‘Star Wars: Skeleton Crew’ın Başyazarları Jon Watts ve Christopher Ford – Özel Röportaj
Mert Turak – Özel Röportaj
Kızıl Goncalar’ın “kötü adamı” Mert Turak ile röportaj yapacağımız belli olduğunda diziyi sürekli izlemediğim için işi bir başkasına devretmek istemiştim. Ama mesleki merakıma yenilip hakkında biraz araştırma yapınca İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda onu birçok rolde izlediğimi fark ettim. Sonra bir de röportajını izleyince karşıma çıkan kişiyle tanışma ihtiyacı hissettim. Bir insan nasıl bu kadar kapılabilir bir role? Nasıl bambaşka bir kimliğe bürünebilir, diye merakla sorularımı sıraladım.
Biraz başa dönelim istiyorum. Yılan Hikayesi’nde oynamışsınız. O dönem oyuncu olmak isteyen Mert’in içinde nasıl bir heyecan vardı? Tiyatro o dönem de devam ediyor olmalı ama dizi başka bir dünyaydı herhalde.
Tek hatırladığım, Bülent Şakrak benim üst sınıfımdı. O dönem Memet Ali Alabora da Yılan Hikayesi’nde başrol olduğu için aralarında konuşmuşlar, küçük rollere bizim okuldan birileri gelsin, çocuklar da bu işten ekmek yesin diye. Biz böyle küçük rollere gidiyorduk o dönem.
Öğrenciyken dizilere girmek havalı, öyle değil mi?
Tabii, hem de nasıl! Bir de birinci, ikinci sınıfta insan kendini aktör zanneder. “Ben artık oyuncuyum” diye düşünür ama tam mezun olurken “Aman Allah’ım hiçbir şey öğrenmedim, ben ne yapacağım şimdi?” der. Sorduğun soruyu da hâlâ düşünürüm. Marlon Brando’nun bir lafı var ya; medyanın ve insanların etrafınızda yarattığı dünyaya sakın kanmayın, kendi içinizdeki kendinizi sakın unutmayın, diye ama ister istemez annenin, babanın, eşinin dostunun sen başka bir ülkede olsan şurada olurdun, ah işte şu iş niye sana gelmedi, gibi sözleri seni böyle bir şeye itiyor. Sen dünyada en sevdiğin işi yapıp üzerine para da alsan bir anda acaba hak ettiğim yerde değil miyim, gibi bir durumun içine giriyorsun. Şimdi senin sorun birazcık daha büyük bir şeyin parçası olduğumu hatırlatıyor bana. Kendime bu ara bunu hatırlatmam lazım. En sevdiğim işi yapıyorum ve bunun üstüne de para veriyorlar. Tabii ki bu bir farkındalık, tabii ki bu bir fark edilme zaafı, aktörlük tabii ki bir meslek ama bütün ışıklar söndüğünde hep İstanbul’a ilk geldiğim zamanki şeyi hatırlarım. Genco Erkal gibi, Bülent Emin Yarar gibi, Haluk Bilginer gibi bir aktör olmak istiyordum. Bir tiyatro aktörü olmak istiyordum. Sonra hayat karşıma dizileri, sinemayı çıkardı. Şükürler olsun. Sonra mesleğimiz başka bir yere evrildi ama bu soru bugünlerde biraz kendime hatırlattığım bir soru. O yüzden iyi geldi bunu duymak. Yani sırt çantasıyla İstanbul’a gelen çocuğu unutmamak lazım.
Siz şehir tiyatrolarında yetişmiş bir oyuncusunuz, dizi oyunculuğuna kaymak o anlamda zor oldu mu? Muhakkak farklılıkları vardır. Ne bileyim çekim günleri fazladır, yönetmenler belki bilgisizdir ya da başrol oyuncuları sizin kadar iyi oyuncular değildir. Şehir Tiyatroları’nda yetişmiş birinin yaşadıkları daha zor olmalı.
Mert Turak: Aslında aynı garipseme devam ediyor kendi içinde. Çünkü ben Şehir Tiyatroları’na 2003’te girdim, ilk başrolümü 2005’te oynadım ve 2005’ten 2017’ye kadar neredeyse her akşam oy- nadım. Üç buçuk saatlik oyunlar oynuyordum. Hafta sonu Romeo ve Juliet’te Romeo’yu oynuyordum, pazartesi-salı sesim kendime geliyordu. Sonra çarşamba bir daha Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, 3,5 saat sürüyordu. Her akşam 500-600 kişiye oynamaktan dizi setlerine geçince ben böyle bir şey için yaratılmadım, dedim. Sabah çekime başlanır, kimse uyanmamış daha. 3-2-1 kayıt, diye bağırılır. Sen havaya girmiş oynarken yönetmen “Kestik!” diye bağırır! Kestik mi? Beni her akşam 600 kişi ayakta alkışlıyor. Yönetmen gelmiş bana burada kestik diyor. Buna alışmam kolay olmadı.
