Psikanaliz: Fleabag
Bir borderline’ı kendi gözünden ve kendi özyaşam hikâyesine göz atarak görmek bize her zaman nasip olmaz, Fleabag ise yıkılan dördüncü duvarı ve çok iyi şekilde yazılmış karakterleriyle buna harika bir istisna oluşturuyor.
İngilizlerin en iyi olduğu alanlardan biri kara komedi. Bunlardan biri olan Fleabag, bu kuralı bozmadığı gibi kara komediye normalde barındırdığından bile fazla derinlik ve çok yoğun bir gerçeklik katarak sadece “bunlardan biri” değil, en iyilerinden olmayı başarmış bir dizi. Dizinin yaratıcısı ve başrol oyuncusu Phoebe Waller-Bridge çalkantılı bir hayatı, tutarsız ilişkileri ve inişli çıkışlı ruh hali olan genç bir kadını yazıp oynadığı Fleabag ile öfke, hüzün ve kahkahayı mükemmel bir şekilde harmanlayıp -en azından psikiyatrist gözüyle- bir başyapıt yaratmış.
Dizideki başkarakterin de birçok karakterin de ismini bilmiyoruz. Fleabag’i düşkün, kirli, ucuz şeyleri tanımlayan bir kelime fleabag ile anlatan ve gerçek adını bile anmayan Waller-Bridge, Fleabag’in kendisini nasıl algıladığının en önemli işaretini de veriyor bize. Latince bir deyiş olan “nomen est omen” yani “ad bir işarettir” burada da çok güzel işlenmiş. Dizideki karakterlerin çoğunun bir adı bile yok. Fleabag neredeyse kontrolsüz diyebileceğimiz, kendi sınırlarını tanımlayamayan ve ötekinin arzusuna göre hareket etmeye meyilli bir kadın. Dizi onun ekseninde dönse de yaşadığı çoğu olayda ötekilerin isteğine ya da öfkesine göre pozisyon alıyor. Yani bir yandan isminin yokluğu gibi kendisi de yok. Varlığının görünür hale geldiği neredeyse tek yer, ötekinde yarattığı duygular. Bazen ötekinde yarattığı şehvet, bazen öfke, bazen hüzün, bazen tiksinti ile görünür hale gelir Fleabag.
Fleabag’i sevmemin en önemli nedeni işte bu, bir semptomun ya da duyguların zeminini, bir insanın disfonksiyonel aile yapısını ve bunların olan bitenle ilişkisini bize içtenlikle sunması.
Dizinin ilk sahnesinde evine sevişmek için gelecek bir adamı bekleyen Fleabag dördüncü duvarı yıkar ve bize seslenir. Dizideki en önemli unsur yıkılan dördüncü duvardır, bizi hikâyeye ve karakterin iç dünyasına dahil eder. Fleabag olayları yaşarken bize dönüp espri yaptığında ya da o anda aklından geçenleri bize anlattığında giderek daha yakın hissederiz ona. Başta tuhaf ya da sinir bozucu gelen yanları, içini gördükçe bize anlamlı gelmeye başlar. Çevresindekilere garip gelen davranışlarını, biz onun iç sesini dinlerken anlayabiliriz. Oysa en yakınındakiler bile Fleabag’in neyi neden yaptığını hiç anlayamıyor gibidir, onu sadece uyandırdığı, çoğunlukla olumsuz olan duygularla tanımlarlar.
Fleabag’i sevmemin en önemli nedeni işte bu, bir semptomun ya da duyguların zeminini, bir insanın disfonksiyonel aile yapısını ve bunların olan bitenle ilişkisini bize içtenlikle sunması. Borderline Kişilik Bozukluğu’ndan muzdaripmiş gibi gözüken Fleabag’in hikâyesi, sinemada bize dışarıdan sunulan borderline öykülerinden farklı bir şey gösteriyor. Sadece çılgın, şehvetli, delifişek bir kadını gördüğümüzde onu yaftalamak, olumsuz algılamak ve ahlaki normlarla yargılamak çok daha kolayken Fleabag bize içeriden hatta sadece kendi bakış açısı ile değil, kendi zihninin içinden anlatıyor öyküyü.
