Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Louis Leterrier: “The Dark Crystal Evreni, İzleyiciyi Durup Düşünmeye İtiyor”
Netflix için çekilen çizgi dizi The Dark Crystal: Age of Resistance, izleyiciyi 1982 tarihli The Dark Crystal filminin öncesine götürüyor. Bu evreni yaratırken Kapodakya’dan da ilham aldığını söyleyen yönetmen Louis Leterrier, Fulya Turhan’ın sorularını yanıtladı. Leterrier, “Dizi, bazen korkutucu olabiliyor evet ama sizi durup düşünmeye, dünyanıza bakmaya ve neler olup bittiğine dair ailenizle ve arkadaşlarınızla konuşmaya itiyor. Adeta bir fabl gibi, Grimm Masalları gibi,” diyor…
Susam Sokağı ve The Muppet Show gibi önemli yapımlara imza atmış Jim Henson’ın 1982 yapımı efsanevi filmi The Dark Crystal‘ın öncü öyküsünü anlatan The Dark Crystal: Age of Resistance, ağustos sonunda izleyiciyle buluştu. The Transporters ve The Incredible Hulk gibi yapımlarla tanıdığımız Louis Leterrier, orijinal filmin büyük bir hayranı olarak dizinin yönetmenliğini üstlendi. Louis Leterrier ile The Dark Crystal evrenini konuştuk.
Röportaj: Fulya Turhan
Orijinal “The Dark Crystal” filmi sizin için ne anlam ifade ediyor, neyi temsil ediyor?
Her şeyi, ama her şeyi. Filmi izlediğimde çok küçüktüm. Benim için gerçeklik ve kurgu arasındaki çizginin bulanık olduğu zamanlardı bunlar. Bir sinemaya gidiyorsunuz ve bambaşka bir dünyanın içine giriyorsunuz ve bu dünya çok farklı. Aynı zamanda da elle tutulabilir ve nesnel bir dünya. Filmi izlediğimde kendimle bağdaştırabileceğim şeyler görmüştüm. Diğer filmlerde izlediğim aktörler ya da uzay gemileri gibi değillerdi bunlar; daha çok büyük oyuncaklara benziyorlardı. Tam olarak anlayamadığım ancak tamamıyla kabul ettiğim öğelerdi bunlar. Bir yandan da inanılmaz bir korkuya kapılmıştım ama kesinlikle bir film yapımcısı olmak istediğimi anlamıştım. The Dark Crystal, bende hikâye anlatma isteği uyandırmıştı; kameraları kullanarak hikâyeler anlatmak, yeni dünyalar keşfetmek… Bunun yapmak istediğim meslek olduğunu bilmiyordum yani evet, babam da bu mesleğin içindeydi ancak bunu ciddi ciddi düşünmemiştim. Aslında geleceğe dair hedeflerinizi her zaman 10 yaşındayken koymazsınız ama kalbinize dokunan bir şey olduysa, bunu tüm benliğinizle bilirsiniz. Bu film benim için o kadar önemliydi ki filmi tekrar ve tekrar izledim. Arkasında yatan büyük düşünce üzerine kafa patlattım.
Peki, “The Dark Crystal” dünyasının öncesinde gerçekleşenleri anlatan projeniz “The Dark Crystal: Age of Resistance” nasıl ortaya çıktı?
Hollywood’da yaşıyorsanız sektörden birçok insanla tanışma fırsatı bulursunuz. Menajerim bana kiminle tanışmak istersin diye sorduğunda hiç şüphe etmeden Henson Şirketi yetkilileriyle tanışmak istediğimi söyledim. Bunun sebebi sadece The Dark Crystal değildi elbette; bunun dışında Susam Sokağı ya da The Muppet Show gibi yapımlar da sözkonusuydu. Henson’ın her bir yapımı benim için o kadar değerli ve etkiliydi ki onlardan biriyle görüşmek ve projeleri hakkında konuşmak istiyordum. Aynı zamanda babaları Jim Henson’ın tüm bu klasikleri nasıl yarattığını, nereden ilham aldığını ve ne gibi teknikler kullandığını öğrenmek istiyordum. Buluştuk, muhabbet ettik ve birbirimizi hemen sevdik. Aynı kafalardaydık, aynı hikâyeleri anlatıyorduk. The Dark Crystal‘ın hayatımı nasıl değiştirdiğini onlara da anlattım. Onlar da The Dark Crystal için bir