Bir de tiyatroda doğruca reaksiyon alıyorsunuz. Dizi pek öyle değil.
Mert Turak: Metin Akpınar’ın dediği gibi; “Seyirci bin kollu bir ahtapottur.” Oyun boyunca senin üzerine gelir. Burada kesin gülecekler dediğin yerde gülmezler ama hiç ummadığın yerde seni mükâfatlandırırlar. Bu yolculuk olmayınca daha yeni yeni dizilere kendimi bırakabildim. O baskının olmayışını da bir şeylere çevirebilirim. Dizi setindeki durumu, kamera karşısındaki yolculuğu yeniden yapılandırmak ve bunun üzerine biraz düşünmek için zamanım oldu. Çünkü tiyatrocu olarak kamera seni görmese de Mert Bey kamera orayı görmüyor dense de oynamaya devam edersin.
Naim Efendi’ye gelirsek itici, kötü adam rolünü benimsemek kolay mıydı?
Mert Turak: Naim rolü geldiğinde en çok düşündüğüm şey buydu. İlk defa kötüyü oynayacaktım. Nasıl tanımlamamız lazım diye menajerim Abdullah Bulut ile uzun uzun konuştuk. İnsani bir yerden alalım diye düşündük. Ama şimdi yavaş yavaş insanların yorumlarına baktığımda; ya bu adam karısını asmaya kalktı, bu adam hödüğün teki, bu adam yobazın teki, diyorlar. Ama gülüyorum da ben buna, acıyorum da yer yer. O minik minik yorumlar aslında karakteri tek boyutlu ele almadığımın, dersime iyi çalıştığımın karşılığı gibi. “Vallahi abi senden nefret ediyoruz da arada bir gülüyorum niyeyse!” diyorlar. O durumlar bana aktör olarak role nefes aldırabildiğimi gösteriyor.
Günlük hayatta gerçekten bambaşka bir tarzınız var. Ama o Naim karakterine büründüğünüzde olay bambaşka. Kendinizi aynada Naim olarak ilk gördüğünüzde neler hissettiniz?
Mert Turak: Ben hep rol çalışırken kendimle challenge yapmayı severim. Kendime, tabiri caizse çile çektirmeyi çok severim. Geçen ağustosta rol ilk geldiğinde dedim ki madem inançları ve içgüdüleri arasında kalan bir adam bu, her günü oruçlu geçiriyordur muhtemelen. Instagram’da da bir video izlemiştim. Adam günde tek öğün yiyormuş, akşam altıda. Dedim başarabilir miyim acaba? Sonra öğrendim ki Joaquin Phoenix, Joker filmi çekilirken günde bir tane yeşil elma yiyormuş, manyak! Koca bir gün sadece bir tane yeşil elma. Ve diyor ki, Joker’in o dünya yutma açlığını oraya yasladım. Tabii ben kusursuz bir şekilde başaramadım ama ara ara böyle bir iki atıştırmalık, iki bisküvi derken akşamı ediyordum.
Gerginliği de açlıktan alıyorsunuz yani bir şekilde öyle mi?
Mert Turak: Evet, o dönem bana çok iyi gelmişti o. Sette diğer oyuncu arkadaşlarım yemek yerken öğlen ikide, benim daha yemek yememe 4 saat var. Bu benim için güzel bir rol motivasyonu olmuş ama bu yıl biraz saldım, iki öğün yiyorum.
Naim aslında vasıfsız biri. Ama kızı şeyh namzetiyle evlenince vasıflı biri haline geliyor. Karısına ve kızına güç kullanabiliyor. Onlar olmadan gayet zavallı bir adam aslında değil mi? Yani zengin kötüyü oynamak zevklidir belki ama sizinki farklı bir kötü!
Mert Turak: Naim, elinde avcunda çok fazla bir şeyi olmayan, hıncını kızından ve karısından çıkartan bir adam. Yani eline böyle imkânlar geçince bir anda kafasını kaldıran, kendi zaaflarına yenik düşen biri. Ben o yüzden Naim’i çok severek oynuyorum aslında. Zaaflarına yenik düşüyor. Zaafları var. Zaafları olmasaydı hani diyorlar ya bilgi ceza, bilgi suç. Naimciğimin o kadar bilgisi olmadığı için onun tek derdi daha iyi arabalara binmek, daha iyi kıyafetler giymek ve önemli bir yerde itibar sahibi olabilmek. Onun o yolculuğu, düşmesi, kalkması, bu uğurda bazen yakınlarını satması, bu uğurda biraz kendi kendiyle yüzleşmesi, Naim’in yolculuğunu o yüzden seviyorum. Ben Mert olarak onun kadar saf bir yerden bakamıyorum dünyaya. Aman elalem ne der, aman şunu etmeyin, aman dur şöyle anlaşılmasın, diye geçiririm içimden. O ise önüne bir top düştü mü dan diye hemen kendi çıkarları doğrultusunda vurabiliyor. Kızına duyduğu sevgi ve aşk üzerinden her şey yapabiliyor. Yıldız Hoca şöyle derdi; her kötünün içinde bir iyi vardır, onu bulmazsınız oynayamazsınız.