Borderline kişilik bozukluğu, tüm çalkantısı ve renkleriyle edebiyat ve sinema için her zaman ilgi çekici profiller oluşturur. Ama nedense borderline’lar hep kadındır ve genellikle kahramanın dengesiz sevgilisi ya da uzatmalısı rolünde var olurlar. Bir borderline’ı kendi gözünden ve kendi özyaşam hikâyesine göz atarak görmek bize her zaman nasip olmaz, Fleabag ise yıkılan dördüncü duvarı ve çok iyi şekilde yazılmış karakterleriyle buna harika bir istisna oluşturuyor.
Fleabag, birkaç yıl önce annesini ve onun ardından en yakın arkadaşını kaybetmiş bir genç kadındır. Annesinin yasını paylaşacağı iki kişi olan babası ve ablası, yas tutmaktan öylesine acizdir ki Fleabag’in yasını birlikte yaşayacağı bir aile ferdi yoktur. Ablası Claire nasıl göründüğünü dünyadaki her şeyden daha fazla umursayan, mükemmeliyetçi ama içinde kendisini son derece eksik gören bir kadındır. Kendilik algısı öylesine bozuktur ki güzel, akıllı ve başarılı bir kadın olmasına rağmen kendisini korkunç kocasına layık görür. Bir yandan kendisine dokunulmasına bile izin vermeyen ama kocasından da bir türlü ayrılamayan bir kadındır, yani bağlanma ve ayrılma ekseninde sorunları varmış gibi gözükür Claire’in. Fleabag ile bambaşka insanlar gibi gözükseler de Fleabag’in sorunları da tam olarak bu eksen üzerindedir. Kimseye bağlanamaz ve hatta yakınlık gördüğünde bununla ne yapacağını bilemez ama bir yandan da ötekinin temasına ihtiyaç duyar Fleabag.
Borderline’ı anlamak için önce bir bebeğin dünyayı nasıl algıladığına bakmak gerekir.
Borderline patolojinin zeminini işte bu ikilikler oluşturur. Peki, popüler kültürde adını sıkça duyduğumuz bu borderline ne menem bir şeydir?
Borderline’ı anlamak için önce bir bebeğin dünyayı nasıl algıladığına bakmak gerekir. Bir bebek dünyaya geldiğinde tüm evreni kendisinden ibaret algılar. Yenidoğan döneminde ona neredeyse sınırsız şekilde bakım veren annesini bile kendi parçası olarak algılayan bebek, anne onu beslemekte geciktikçe ve bebek kendi bedensel duyumlarının farkına varmaya başladıkça ben ve öteki diye iki kavram olduğunu idrak eder. Ardından çocuk, annenin olumlu ve olumsuz tutumlarıyla, kendisinin olumlu ve olumsuz duyumlarıyla tanışmaya başlar. Bebeğin ruhsal donanımı, iyilerle kötüleri bir potada eritmek için yeterli olmadığı için iyileri ve kötüleri iki ayrı kutup olarak algılar. Kendindeki iyi ve kötü duyumları da annesinin iyi ve kötü tutumlarını da birbirine karıştırmadan, ayrı iki blok şeklinde yerleştirir zihnine. Kendisini de annesini de iyi ve kötü olarak yorumlar. Onu besleyen anne iyi anne iken, onun ağlamasına yanıtsız kalan anne kötü annedir. Olumsuz duyumlar barındıran kendisi kötü kendilik iken, olumlu duygular barındıran kendisi iyi kendiliktir. Splitting (bölme) adı verilen bu savunma, bebeğin ilk ruhsal savunmalarından birisidir ve her yenidoğan, dünyayı ve kendisini iyi ve kötü kutuplar olarak algılar. Zaman geçtikçe bakımverenin olumlu tutumları olumsuz tutumlarından daha fazlaysa ve bebeğe karşı tutarlı davranıyorsa bebek bu iki kutbu birbirine yaklaştırıp birleştirir.
