Peaky Blinders, Müzikleriyle de Kült
Onur Bayrakçeken, Episode derginin 16. sayısında “Peaky Blinders” dizisiyle tekrar dinlediğimiz şarkıları inceledi. Dizinin yeni sezonlarını merakla beklerken efsane dizinin müzik listesini de dinleyebilirsiniz.
Keyifli okumalar!
Birinci Dünya Savaşı’nın kanlı gölgesinin dünyanın topraklarından, göğünden ve denizlerinden insanların kalbine çekilmeye başladığı o yıl, 1919, ki bir rengi olsa herhalde muamma grisi ile kan kırmızının bir karışımı olurdu… Kral V. George’un bir Pirus zaferiyle muzaffer askerleri, yorgun ve sarsılmış halde topraklarına dönüyor: Kimi Londra’ya, kimi Manchester’a, kimi Belfast’a, kimi Dublin’e, kimi Edinburgh’a… Kaçı o şanlı İngiliz kraliyetinin pek yakında bin bir sorunla sarsılacağının farkında bilinmez.
Biraz sonra, yıllardır İngiliz zulmü altında inleyen İrlanda, derken teslim oldu sanılan Anadolu, ardından Hindistan başkaldırarak “zafer yorgunu” İngiltere’yi hepten sarsacak. Hükümetler düşecek, politik kariyerler sona erecek, ekonomi başını aşağı eğecek. Tüm bunların arasında savaş boyu ölümle, kanla, tecavüzle yüzleşmiş adamlar bu yeni, geleceği müphem, gri ve kırmızı İngiltere’de kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışacaklar.
O adamlardan biri, Thomas Shelby. O bir hayalet, o bir tanrı. O bir erkek, o bir guru. Sen ise yalnızca mikroskopik bir dişlisin, kırmızı sağ elinin tasarladığı katastrofik planda. Başçavuş Thomas Shelby gururlu bir adam. Bir parça İrlandalı, bir parça Roman. Ağzında sigarası, başında kasketi, gördüğü travmatik savaş kâbuslarıyla gözleri uykusuz, yakışıklı, hep karizmatik, bir o kadar tekinsiz. Yine de onu, Nick Cave’in puslu sesiyle söylediği o cümlelerden daha iyi ne anlatır ki: “O bir hayalet, o bir tanrı…”
Shelby ailesinin Birmingham’da başlayan gangster dünyasında yükselme yolculuğunun hikâyesi Peaky Blinders. O hikâyenin kaptanı da Thomas Shelby ve yerini almak üzere olduğu sahne, Nick Cave & The Bad Seeds’in işte o meşhur şarkısıyla açılıyor: “Red Right Hand” (1994). Peaky Blinders‘ın jenerik müziği olarak her bölümün açılışında karşımıza çıkan ve bir ara PJ Harvey ve Iggy Pop/ Jarvis Cocker yorumlarını da duyacağımız bu şarkı, sadece Thomas Shelby karakterini sese dökmekle kalmıyor; dizinin tekinsiz atmosferini de karanlık sözleri, aksak ritmiyle pek yerinde yansıtıyor.
Müzik âlemiyle haşır neşir olanlar bilir ancak bilmeyenler için “Red Right Hand”in dizi için yazılmadığını, 1994 tarihli Nick Cave & The Bad Seeds albümü Let Love In’de -biraz da tesadüfen- yer aldığını söyleyelim. Tesadüfen dedim çünkü esasında ne Nick Cave’in ne de grubu The Bad Seeds’in aklında böyle bir şarkı yazmak varmış. Şarkının yazarlarından, dönemin The Bad Seeds basçısı Mick Harvey’in dediğine göre şarkı bir “jam” esnasında ortaya çıkmış. Sonra sonra üzerinde çalışmış, bizi Peaky Blinders’ın Guy Ritchiesk atmosferine hazırlayan şimdiki haline getirmişler.
Hah, siz sormadan söyleyeyim, “Guy Ritchiesk” tabirini ben uydurdum (sanırım). Fakat her anlamda Peaky Blinders’a cuk oturduğunu düşünüyorum. Gangster janrına yaklaşımları pek benziyor; sadece sinematografik ya da anlatım açısından değil, müzik kullanımı açısından da.