Rolünüze çok iyi uymuş ve resmen kendinizin bambaşka bir versiyonunu doğurmuşsunuz. Bu yüzden sorma ihtiyacı hissediyorum, tarikat dünyasını ne kadar tanıyordunuz önceden? Bu karakterin sosyal ve kültürel bağlamını anlamak için neler yaptınız?
Mert Turak: Ben tek çocuğum. Annemle babam hep karşıt görüşlüdür. Yani babam Galatasaraylıdır, annem Fenerlidir. Siyasi görüşleri bile farklıdır. Bu yüzden hep böyle bir %50-%50 kaldım hayatta. Empati yeteneğimi çok geliştirmeme sebep oldu bu. Babam inançlıdır, günde beş vakit namazını kaçırmaz. Ben bir de bu projeden önce Rumi’de oynamıştım, Mevlana’da. O dönem hayatımda önemli kararlar almıştım. Bir şeyleri bitirmek, yeni bir hayata başlamak gibi. Konya’ya gittikten sonra o Rumi’nin 9 aylık yolculuğunda birazcık meczup oynarken o yolda tecrübe edindiğimi düşünüyorum. Dört dörtlük bir Müslüman değilim, keşke olsaydım. İstanbul’da gözlem yapmaya başladım, metroya bindiğim- de yanıma Naim gibi gelen insanlara baktım, tırnakları çok kusursuz bir şekilde tam dibinden kesilmiş, telefonları eski model kullanıyorlar. Gerçekten çok temizler, tertemiz ak pak. Yanına karşı cins biri geldiğinde hakikaten göz teması kurmaması. Bunlar benim karnımı karıncalandıran ve beni iştahlandıran şeyler oldu. Bir de gözlem yapmayı çok severim. Brandon’un dediği gibi; insanlar sürekli bir şeyler saklar. Ben hep yazarın yazmadıklarını oynamaya dikkat ederim.
Kızıl Goncalar’da işlenen tamamen kurmaca bir senaryo ama ülkemizde bahsedilmesi bıçak sırtı konulardan biri değil mi? Bu anlamda senaryoyu elinize ilk aldığınızda neler hissettiniz?
Mert Turak: Ben oynamam dedim önce! Hakikaten. Abdullah, ne yapıyorsun abi dedi, bu çok önemli bir proje. Olur mu öyle, karısını dövüyor, kızına baskı yapıyor dedim. Ondan sonra Ahsen Hanım’la (Tüzün Baltepe) bir toplantı yaptık. Sohbet ettik. Sonra yapımcımız Faruk Turgut’la oturduk, konuştuk. Kendileri, benim rolümün Asghar Farhadi’nin filmindeki baba figüründen esinlendiklerini söylediler. Bu rol için sizin cerrah titizliğinizdeki oyunculuğunuza çok ihtiyacımız var dediler. Çünkü biliyorsun ki bizim ülkede kötüye kötü yazılıyor. Her karakterin kendi içinde bir yolculuğu var. Büyük ya da küçük diyemezsin. Her karakterin yolculuğu çok cezbedici.
Merak ediliyor her karakter, ayrı ayrı.
Mert Turak: Kesinlikle. O dönem böyle korkularım vardı. Ama sonra senaryo ilerledikçe ben de biraz kendi korkularımla yüzleşmem gerektiğini gördüm. Konfor alanın değiştiği an hemen nasıl korkarsın? Ay, ben bunu yapamayacağım diye. Halbuki sadece bir cesaret istiyordur senden. Küçük bir dokunuşa ihtiyaç vardır. Ama işte insanın kendi konforundan çıkması gerek, başka türlü gelişim olmuyor.
Peki, izleyici tepkisi nasıl oldu? Bizim izleyicimiz biraz fazla içselleştiriyor, sanki o adam gerçekten sizmişsiniz, o kötülükleri siz yapıyormuşsunuz gibi üstünüze gelenler muhakkak oluyordur.
Mert Turak: Geçen sene teyzenin biri, “Püüü!” dedi, suratıma karşı. “Allah bildiği gibi yapsın!” falan. Teyze ne oluyor, dedim. “İkinci karıyı da aldın sen!” dedi. Ben aslında iyi biriyim, dedim. Sonra güldü teyze ama oluyor tabii böyle şeyler. Enteresan olan şu; başlarda bir ayaklandı insanlar, işte siz dini kötü göstermeyi mi cüret ediyorsunuz, siz bizim hayatımızla dal- ga mı geçiyorsunuz, diye. Hâşâ, kimsenin haddine değil onunla dalga geçmek ama dizi biterken de bu sefer bizim seküler diye isimlendirdiğimiz kesim, ya siz aslında bizimle dalga geçiyormuşsunuz, demeye başladı. Yani biz iki tarafa da yaranamadık gibi oldu. Ama bu, insanların bir şeyleri sorguladığını ve ne zamandır dile getiremediğimiz şeylerin artık izlendiğini, konuşulduğunu gösteriyor.
Senaryo gereği herhangi bir şeye sinirlendiğiniz, yükseldiğiniz anlar- dan “kestik” dendiği zamana geçiş nasıl oluyor? Biz evde sinir içinde izliyoruz o yükselme sahnelerinizi, eminim sizde de bunun bir karşılığı vardır.
Mert Turak: Babama diyorum ki, o gördüğün sinir patlamaları sence ne kadar çocukluğumla alakalı? Çocukken telefon gelirdi Malatya’dan, babam konuşurken birden sesi değişirdi öfkelendiğinde. Oralarda tabii oyuncu kendi heybesindekileri kullanabiliyor. Ama ben günlük hayatta da çabuk sinirlenen biriyimdir. Koç burcu olduğum için böyle anlık patlamalarım olur.
Bir de Hamlet’i oynamışsınız. Wikipedia sayfanızda en başta bayağı görkemli bir şekilde duruyor. Ben Jude Law’dan izledim mesela Hamlet’i. Sizden de izlemek isterdim.
Mert Turak: Okuldayken oynadım, evet. Asıl pandemi zamanı, 2019-2020 gibi, her gün bir tane Hamlet tiradı ezberleyeyim bari dedim. Sonra tiratların hepsini ezberlediğimi anladım. Andrew Scott, çok sevdiğim bir oyuncudur. Şu an tek başına Vanya Dayı’yı oynuyor. Baktım ben de siyah bir takım elbiseyle Hamlet’i ayağa kaldırmaya başlamışım. 70-75 dakika gibi, kafamda tek kişilik bir Hamlet var. Onunla büyüdüğümüz için Yıldız Kenter, Haldun Hoca zamanı hayatımız onunla geçti. Bir nevi miras gibi. Tıpkı bir çellistin konservatuardan mezun olurken Bach süitlerini arka arkaya sıralaması gibi. Gerçi tek kişi olarak Bülent Hoca oynuyor hâlâ. Sör Bülent Emin Yarar on yıldır oynuyor ama İstanbul’da da insanlar birden fazla Hamlet izleyebilmeli.
Hocalarınızı, diğer oyuncu arkadaşlarınızı ne güzel anıyorsunuz konuşmalarınızda. Bir de şanslısınız onlarla çalışma imkânı da buldunuz. Mesela Babamın Ceketi’nde Ayşen Gruda ile oynamanız da önemli olmalı. Onun son filmlerinden. Ekstra bir heyecan oluyor mu Türk sinemasının böyle çok önemli isimleriyle birlikte oynarken?
Mert Turak: Oluyor tabii, olmaz mı? Mesela biz şimdi bir çocuk filmi çektik. Tete ve Masal: Rüyalar Diyarı diye. Ben hem başrol oynuyorum hem de işin ortak yapımcısıyım. Ocakta vizyonda olacağız. Onun ikincisi için kendi kendimize hayaller kuruyoruz, “Şener Şen gelir mi?” gibi. Onu düşünmek bile insanın içini dolduruyor. Çünkü her şeyi başlatan insanlar, ustalar onlar. O yüzden çok değerliydi Ayşen Gruda ile aynı seti paylaşmak. Rahmetli Sümer Tilmaç, 2015’te Yeşil Deniz’in setine geldiğinde de çok heyecan vericiydi. Sümer abi yorgun geldi bize, uykusuzdu, rolün bir yerinde sufle aldı. Çekim bitince refleks olarak, “Nasıl oldu acaba çocuklar?” dedi. Ben de, “Sümer abi çok güzel oldu,” dedim. Döndü; “Bana doldur boşalt yapma, ben askerliği onbaşı olarak yaptım,” dedi. Açıkça bana gaz verme dedi rahmetli. Sonra bizim çocuklar da bana döndüler, sen ne karışıyorsun falan. Herhalde benim yüksündüğümü mü düşündü rahmetli, anlamadım, ertesi gün yanına çağırdı. “Sen kendine iyi bakmak zorundasın, sende özel bir hediye var, buna sahip çıkmak zorundasın,” dedi. O yüzden böyle bir ayrılık yaşadığımda, biraz tembellik yapmaya kalktığımda kendime hep hatırlatırım Sümer abinin o karavandaki konuşmasını.