Ancak bazen, bakımveren bebeğe ihtiyacı olanın çok azını verir, tutarsız davranır; bireyleşme, kendi yeteneklerini keşfetme yönündeki teşebbüslerini ise hoşnutsuz tutumlarla ya da duygusunu çekerek cezalandırır, kendilik atılımı sevgiden yoksun kalmakla eşleşir çocuğun zihninde. İşte borderline kişilik bozukluğunun zeminini oluşturan sorunlar bunlardır.
Duygusal olarak mahrum bırakılmışlık yani olumlu tutumların yeterli olmaması, olumsuz tutumlar nedeniyle gelişen kötü kendilik/anne parçasının, iyi kendilik/anne parçasıyla bir araya gelmesini imkânsızlaştırır. Bebek o küçücük iyiye tutunup kötünün onu kirletmemesi için splitting’e başvurur. İyileri ve kötüleri birbirinden ayrı tutmaya devam eder. Bunun sonucunda insanların ve kendisinin zihinsel izdüşümlerini bütüncül ve sürekli algılayamaz. Bir insanla bir olay yaşadığında ve buna reaktif olarak olumsuz bir duygu yaşadığında, o kişiye dair daha önceki olumlu duyguları anımsayamaz. Bu nedenle borderline örüntü gösteren insanların ilişkileri her zaman gelgitli, yüceltmeli ve yerin dibine geçirmeli olur.
Bakımverenin tutarsız davranışları ve bireyleşmeyi hoşnutsuzlukla karşılaması buna şu şekilde katkıda bulunur; çocuk bazen yakın bazen uzak olan, kendilik atılımına duygusunu çekerek yanıt veren anneye karşı nasıl pozisyon alacağını bilemez. Yaklaşmak da uzaklaşmak da tehlike arz ediyor gibidir. Bir bebek için bakımveren her şeyin kaynağıdır. Bir bebek bir aya gelene kadar yatağa bırakıldığında dönemeyecek kadar acizdir, insan yavrusu zihinsel ve bedensel olgunlaşmasını doğduktan sonra tamamlayan bir canlı olduğu için anneye karşı büyük bir muhtaçlık içindedir. Sevginin ve bakımın kaynağı olan annenin duygusunu çekmesi, uzaklaşması bir bebek için –gerçekten de- ölümle eşdeğerdir. Bakım verilmeyen bir bebek yaşamını –gerçekten- sürdüremez. İşte erken dönemde yaşanan bu tip terk edilme, yok olma kaygıları ve yoğun hayal kırıklıkları erişkinlik yaşamında da kendini gösterir.
İlişkilerinde gerçek ve samimi bir insani bağın oluşmasını davranışsal ya da içsel olarak bloke eden Fleabag de hayatına giren birçok insanı aslında hayatına hiç almayarak ya da gerçek yakınlıklarını sabote ederek bağlanmaktan kaçar.
Bir borderline, terk edilme korkusu yüzünden insanlarla gerçek bağ kurmayabilir, Fleabag’in yaptığı gibi. İlişkilerinde gerçek ve samimi bir insani bağın oluşmasını davranışsal ya da içsel olarak bloke eden Fleabag de hayatına giren birçok insanı aslında hayatına hiç almayarak ya da gerçek yakınlıklarını sabote ederek bağlanmaktan kaçar.
Bireyleşmesi sabote edildiği için kendisi ve öteki arasındaki zihinsel sınırları korumakta da zorlanır. Başkalarının arzularının içinde yitip gittiği anlar sıktır. Fleabag’in erkeklerle kurduğu cinsel ilişkilerde, onların arzularına göre seviştiği ve kendisini umursamadığı anlar işte böyledir. Onların istediğine göre hareket eder. ‘’Seksi olmalısınız, hayır dememelisiniz, çünkü o böyle istiyor.’’ Dördüncü duvarı yıktığı anlarda bu düşüncelerini bize seslendirir bir yandan.