Tıpkı Guy Ritchie filmlerinde olduğu gibi Peaky Blinders’ta da hikâyeye suç, içki, cinsellik, ölüm temalı ve her an birkaç bar masasını darmaduman edecek gibi cayır cayır bağıran rock’n’roll şarkıları eşlik ediyor. Bazen de “The Rocky Road To Dublin” ya da “Danny Boy” gibi İrlanda türküleri… Kimi zaman karanlık, neredeyse gotik, gotik değilse bile sisler altında, hüzünlü ama daima “sert” parçalar – yine Nick Cave & The Bad Seeds’in “Red Right Hand” ile aynı albümden “Let Love In” parçasını onlardan sayabilir miyiz? Herhalde, sayarız.
Doğrusu, sinema ve televizyon tarihi Peaky Blinders ekibinden daha Nick Cave hayranı bir topluluk görmemiş olabilir. Dizi, “Karanlıklar Prensi”nin Warren Ellis ile kaydettiği üç şarkıya da yer veriyor: “The Proposition #1”, “Martha’s Dream”, “Queenie’s Suite”. Bu üç şarkı da senaristliğini Nick Cave’in yaptığı western filmi The Proposition‘da (2005) çalıyordu. Eh, Peaky Blinders da bir endüstriyel-western sayılabilir herhalde; tabii, “British” olanından!
Bunlarla beraber, dizide sık sık karşımıza çıkan tek ses Nick Cave değil tabii. Dizi boyunca PJ Harvey’i de en az Nick Cave kadar duyuyoruz. İşin ironik yanı, dizide çalan PJ Harvey şarkılarının pek çoğu PJ Harvey ile Nick Cave arasındaki fırtınalı aşkın sona erdiği 1995 yılına ait To Bring You My Love’dan. Albümde PJ Harvey’e eşlik edenlerden biri de “Red Right Hand” şarkısının çıktığı dönem Nick Cave & The Bad Seeds’in basçısı olan Mick Harvey. PJ Harvey de Nick Cave de 90’lı yıllara damgasını vurdu. Peaky Blinders ise elini 2000’li yıllara da uzatıyor.
The White Stripes şarkılarını da çokça duyuyoruz örneğin. The White Stripes malum, bir davul ve bir gitardan müteşekkil, hüznü dahi hırçınlığında saklı bir gruptur. 1997’de Detroit’te yola çıktıkları sıralarda Seattle merkezli grunge dalgası henüz yeni yeni duruluyordu. Detroit ise teknonun doğum yeri olarak adını duyurmaktaydı. Jack White ile Meg White, böyle bir dönemde Gun Clubvari bir “inceden blues’a meyleden garage müziği” ile çıkageldiklerinde rock’n’roll âleminde büyük heyecan yarattılar. Daha 1999 tarihli ilk albümlerinden itibaren esaslı bir grubun geldiği belliydi. 2001’de yayınladıkları White Blood Cell ise grubu bambaşka bir noktaya taşıdı. Artık biliyorduk ki 2000’li yıllar da bir rock’n’roll klasiğine sahip olacaktı. İşte öyle bir albümdü White Blood Cells: Sade, heyecanlı, hırçın, çiğ. O albümden “I Think I Smell A Rat” ve “Little Room” kendilerine seneler sonra Peaky Blinders’ta yer buldular.
Dizi boyunca White Stripes’ın grupla aynı adı taşıyan ilk albümünden de üç şarkı çalıyor ki biri pek klasik bir İngiliz türküsünün Jack White yorumu: “St. James Infirmary Blues”. Bu türküyü Tom Jones’tan Cab Calloway’e pek çok üstat seslendirmiştir ama hiçbirinin yorumu The White Stripes’ınki kadar Peaky Blinders için yaratılmamıştır. Albümden diziye sıçramış diğer iki parça “When I Hear My Name” ile Amerikalı garaj rock üçlüsü The Soledad Brothers’tan -2011’de aramızdan ayrılan- Johnny Walker’ın da slide gitarda eşlik ettiği “I Fought Piranhas”tır.
The White Stripes parantezini kapamadan evvel belirtelim: İlk sezonun sonunda, Tommy’nin sevgilisi Grace’e mektup yazdığı o şahane sahnede çalan parçanın Jack White’ın orijinali U2’ya ait “Love Is Blindness” yorumu olduğuna dair yaygın bir kanı var; bu yanlış. Peaky Blinders’ın Amerikan ve İngiliz versiyonlarında zaman zaman farklı şarkılar çalabiliyormuş, diziyi Netflix’ten takıp edenler için söylüyorum, duyduğunuz parçayı seslendiren Jack White değil; Feverist diye bir grup. Şarkı ise dizi haricinde hiç yayınlanmamış.
