Son 10 Yılın Müzikli Diziler Rehberi
Benim için müzik hep öyle vazgeçilmez bir tutku oldu ki onu nerede bulsam orayı biraz daha çok sevdim. En sevdiğim filmlerin başını daima The Blues Brothers çekti. Whiplash (2014) filmini birlikte izlediğim arkadaşım filmi en çok hangi açıdan beğendiğimi sorduğunda “‘Caravan’ şarkısı açısından!” diye cevap verdim.
Lise yıllarımın vazgeçilmez dizisi That’s 70s Show’u ise sırf jenerik müziğinde Cheap Trick çalıyor diye izlemeye başlamıştım. Fez’in Toto’dan “Hold The Line” (1978) şarkısını söylediği sahne hâlâ televizyon ekranlarında rastladığım en eğlenceli anlardandır.
Müziğe dair, müzik endüstrisinden ya da müzisyenlerin yaşamından bahseden filmler eskiden beri vardı: The Doors (1991), Amadeus (1984), 24 Hour Party People (2002), Bird (1988), High Fidelity (2000) bir çırpıda aklıma gelenler. Nihayet son yıllarda müziğe, müzik âlemine dair dizilerin sayısında da sevindirici bir artış yaşanıyor. Ancak bu artış sevindirici olduğu kadar biz müzik tutkunları için zorlayıcı da, zira birçok vasat yapım arasından iyilerini seçmeye çalışıyoruz.
Benim de bu yazıda yapacağım, müzik âlemini mevzubahis edinen ve son 10 yılda çıkmış en dikkat çekici beş diziden kısa kısa bahsetmek olacak. Maksat müziğe dair diziler izlemeye girişeceklere rehber olsun.
Bu minvalde Vinyl dizisiyle mevzuya dalıyoruz. Buyurun!
Vinyl (2016)
Bir dizi düşünün ki yapımcılarından biri Martin Scorsese, diğeri Mick Jagger. Aslında Vinyl’dan bahsetmeyi burada kesip diğer dizilere geçsem yeridir zira Martin Scorsese ile Mick Jagger’ın bir araya gelmesinden nasıl bir rock’n’roll curcunası doğmuştur, herhalde hepiniz hayal edebilirsiniz! Yine de sırf yazma zevkimi tatmin etmek için plakçalarıma bir Rolling Stones plağı takıp Vinyl’dan bahsedeceğim.
10 bölümlük bir sezondan oluşan bu HBO yapımı, 70’li yılların dağdağalı müzik dünyasında zor günler geçiren şirketi American Century Records’u (ARC) Alman PolyGram şirketine satmaya çalışan Richie Finestra’nın öyküsünü anlatıyor.
Tabii yönetmenliğini Martin Scorsese’in yaptığı neredeyse iki saatlik ilk bölümün ardından mevzu dallanıp budaklanıyor, Richie, ARC’yi ayakta tutmak için her yolu deniyor. Bu arada kimi hayali kimi gerçek birçok Scorseseyen (böyle bir kavram var mı? Yoksa bile artık var!) karakter maceraya dahil olup bizi 70’lere götürüyor.
Bir an Robert Plant çıkıyor karşınıza mesela, bir an Elvis Presley, bir an Atlantic Records’un kurucusu Ahmet Ertegün, bir an New York Dolls grubu… İkinci bölümden itibaren epeyce The Velvet Underground ve Andy Warhol’un The Factory tayfası. Hepsi de olması gerektiği için oradalar, hikâyenin ilerlemesine katkı sunuyorlar. Öte yandan Vinyl’da pek enteresan hayali karakterler de var.
Bunların başını, dizinin daha ilk bölümünde karşımıza çıkan ve hikâyenin merkezine oturacak proto-punk grubu The Nasty Bits’in solisti ve gitaristi Kip Stevens çekiyor. Kip Stevens’ı ilginç kılan husus, Mick Jagger’ın oğlu James Jagger tarafından canlandırılması! Aman efendim, yapımcısı oğluna rol vermiş, böyle dizi mi olur diye düşünmeyin.
James Jagger, sanki Kip Stevens rolü için yaratılmış!
Iggy Pop, Richard Hell gibi punk çağını açan rock’n’roll yıldızlarından ilham alarak yaratılmış Kip Stevens rolü için hem oyunculuk hem de müzik yapan, aynı zamanda proto-punk ve glam gibi rock tarzlarından hoşlanan birine bakıyorlarmış. Mick, benim oğlan var, demiş. İyi ki de demiş zira daha önce birkaç filmde rol alan ve aynı zamanda Turbogeist adında bir punk grubunda çalan James Jagger, sanki Kip Stevens rolü için yaratılmış!
Rehberimizin Vinyl kısmını toparlarken dizinin sürükleyiciğiliğini falan bir kenara bırakıp bilhassa şunu vurgulamak istiyorum: 70’li yıllardaki müzikal dönüşümü anlamak adına Vinyl’dan daha iyi bir yapım bulmanız güç. Saykedelik dönemin bitip önce hard rock, ardından glam ve punk perdesinin açılmasına Vinyl’da anbean tanıklık ediyoruz. Amerikan müzik endüstrisinde çarklar nasıl dönüyor, elbette onu da öğreniyoruz.
Ne üzücü ki HBO, bu rock’n’roll curcunasını tek sezonda bitirdi. Buradan HBO yetkililerine sesleniyorum: “Bu dizi klişe, zaten bu hikâyeyi defalarca dinledik!” eleştirilerine ne diye kulak astınız ki?! Elbette klişe, elbette bu hikâyeyi dinledik… Fakat ilk defa bunu Martin Scorsese ile Mick Jagger birlikte anlatıyor, üstelik rock’n’roll tarihini pek güzel özetleyerek.
Aradan dört yıl geçmiş olabilir fakat Vinyl devam etmeli(ydi)!
The Defiant Ones (2017)
“Jimmy Iovine kaldıraçtır, Dr. Dre mucit,” diyor Eminem, The Defiant Ones’ın ilk bölümünde. Müzik endüstrisinin bu iki “imparator”unu tarif edecek daha iyi bir cümle var mıdır, bilmem. 2006’da bu iki adam bir araya gelip Beats Electronics’i kurduğunda birinin pazarlama ve parlatma zekâsı diğerinin yaratıcısı dehasıyla buluştu.
İkili, şirketlerini 2014’te Apple Music’e 3 milyar dolar karşılığında satarken herhalde kimse şaşırmamıştır. The Defiant Ones, neden kimsenin şaşırmaması gerektiğinin hikâyesi: Jimmy Iovine’in ve Dr. Dre’nin müzik endüstrisine yaptığı şeyin.
Bilmeyenler için Jimmy Iovine ve Dr. Dre’den biraz bahsedeyim. Iovine, 70’li yıllarda başladığı kayıt mühendisliği ve yapımcılık kariyerinde Bruce Springsteen’den Tom Petty’e, Patti Smith’ten U2’ya, John Lennon’dan Dire Stairs’a sayısız yıldızla çalışmış biri.
Sprinsteen’ın meşhur Born To Run (1975) albümünü o kaydetti, U2’nun Under A Blood Red Sky’ının (1983) yapımcılık koltuğunda oturan isim de yine Jimmy Iovine’di.
Jimmy Iovine’in 1990’da kurduğu plak şirketi Interscope Records ise Amerikan gangsta rap sahnesinin kıvılcımını harlayan şirketti. 1992’de Dr. Dre ve Suge Knight’ın plak şirketi Death Row ile bir ortaklık da kuran Interscope’un sanatçıları arasında kimler yoktu ki: 2Pac, Snoop Dog, Eminem… 2Pac’ın ilk stüdyo albümü 2Pacalypse Now’dan (1991) öldürülmesinden tam 7 ay önce yayınlanan son albümü All Eyez On Me’ye (1996) tüm albümleri Interscope Records etiketi taşıyordu.
Dr. Dre günümüz hip-hop’unu şekillendiren adamdır
Dr. Dre’den uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Kurucularından olduğu N.W.A., Amerikan hip-hop tarihinin öncü gruplarından. World Class Wrecking Cru’yla başladığı yapımcılık kariyeri ise onu diğerlerinden farklı kılan hikâye. Dr. Dre, kendine özgü, karakteristik beat’leri ve yaratıcı dehasıyla başta Eminem olmak üzere birçok MC’ye yeni dünyalar açtı.