Borderline’lar ötekini ve kendisini bütüncül, sürekli ve tutarlı algılayamadığı için uzun süreli ilişkiler kurmakta zorlanır. Zaman zaman karşılarına Harry gibi bağımlı kişilik özellikleri olan birileri çıkar. Borderline özellikleri olan kişi, onları kendilerinden uzaklaştırsa da yoyo gibi uzaklaştıktan sonra geri dönerler. Zaman zaman ise bir narsisist ile karşılaşıp algılayamadıkları ve bu nedenle araya koyamadıkları sınırlar nedeniyle duygusal ve bedensel olarak sömürülürler; tıpkı Fleabag’in kendisine âşık, motorcu partneri gibi.
Algıdaki bu süreklilik yoksunluğu, kişisel hikâyeye de yansır. Borderline örüntüye sahip birçok insan, kendi öykülerini de kopuk ve sürekliliği olmayan şekilde anımsarlar. Fleabag’in en yakın arkadaşı Boo’nun ölümündeki anımsama sorunları bir kertede bundan ama daha önemlisi, hissettiği suçluluk duygusu nedeniyle kullandığı bastırma mekanizmasından kaynaklanır.
Yeterince yatıştırılamayan bir çocuğun, deneyimlemediği için içselleştiremediği yatıştırıcı ebeveyn imgesi nedeniyle gelişen dürtüsellik, Fleabag’in en yakın arkadaşının sevgilisiyle sevişmesine ve dolaylı yoldan arkadaşının ölümüne neden olmuştur. Fleabag’in belki de gerçek bir ilişki kurduğu tek insan da böylece hayatından çıkıp gitmiştir, Fleabag yine terk edilmiştir ve yine bu terk edilmede bir rolü vardır. Her nevrozun hikâyesi farklı şekillerde ve farklı kişilerle yineler, tıpkı burada olduğu gibi.
Fleabag, gerçek ilişkilerin vereceği duygusal tatminin yerine cinsellikle sağlanan bir yakınlığı koymaktadır.
Fleabag’in sorunu karşı koyamadığı cinsel dürtüleri değildir; cinselliği nasıl yaşadığı, aslında neyin yerine koyduğu ve bu cinselliği yaşarken kendisini nereye koyduğudur. İçindeki boşluk duygusunu cinsellikle doldurmaya çalışır, bu sırada cinselliği yaşarken öteki ile sınırlarını yitirip onun istediği neyse onu yaşar, neredeyse kendisi orada yokmuş gibidir seks sırasında.
Fleabag, kendisini hayal kırıklığı ve terk edilme ile karşı karşıya bırakacağından endişe ettiği için uzak durduğu gerçek ilişkilerin vereceği duygusal tatminin yerine cinsellikle sağlanan bir yakınlığı koymaktadır. Yakınlık ile öyle derin sorunları vardır ki dizinin ilk bölümünde ablası ile karşılıklı durdukları ve bakıştıkları bir andan sonra ablasının ona sarılmak için yaklaşmasına onu engellemeye çalışarak yanıt verir, çünkü ablasının ona sarılacağını düşünmemiştir bile.
Kendisi de duygusal yakınlık ve ayrılma ile ilgili sorunlar yaşayan, alkolik, habis, sevimsiz kocasını bir türlü bırakamayan, onca başarısına rağmen bir türlü içinde kendine güvenemeyen ablası, Fleabag’in yetiştiği ortamda duygusal bir problem olduğunun bir diğer göstergesi gibidir. Birkaç yıl önce ölmüş anneyi hiç görmesek bile annenin aile tarafından tutulamayan yası, dizinin önemli öğelerinden birisidir. Ailenin duyguları işlemeyi nasıl beceremediğinin vesikasıdır adeta.
