Televizyon ekranı, uzun zamandır bu ülkenin aynası. Ama o aynada gördüğümüz Türkiye, her zaman yaşadığımız ülke değil. Diziler yalnızca karakterlerin hikâyesini anlatmaz; aynı zamanda mekanlar aracılığıyla bir kimlik inşa eder. Bir mimar olarak dizilere baktığımda her duvarın, her koltuğun hatta bir pencerenin açıldığı manzaranın bile hikâyenin duygusal tonunu belirlediğini görürüm.
Mimari, dizilerin sessiz ama en güçlü oyuncusudur.
BETON, CAM VE RÜYA
Son yıllarda Türk dizilerinde sıkça gördüğümüz yalılara, loft dairelere, devasa villalara bakınca Türkiye’nin gerçek sosyolojisinden çok bir “ideal yaşam fantezisi”yle karşılaşırız.
Kamera, Boğaz kıyısındaki bir terasta gezinirken hikâye çoğu zaman içindekilerden çok o evin kendisine hayranlıkla bakmamızı ister. Modern mimarinin temiz çizgileri, genellikle duygusal karmaşayı gizlemek için kullanılır. Bu sahnelerde Türkiye, artık “kendini anlatan” değil, “kendini kanıtlamaya çalışan” bir ülke gibidir. Yalı Çapkını dizisindeki ağır Barok süslemeler ya da Aile dizisindeki koyu renkli, minimal ve modern iç mekânlar, iki uç arasında salınan aynı ruh halini taşır: Gösteriş ve korunma iç içe geçmiştir. Mekân, karakterin statüsünü değil, yalnızlığını anlatır. Bazen bu gösterişli dekorların içinde sıkışmış oyunculara bakarken mimar gözüyle düşünürüm: Bu evlerde yankılanan boşluk sesi, aslında bir ülkenin hızla dönüşen kimliğinin sesidir.

KAYBOLAN MAHALLELER, KAPANAN KAPILAR
Oysa bir zamanlar Türk dizilerinin ruhu sokaktaydı. Taş duvarlı evler, açık kapılı avlular, merdiven altına gizlenmiş tabureler… İkinci Bahar, Ekmek Teknesi ya da Yeditepe İstanbul gibi dizilerde mimari, sıcaklığın, dayanışmanın ve kimliğin taşıyıcısıydı. Evler birbirine yaslanır, karakterler birbirine benzerdi. Mekân, izleyiciyi içine alan bir duygusal topografyaydı.
Bugün o mahalleler çoktan yıkıldı; yerlerinde çoğu zaman “her yerde olabilecek” beton bloklar var. Ve bu durum yalnızca şehirlerin değil, hikâyelerin de kimliğini dönüştürdü. Artık kameralar, yaşanmışlıktan çok tasarıma odaklanıyor. Bir zamanlar dizilerde duyulan kapı gıcırtısı bile samimiyetin sesi sayılırdı. Şimdi o kapılar kapandı; yerini sessiz, şık ama kimliksiz otomatik kapılar aldı. Bu sessizlik, modern Türkiye’nin iç dünyasının da göstergesi: Ne geçmişe tamamen ait, ne bugünü tam anlamıyla benimsemiş.
DİJİTAL DÖNEMİN MEKÂNI: HER YERDE, HİÇBİR YERDE
Dijital platform dizileriyle birlikte mekân dili de küreselleşti. Cam yüzeyli ofisler, siyah mermer mutfaklar, endüstriyel loft’lar… Bu yapılar artık yalnızca İstanbul’u değil, Londra’yı, Berlin’i, Seul’ü de anımsatıyor. Mekân, evrensel bir estetikte çözülüyor. Bu yönüyle dizilerdeki mimari artık Türkiye’yi “yansıtmıyor”; daha çok Türkiye’nin dünyaya göstermek istediği yüzü kurguluyor. Bir anlamda, setlerdeki yapılar birer “sahte kimlik belgesi”ne dönüşüyor.
Bir Başkadır gibi yapımlar ise bu döngüyü kıran nadir örneklerden biri oldu. Oradaki sade daireler, dar koridorlar, yer yer bozuk sıvalar ve solgun renkler izleyicide yabancılaşma değil, tanıdıklık hissi yarattı. Mekân, kusurlarıyla gerçekti. Bu tür diziler, mimarinin sadece bir fon değil, bir karakter olduğunu hatırlatıyor.
Türkiye’nin “parlak yüzü” kadar, gölgede kalmış katmanlarını da gösterebilen yapımlar, mimariyi estetikten çok hakikat meselesi haline getiriyor.

MEKÂNIN DUYGUSU
Sanatçı gözüyle baktığımdaysa bu değişim sadece estetik bir dönüşüm değil, ruhsal bir gösterge.
Dizilerdeki mekân, karakterin iç dünyasının heykeli gibidir. Bir villanın yüksek tavanları kadar bir gecekondunun dar koridorları da karakterin psikolojisini anlatır.
Belki de Türk dizilerinin gerçek mimarisi, bu zıtlıkların arasında saklı: Bir yanda gösterişli yalnızlıklar, diğer yanda samimi yoksulluklar. Bu iki uç arasında salınan ülkenin hikâyesini, duvarlar sessizce anlatır. Kimi zaman bir pencerenin dışındaki gri şehir, karakterin ruh halini tamamlar. Kimi zaman bir mutfağın içinde görünen masa, kaybolmuş bir aile bağını temsil eder.
Diziler, farkında olmadan bir mimarlık arşivi yaratıyor: duyguların mekânları. Bir tasarımcı olarak bunu izlemek bazen bir projeyi analiz etmekten daha öğretici hale geliyor.

SONUÇ YERİNE: GÖRÜNMEYEN MİMARLAR
Diziler aslında Türkiye’nin duygusal mimarisini kuruyor. Senaryo kadar güçlü bir dil, bazen yalnızca bir merdiven boşluğunda, bir pencere pervazında gizli. Biz ekranlarda evleri izlerken aslında kim olduğumuzu tartışıyoruz:
Yıkılmış mahalleleri mi yoksa cam duvarlı rüyaları mı özlüyoruz?
Belki de ikisini birden.
Bu yüzden her yeni diziye mimar gözüyle bakarken kendime hep aynı soruyu sorarım:
Bu hikâye nerede geçiyor ve biz gerçekten orada mıyız?
Cengizhan Özcan tarafından kaleme alınan bu yazı, Episode Dergi’nin Aralık 2025 tarihli 62. sayısında yayımlanmıştır.