Şimdi, yola devam: Tıpkı The White Stripes gibi 2000’lerin rock müziğine damgasını vurmuş Arctic Monkeys de Peaky Blinders’ta sıkça kulaklarımızı şenlendiren gruplardan. Dizinin ilk 4 sezonu boyunca farklı farklı Arctic Monkeys dönemlerinden tam 10 şarkı dinliyoruz. Bunların dördü, grubun kimi hayranlarının pek hazzetmediği ancak ben dahil pek çoklarına göre en iyi ve
özgün Arctic Monkeys albümü olan A.M.‘den (2013): “Arabella”, “R U Mine?”, “Do I Wanna Know?”, “One For The Road”.
Peaky Blinders’ta, 2000’li yıllara damgasını vurmuş bir başka albümden, Radiohead’in
‘ından da (2001) dört şarkı bulunuyor ki sanırım bu bahsini geçirmeye değer bir şey. Zira savaşın ardından psikolojik sorunlarla boğuşan Tommy ve niceleri için Radiohead’den ve Thom Yorke’un içe dönük, kendiyle baş başa sözlerinden âlâ yoldaş zor bulunur. Bu “içe dönük” parçalar arasına David Bowie’nin, ki Thom Yorke’un başat ilham kaynaklarındandır, veda albümü Black Star‘dan (2016) “Lazarus”u da eklemeli. Üçüncü sezonun beşinci bölümünün açılışında çalan şarkı, yaralarını saran ve tabiri caizse Lazarus misali “yeniden dirilen” Tommy’e eşlik eder.
Peaky Blinders, daha nice çağdaş popüler müzik klasiğini içinde barındırıyor. Ben diyeyim Tom Waits, siz deyin Leonard Cohen… Bununla beraber, böyle bir dizide geleneksel müziğin izlerini bulamasak üzülürdük herhalde. Neyse ki imdadımıza Johnny Cash yetişiyor.
Country müziğin belki en özgün ve en meşhur ismi Johnny Cash, diziye iki parçayla katılıyor. Bunlardan biri, aslı Bruce Springsteen’ın The Rising (2002) albümünde yer alan “Further On (Up The Road)”. Johnny Cash, Springsteen’ın şarkısını öyle yorumlamıştır ki Springsteen’ın kendisinin bile -bir o kadar harika olsa da- şarkıyı Cash üstadından dinlemeyi tercih ettiğinden eminim. Bu arada aynı adlı bir blues klasiği de vardır, karışmasın!
Johnny Cash’in Peaky Blinders’a kattığı diğer parça ise pek meşhur bir İrlanda türküsüdür: “Danny Boy”. İrlanda’nın İngiliz emperyalizmine kök söktüren bağımsızlıkçı, cumhuriyetçi devrimcilerinin dilinde daha bir şanlı tınlasa da aslında bu türkünün sözlerini yazan kişi Frederic Weatherly isimli bir İngiliz’dir! “Londonderry Air” namıyla bilinen geleneksel bir İrlanda ezgisinin üzerine yazmıştır sözleri. Ezgiyi ona gönderense ABD’de yaşayan kardeşidir.
Bay Weatherly bu türküyü yazdı yazalı, “Danny Boy” bilhassa dünyadaki İrlanda diasporasının dilinden düşmez olmuştur. İrlandalı olup da şarkı söyleyen hemen herkes en az bir defa “Danny Boy” yorumlamış olabilir, türkünün öyle bin bir yorumu vardır. Ancak benim dinlediklerim arasında hiçbiri Johnny Cash’in kilise orgu eşliğinde söylediği “Danny Boy” kadar kendine has değildir. Sanırım “Danny Boy”un Johnny Cash yorumunu tercih etmeleri bile Peaky Blinders’ın müzikleriyle meşgul dostların bilgisini ve zekâsını ispatlar bir delildir.
***
Peaky Blinders, hiç kuşkusuz bir şaheser; sinematografisiyle, hikâyesiyle, oyunculuklarıyla şimdiden tarihin en iyi dizileri arasına adını yazdırdı. Ancak onun biricik imzalarından biri de müzikleri. Burada andıklarımızın yanında daha neler, ne cevherler var. Bundan yıllar yıllar sonra Peaky Blinders diye bir diziden konuşurken, “Ne şahane müzikleri vardı!” diyeceğimiz kesin.
Şimdi “Red Right Hand” eşliğinde Thomas Shelby’i bir kez daha kurtlar sofrasına uğurlarken müsaadenizle ben çekiliyorum. Son olarak da Peaky Blinders’ın beşinci sezonu için herkese iyi seyirler, bir de keyifli dinlemeler diliyorum…