Fleabag’in babası, eşinin ölümünden bir süre sonra onun en yakın arkadaşı ile birlikte yaşamaya başlamış ve kızlarını neredeyse hayatından tamamen çıkarmıştır. Kızlarıyla ölen eşinin yasını yaşamak, konuşmak, dertleşmek yerine onlara terapi seansları ya da feminist konuşmalara bilet hediye eder. Baba immatür bir adamdır, yeni eşin çocuğu gibidir, inisiyatif alamaz, kendisi de çocuk gibi olduğundan baba olamamış bir insan izlenimi verir. Bir gece, çok geç saatte Fleabag sarhoş halde babasının, büyüdüğü evin kapısına dayanır. Orada babanın tutumu öylesine yabancı, Fleabag’in o andaki üzüntüsünü ve karmaşasını yatıştırmaktan, ona babalık etmekten öylesine uzaktır ki kahramanımızın, ebeveynin yatıştırıcı işlevinden ne kadar uzak büyüdüğünü kestirebiliriz.
Dizinin ikinci sezonunda Fleabag’in bir rahibe âşık olması tam da bu yüzden hem dramatik hem komiktir. İngilizlerin “father/baba” diye hitap ettiği rahipler, baba figürünün toplumsal bağlamda vücut bulmuş hali gibidir. Fleabag, bekaret yemini nedeniyle kendisiyle sevişemeyecek ama aşkla sevdiği bir baba temsili bulmuş gibidir. Dizideki rahip klasik bir rahip değildir, Fleabag gibi disfonksiyonel bir aileden gelmiş, zaaf sahibi ve bu zaafların sembolizasyonu gibi gözüken tilkilerle başı dertte olan bir adamdır. Ne zaman zaaflarından biri olan cin içse ya da Fleabag’le yakınlaşsa ortaya çıkan ve o güne kadar sadece kendisinin gördüğü tilkileri Fleabag de görür; o da Fleabag’in dördüncü duvarı yıktığı anlarda söylediklerini işiten tek kişidir. Birbirine benzeyen ama birbirinden ayrı iki insan; birisi bağ kurmamak için çevresindekileri kendinden uzaklaştıran, diğeri bağ kurmamak için kendisini rahip yapmış iki insan.
Fleabag’in asla birlikte olamayacağı birine âşık olması da tam olarak bağlanma sorunu yaşayan bir insanın yapacağı bir harekettir ama aşkın gerçekliğini sorgulamayacağım. Hiçbir aşkın gerçekliğini sorgulamak psikiyatrinin işi değildir çünkü, dizilerde ya da gerçekte, ancak ruhsal dünyanın neresinden çıktığına göz atabiliriz, burada yaptığım gibi.
En nihayetinde Fleabag, duygusal olarak yeterli işlev göremeyen bir ailenin yarattığı örselenmiş bir çocukluğun tutarsızlıklarını erişkin hayatına taşıyan, iki büyük yasın üzüntüsünü içinde barındıran bir kadın. Dışarıdan çok tuhaf ve dengesiz gözükse de onun içinden baktığımızda aslında ne kadar yalnız ve gerçekten yanında olacak bir insana ne kadar ihtiyaç duyduğunu görüyoruz.
Bir psikopatolojinin ya da problemli görünen herhangi bir halin, o kişinin özgün bakış açısından bakınca nasıl da farklı anlamlar kazandığını anlamak için Fleabag harika bir seyirlik. İnsanlar görünenin çok ötesinde varlıklar; deniz yüzeyine bakıp gördüğümüz uçsuz bucaksız mavi ne kadar engin gözükse de denizin dibini de kattığımızda başlı başına bir evren haline geliyor, insanlar da yüzeylerinde görünenin çok ötesini taşıyor içinde. Bunu bize bir kez daha, kahkaha ve hüznü iç içe geçirerek tüm duygusuyla ve dürüstlüğüyle anlattığı için minnettarlığı hak ediyor Fleabag.
Esra Koçak‘ın bu yazısı Episode’un 20. sayısında yayımlanmıştır.