devam filmi çekmeyi planladıklarını ve projeye dahil olmak isteyip istemediğimi sordular. Tabii ki hemen kabul ettim ama sonra bunun büyük bir hata olabileceğini fark ettim çünkü kötü bir iş çıkarırsam kendimi asla affetmezdim. Seyirci de affetmezdi elbette ama ben de kendimi affedemezdim. O yüzden ağır ağır ama emin adımlarla ilerlemeye karar verdim. Projeye adeta değerli bir elmas gibi yaklaşmaya çalıştım, her şeyini inceledim, senaryoya tekrar tekrar göz gezdirdim. Büyük resmi görmeye çalıştım, anlatmak istediğimiz hikâyenin ne olduğunu ve bunun teknik gerekliliklerini sindirmeye çalıştım. Bu hikâyeyi anlatmak istiyorum ve bunu Jim Henson’ın yaptığı gibi kuklalarda yapmak istiyordum. O nedenle kuklalarla ilgili de geniş çalışmalar yapmam gerekti. Çok geçmeden şunu fark ettim; orijinal filmin büyük bir hayranı olarak filmden sonra olanlardan ziyade, filmden önceki zamanlarda meydana gelmiş olanlarla daha çok ilgileniyordum. Filmde ele alınan öykünün öncesi çok daha ilgi çekiciydi. Hensonlara sürekli bu dönemle ilgili sorular soruyor ve cevapları karşısında aslında bu hikâyenin ne kadar iyi olduğunu görüyordum. Çok geçmeden aklımıza bir soru düştü; acaba bir devam filminden ziyade, orijinal filmde geçen hikâyenin öncesini ele alan bir film mi yapmalıyız? Çünkü böylesi çok daha ilgi çekiciydi. Ama sorun şuydu ki inşa etmemiz gereken çok fazla dünya ve açıklanması gereken çok fazla olay örgüsü ve karakter vardı. O nedenle bu projenin bir film olarak yapılamayacağını fark ettik. Tüm projeyi baştan aşağı değiştirmemiz gerekiyordu, buna ikna olduk, yapılması gereken buydu. Bu kararı aldıktan sonra da bu projeyi gerçekleştirmemize yardımcı olacak bir mecra aradık. Bu projeyi gerçekleştirmek isteyecek kadar orijinal ve maceraperest tek bir mecra vardı: Netflix. Onlara gittik, projeden bahsettik, anlatmak istediğimiz hikâye bu dedik ve ekledik; bunu kuklalarla yapmak istiyoruz. Gözlerini bile kırpmadan kabul ettiler. Muhteşem bir toplantıydı. Tabii bu 4-5 sene önceydi. Bulunduğumuz noktaya gelebilmek uzun zaman aldı ama hiçbir zaman fikrimizi değiştirmedik.
“Netflix ile çok güzel bir ilişki kurduk”
Yapmak istediğiniz her şeyi gerçekleştirebildiniz mi?
Evet, projeyle ilgili yapmak istediğim her şeyi yaptım. Bu, bir film yapımcısının bir mecrayla kurabileceği en iyi ilişkilerden biriydi. Şunu anlamak gerekiyor; bu projeyi gerçekleştirirken sıfırdan kocaman bir dünya, olay örgüsü ve karakterler inşa etmek gerekiyordu. Bir karakteri tam anlamıyla inşa edebilmek 1-1,5 sene alıyor. Dolayısıyla onların sizin vizyonunuza güvenmesi gerekiyor çünkü bir noktadan sonra bu işten geri dönüş yok. Bir karakteri ya da olayı beğenmediğiniz için süreci durdurursanız bu, treni durdurmak anlamına geliyor ve sonunda her şey imkânsız bir hal alıyor. Planı oturtmak için yoğun bir toplantı gündemimiz oldu elbette ancak planlamayı tamamladıktan sonra Netflix bizi özgür bıraktı. Arada bir güncelleme istiyorlardı, sete uğruyorlardı. Bize bir takım tavsiyeler ve fikirler veriyorlar, devam etmemiz için destekliyorlardı. Gerçekten çok güzel bir ilişki kurduk. Sonunda da hem onlar hem de biz, çıkarttığımız işle büyük gurur duyduk.
Kuklalarla çalışmak nasıl bir şey? Farklı olduğunu tahmin edebiliyorum ama ne kadar zordu? Aksiyon sahnelerini hazırlarken ve çekerken örneğin, kuklaları kullanmak sizi sınırlıyor muydu?
Kuklalarla çalışmak elbette çok farklı ve hiç şüphesiz dünyanın en zor işlerinden biri. Oldukça teknik bir mesele çünkü. Nihayetinde bir film çekmek, hikâye anlatmak zor elbette, özellikle de bunu doğru yapmak istiyorsanız. Ama sonunda bu duruma da alışıyorsunuz. Bir sistem oturtuyor ve sizin gibi düşünen insanlarla birlikle farklı yöntemler geliştiriyorsunuz. Ben diğer aksiyon filmlerini çekerken de hep böyle çalıştım. Büyük film yıldızlarıyla devasa aksiyon filmleri çektim. Karakterleri araba takiplerine yerleştiriyor, onları yüksek binalardan atlatıyordum. Bazen CGI (bilgisayar üretimli imgeleme) karakterleri kullanıyordum, Hulk gibi örneğin. O nedenle nasıl çalışmanız gerektiğini biliyorsunuz. Teoride soyut bir fikriniz var. Ne anlatmak istediğinizi, ne yaratmak istediğinizi biliyorsunuz ve bunların hepsini ona göre bir bütün haline getiriyorsunuz. Kuklacılık da tıpkı bunlar gibi; sadece hep birlikte çalışmanız gerekiyor. Kahvaltıdan sonra ekiple toplantımızı yapıyor, sete gelip provaları çekiyor ve nihayetinde istediğimiz gerçekliği yakalayabilmek için birlikte çalışıyorduk. Sözkonusu olan, yönetmen olarak sadece ben ya da bir aktör değil. Benim yanımda üç kuklacı vardı örneğin ve diğer teknik meselelerle ilgilenen, ormanı yaşayan bir gerçekliğe dönüştüren koca bir ekip. Dizide gördüğünüz her sahnenin arkasında inanılmaz bir ekip işi olduğundan emin olabilirsiniz.
“Kapadokya’dan ilham aldım”
Karakterleri ya da mekânları inşa ederken nelerden ilham aldınız? Türkiye ile ilgili bir şeyler olabilir mi örneğin?
Kesinlikle öyle. Dizide gördüğünüz mağara yerleşkeler tamamıyla Kapadokya’dan esinlenme. Türkiye’den ilham aldım. Bir dünyayı hiçlikten yaratamazsınız. Bir şeylerden ilham alırsınız ve sonra onu değiştirir, evirir çevirir ve başka bir şey yaratırsınız, kendi orijinalliğinizi bulursunuz. İnsanlık binlerce yıldır gelişmekte ve bundan ilham almamak anlamsız olur. Ben de insanlık konseptini diziye olabildiğince fazla nüfuz ettirmeye çalıştım. İnsanlığın yaratımlarından biri de Kapadokya, bu nedenle oradan oldukça fazla ilham aldım.
“The Dark Crystal: Age of Resistance” yaşadığımız dünya hakkında neler söylüyor? Gezegene saygı duymak hakkında, gücün sömürüsü hakkında ve yönetici sınıfının davranışları hakkında ne gibi mesajlar veriyor?
The Dark Crystal‘ın mesajı benim için ve Hensonlar için oldukça önemli. Ben sadece Jim Henson’ın yaktığı meşaleyi devraldım. Jim Henson bir şairdi. Dünyayı hisseden bir insandı. İnsanlığa, zamana ve dünyaya oldukça bağlıydı. The Dark Crystal‘ın mesajı da dünyaya açılması gereken bir mesajdı. Zamanının çok ötesindeydi. Filmin başlarındaki olaylar, Jim Henson’ın kâbusuydu. Yönetici sınıfı, politikacılar, her zaman sömürdüğümüz dünya… Kraliyet kâhyasının çok sevdiğim bir sözü var: Ben dünyaya yalanlar ekerim ve sonra onlar gerçek olarak büyürler. Günümüzde olanlar da tam olarak bu. Herkes bunu yapıyor, sadece politikacılar değil. Sosyal medya platformlarındaki insanlar için de geçerli bu. İnsanlığın kötü tarafı salıverilmiş gibi. Filmde de iyi ve kötü arasındaki bu ikilemi gözlemlemek mümkün. Her insanın içinde iyi ve kötü vardır fakat günümüzde kötü tarafımız daha baskın gibi. Politik sistemimizi kötüye kullanan berbat insanlar var. Biz bundan daha iyiyiz ve bir an önce uyanmamız lazım. Eğer bunu yapamazsak bizden önceki medeniyetlerin başına gelenler bizim de başımıza gelecek, tıpkı Gelfling ırkı gibi. Jim Henson’ın 37 yıl önce vermek istediği mesaj buydu. Çok iyi bir eğlence aracı ama aynı zamanda ailecek izleyebileceğiniz inanılmaz bir eser. Dizi bazen korkutucu olabiliyor evet ama sizi durup düşünmeye, dünyanıza bakmaya ve neler olup bittiğine dair ailenizle ve arkadaşlarınızla konuşmaya itiyor. Adeta bir fabl gibi, Grimm Masalları gibi. The Dark Crystal dünyası, bizim yaşadığımız dünya için ve bu dünyayı anlayabilmemiz için bir metafor. 37 sene önce, şair Jim Henson tarafından bize gönderilmiş olan bir mesaj…