. Ancak Violet, bu aileye evlatlık gidip hayatının sonuna kadar bir evde oturmak istememektedir. O nedenle Yarbay’la beraber onun yaşadığı yere gider. Posta şirketinde çalışmak istediğini söyler. Önce bir süre lojistik ve teknik işleri yapan Violet, daha sonra “Otomatik Hafıza Bebekleri”yle tanışır. Bebekler, mektup yazmaya gelenlerin söylediklerini bambaşka şekillerde kâğıda aktardıkça Violet’in merakı daha da artar. Duyguları hiçbir şekilde anlamayan ve anlamlandıramayan Violet, bu işin sırrını öğrenmek istemektedir. Çünkü Binbaşı Gilbert’ın ona söylediği son cümle “Seni seviyorum”dur.
Violet bu sözün anlamını çözmek için “Otomatik Hafıza Bebeği” olmaya karar verir. Yazmak için görevlendirildiği her yeni mektupta ise duyguların nasıl anlaşıldığını, nasıl kâğıda döküldüğünü, nasıl hikâyelerden kaynaklandığını adım adım anlamaya ve aklıyla duygularını birleştirmeye başlar. Yıllarca emirden başka bir şey duymayan Violet artık başka insanların sesiyle yazdığı mektuplar üzerinden kendi sesini duymayı öğrenecektir.
Kana Akatsuki’nin aynı isimli romanından uyarlanan Violet Evergarden, yazıyı dolayısıyla duyguları ve insanları anlamak için mesai gerektiğini bize hatırlatan bir anime
Netflix’in özellikle son iki senedir anime serileriyle yaptığı ataklar, animeseverlerin malumu. Dünyada yankı uyandırmış animelere platformda yer verdiği kadar, özel içerikler de üretiyor. Genellikle daha fantastik veya distopik animeler, bu tarz repertuvarlarda yer bulurken Violet Evergarden bu gidişata dur diyerek anime izleyicilerine unuttukları duyguları yeniden yaşatıyor.
Hikâyenin sonunda bizi bekleyen büyük bir sır yok, distopik robotların arkasındaki gizil güçler yok, yaklaşan büyük bir kıyamet yok… Aksine bölüm bölüm bir insanın duygularını keşfetme ve unuttuğu varlığını hatırlamanın içsel macerası sözkonusu. Ha, buradan durağan bir hikâye olduğu sonucuna varılmasın. Aksine Violet’in her bölüm, farklı karakterlerle yaşadığı hikâyelerin temposu, bir sonraki bölümde nasıl bir hikâyenin ve nasıl bir karakterin bizi beklediği konusunda heyecanı canlı tutuyor.
Henüz ikinci sezonunun gelip gelmeyeceği belli olmayan Violet Evergarden’ın 13 bölümü, televizyonda izlediğimiz eski animelerin tadını damağımızda bırakıyor. Olay takibinin hızıyla zihnimizi nefes nefese yeni tarzın aksine, duygularımızı bize yeniden hatırlatıp hülyalara dalmamıza, geçmişi ve geleceği düşünmemize, çoğu zaman da kendimizi düşünüp ağlamamıza neden oluyor.
Kana Akatsuki’nin aynı isimli romanından uyarlanan Violet Evergarden, yazıyı dolayısıyla duyguları ve insanları anlamak için mesai gerektiğini bize hatırlatan bir anime. Hatırlamayı ve kendini kurcalamayı sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum.