‘Daliland’: Salvador Dali’nin Aşırılıklar Gösterisi, Ölüm Korkusu ve Düşüşündeki Trajedi
Salvador Dali, aykırı karakteriyle, zamanının ötesindeki avangartlığıyla ve çok yönlülüğüyle 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından biriydi. Çoğunlukla düşlerden, bilinçaltı imgelerinden, hayvanlardan ve erotik çağrışımlardan beslenen Dali, yaşadığı çağa, sürrealizm akımına ve modern sanata yön vererek arzuladığı ölümsüzlüğe de kavuştu.
Hayatı boyunca resimin yanı sıra fotoğraf, sinema ve heykel ile de ilgilenen Dali, eserleriyle olduğu kadar şatafat merakı, lüks tutkusu, aşırılıklar gösterisi, asalak çevresi ve davranışlarıyla da dikkat çekti. Bunun en büyük sebeplerinden biri de çocukluk dönemlerinden kalma duygusal travmalar, histeri krizleri ve kaprislerdi.
Sosyo-kültürel açıdan iyi bir ailede yetişmesine rağmen Dali’nin ebeveynleri ilk çocuklarının küçük yaşta ölmesini kabullenememişti. Bunun sonucunda da Dali’nin tüm çocukluğu ölmüş ağabeyinin gölgesinde geçmişti. Dali yıllar sonra yaşadığı bu duygu durumunu: “Doğar doğmaz tapılırcasına sevilen bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım” sözleri ile dile getirecekti.
Fakat annesinin desteğiyle resime yönelen Dali, kısa sürede yeteneğini ve sıra dışı yaratıcılığını gösterecekti. 18 yaşına geldiğinde yani 1922’de Madrid’e taşınan Dali, ilk dönemlerinde kübizmin ve dadaizmin yoğun etkisinde kaldı. Ayrıca Madrid’de hayatını değiştirecek yönetmen Luis Bunuel ve şair Federico García Lorca ile tanıştı. Gençlik yıllarında anarşizme de ilgi duyan Dali, bu süreçte ressam Joan Miró vasıtasıyla “Sürrealizm Manifestosu”nu yazan ve sürrealizmin kurucusu olan André Breton ile de tanıştı.
1929’da yakın arkadaşı Luis Bunuel ile birlikte çektiği Un Chien Andalou (Bir Endülüs Köpeği) isimli kısa film ise sanat dünyasında geniş bir yankı uyandırdı. Ancak 1929 yazı Dali için çok başkaydı. O yaz büyük aşkı Elena Dmitrievna Diakonova ile tanışan Dali, namıdiğer Gala’yı kaderi ve zaferi olarak tanımlayacaktı.
Kendisinden on yaş büyük, şair Paul Eluard ile evli ve bir çocuk annesi olan Gala’ya ilk görüşte aşık olan ve cinsel tabularını kıran Dali, esas patlamasını de Gala’dan aldığı ilham sayesinde yapacaktı. Tabii Gala’nın Dali’nin menajerliğini yapması, anlaşmalarını ve mali işlerini yönetmesi de oldukça kritik bir detaydı. Hatta o kadar ki Gala, Dali için: “Ben olmasam bindiği taksinin parasını bile ödeyemez” diyordu.
Belleğin Azmi, Hollywood Etkisi ve Diktatör Francisco Franco’ya Verdiği Destek
İlham perisini ve çılgın ruh ikizini bulan Dali, 1931’de sansasyon yaratacak ve görenin bir daha unutamayacağı “The Persistance of Memory” (Belleğin Azmi ya da Eriyen Saatler) tablosunu yaptı. Bir sahil manzarası önünde eriyen cep saatlerini tasvir ettiği bu çalışma, zaman kavramını büken ve zamana karşı geliştirilen bir protestoydu. Tanrısallaşmak isteyen Dali için zaman fazlasıyla hızlı akıyordu.
Ünü giderek artan ve göz önünde olmaktan hoşlanan Dali, esas fethetmesi gereken yerin ABD ve Hollywood olduğunu da biliyordu. O yüzden ABD’nin yolunu tuttu ve burda sergiler açtı. Dönemin vodvillerde, oyunlarda ve sinemalarda görülen önemli komedyenleri Marx Kardeşler ile de bağlantı sağlayan Dali, onlar için de bir film senaryosu yazdı.
1940’ta tüm Avrupa’yı etkisi altına almaya başlayan 2. Dünya Savaşı’ndan kaçan Dali ve Gala, ABD’ye yerleşti. Bu süreçte de Walt Disney ve Alfred Hitchcock gibi isimlerle çalışarak ışıkları iyice üzerine çekti.
2. Dünya Savaşı sona erdikten sonra tekrar İspanya’ya dönme kararı veren Dali, İç Savaş’ın ardından ülkeyi diktatörlükle yönetmeye başlayan faşist lider Francisco Franco’ya desteğini açıkladı. Aynı zamanda bir “monarşist” olduğunu da dile getiren Dali, yeni kurulan faşist rejime verdiği destek üzerine dönemin önde gelen aydınlanmacı entelektüelleri ve sanatçıları tarafından dışlanmaya başlandı.
Özellikle anarşist ya da Marksist tandanslı sürrealistler, Dali’nin şoke edici olma çabasını, abartılı karakterini, hedonizmini ve paragözlüğünü yerden yere vurdular. Hatta zamanında en çok etkilendiği isimlerden biri olan Breton, Dali’ye “Avida Dollars” (Dolarları Avuçla) lakabını taktı.
Açıkçası 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği travma, depresyon ve insanlığın çöküşü, Dali’yi de derinden etkiledi. 2. Dünya Savaşı sonrasında farklı bir ruh haline giren Dali’nin Katolik kimliği de öne çıkmaya başladı. Bu dönemine “Nükleer Mistisizm” adını veren Dali, hologramlar, optik yanılgılar ve stereoskopi gibi değişik teknikleri de denemeye başladı.
İşte, Mary Harron’ın Daliland filmi Dali’nin “Nükleer Mistisizm” sonrasındaki olgunluk dönemini ele alıyor, yaşlandıkça ölüm korkuları artan Dali ile Gala’nın aşk/nefret gelgitindeki ilişkisini ve kendilerini çevreleyen dalkavuklar dünyasını anlatıyor.
Mary Harron: ‘I Shot Andy Warhol’dan ‘Daliland’a
Kanadalı yönetmen Mary Harron, farklı yeteneklere sahip olan ilgi çekici bir karakter. 1970’lerde sistem karşıtı bir isyan hareketi olarak ortaya çıkan punk sahnesinin de bir parçası olan Harron, kariyeri boyunca yönetmenliğin yanı sıra müzik yazarlığı ve drama eleştirmenliği yapmış bir isim.
Alt kültür yanında popüler kültürü de gayet iyi bilen Harron, sinemaya da I Shot Andy Warhol filmiyle adım attı. Pop art akımının ikonik figürlerinden Andy Warhol’u öldürme girişiminde bulunan Valerie Solanas’ın bir dönem Warhol ile olan ilişkisini anlatan bu hikaye, feminist düşünceleriyle öne çıkan bir yapımdı.
I Shot Andy Warhol sonrasında kült statüsüne ulaşan American Psycho‘yu yöneten Harron, giderek bireyselleşen toplum yapısına da bir faça attı. American Psycho zaman içerisinde şiddet dozu sebebiyle çok eleştirildi. Ancak Harron erk peşindeki, güce tapan, beyaz, üst sınıf erkek temsilini ve zihniyetini alaşağı etmişti.
Bu filmlerden hareketle Harron sosyal, ideolojik vurguları olan ve bağımsız işleriyle dikkat çeken bir yönetmen. Dolayısıyla son filmi Daliland‘da da bunu sergiliyor. Daliland, Dali’nin son dönemlerindeki kaosu açıyor ve 70’lere dalıyor. Ritüellerine son derece bağlı olan ve New York’a her geldiğinde The St. Regis Hotel’deki suitte kalan Dali’nin 1973’teki sergi sürecine odaklanan yapım, kahramanlarınızla tanışmanın tehlikeleri konusunda da bir uyarıda bulunuyor.
Genç ve androjen bir asistanın Dali’nin çılgınlıklarla dolu ve rol yapmaya dayalı dünyasına dahil olmasıyla başlayan hikaye, cinsel güç dinamiklerine ve ilham kaynaklarına dair de farklı vizyonlar sunuyor. Filmde Dali’nin voyörizm (röntgencilik) merakı üzerinde de özellikle duruluyor ve The Great Masturbator’a (Büyük Mastürbatör) bir vurgu yapılıyor.
Bu açıdan Daliland, Dali ile Gala’nın ilişkisindeki detayları önemli bir yerden ele alıyor. Aynı zamanda flashback’ler aracılığıyla Dali’nin gençliğine de dönen film, açık sözlü bir muhakeme yapmaya çalışıyor. Bir yandan da Dali ile Gala’nın müsrifliğini ve sanat simsarlarıyla olan ilişkilerini anlatan yapım, Dali markası üzerinden dönen reprodüksiyon dolandırıcılıklarını ve sanat piyasasının nasıl çalıştığını da işliyor.
Dali’nin etrafındaki insanları nesneleştirmesine de değinen Daliland, cinsiyetin, şöhretin, zenginliğin ve gücün geniş bir çözümlemesini de yapıyor. Fakat Harron’ın izlediği eski ve geleneksel biyografi kodlarının filmi aşağıya çektiği anlar bulunuyor. Bu bağlamda Daliland, Dalí’nin yaşam tarzına içeriden bir bakış vaat ediyor ama bazı anlarda onu sadece bir belgesel öznesi olarak kullanıyor.
Tabii usta oyuncu Ben Kingsley’in harika bir Dali olduğunu söylemeden geçemem. Kingsley, Dali’nin sınır tanımaz evrenini içine çekmiş ve performansıyla filme bir ruh katmış. Bu açıdan Kingsley’nin filmi taşıdığını ve Dali’nin son dönemlerindeki psikolojisini de incelikle yansıttığını belirtmeliyim.
Sonuç olarak Daliland, Salvador Dali’nin büyüleyici ama bir yanıyla da rahatsız edici dünyasını yeniden tartışmaya açıyor. Filmdeki en sevdiğim sahnelerin de genç Alice Cooper’ın göründüğü sahneler olduğunu söylemeliyim. Cooper, değişen kültürün ve paradigmanın öncüsü olarak karşımızda duruyor.