Önce Death Row Records’u işletti, sonra Aftermath Entertaintment’ı kurdu ve Eminem, 50 Cent, The Game ve Kendrick Lamar’ı kadrosuna kattı. Birçok kült hip-hop albümünün yapımcılığını üstlendi. Hani desek ki Dr. Dre günümüz hip-hop’unu şekillendiren adamdır, kim bizi haksız sayabilir?
İşte tam da bu yüzden, dört bölümlük bir HBO belgesel mini dizisi olan The Defiant Ones biraz da hip-hop tarihini anlatıyor. Bir yandan Jimmy Iovine’in kariyer basamaklarını tırmanışını görüyoruz, bir yandan Dr. Dre’nin ve bölüm bölüm Eminem’i, Patti Smith’i, Bono’yu dinleyerek bu iki adamın günümüz müzik endüstrisini nasıl şekillendirdiklerini öğreniyoruz.
The Defiant Ones, çok bütünlüklü ve gerek müzikleri, gerek zaman zaman akan geçmişten görüntülerin müzikle uyumuyla muhakkak görülesi bir belgesel dizisi. Sadece hip-hop meraklıları değil, müzik endüstrisine dair fikir edinmek isteyen herkesin The Defiant Ones’a vakit ayırması farz sayılmalı!
The Get Down (2016)
Bronx, New York. 70’li yılların sonu. Zeke diye bir delikanlı var, siyahi, anne ve babasını kaybettiğinden beri halasıyla yaşıyor. Şair. The Get Down, Zeke ve arkadaşlarının yani The Get Down Brothers grubunun hikâyesi. Hayali ama ne kadar hayaliyse o kadar sahici bir hip-hop grubu.
Beşer bölümlük iki parça halinde yayınlandığı ilk ve tek sezonuyla The Get Down, DJ plakçalarlarının, omuzda taşınan kocaman teyplerin, afro saçın moda olduğu yılları öyle renkli resmediyor ki kendinizi bir çizgi romanın içinde bulabilirsiniz…
120 milyon dolarlık devasa bütçesiyle bütün mekânlar, kostümler son derece gerçekçi ve aman Allah bir atmosferi var ki dizinin, içine girmek istemeseniz dahi kara bir girdap misali sizi ta en derinine çekiyor.
Vinyl gibi, The Get Down da hayali karakterlerin yanında gerçek hayattan alınmış karakterler sunuyor. Bunların belki en önemlisi, Mamoudou Athie’nin canlandırdığı efsanevi hip-hop ve funk DJ’i Grandmaster Flash. Birçok DJ tekniğinin mucidi sayılan Grandmaster Flash, müzik tarihi için öyle önemlidir ki adı 2007’de Rock & Roll Hall of Fame’e yazılmıştır.
Ne yazık ki The Get Down da Vinyl ile aynı kaderi paylaştı. Dizinin yapımcısı Netflix, umduğu ilgiyi bulamayınca 120 milyon dolarlık harcamasını ziyan saydı ve The Get Down’un gelecek sezonlarını iptal etti. Ne diyelim, yazık oldu!
Atlanta (2016-)
Atlantalı genç rapçi Earn, kuzeniyle birlikte rap dünyasında yükselme ve kızının annesi eski sevgilisine kendini yeniden ispatlama peşinde.
Böyle özetleyince feci sıkıcı, handiyse uyduruk ve fena halde sentimental bir drama gibi geliyor kulağa, değil mi? Halbuki bunun tam aksi bir dizi, Donald Glover’ın hem başrolünde oynadığı hem de yapımcılığını üstlendiği Atlanta!
Bu yıl dördüncü sezonunun prömiyerini yapan Atlanta, üslubuyla ilginç ve değindiği konular itibarıyla derinlikli bir yapım. Müsaade edin, açayım dediklerimi. Üslubuyla ilginç dedim, zira bu komedi-dram dizisi 20-25 dakikalık kısacık bölümlerden oluşuyor fakat bir sit-com değil. Ayrıca şaşırtıcı şekilde sizi çabucak içine çekiyor, çekiyor, çekiyor; öyle çekiyor ki Earn ile birlikte Atlanta gettosunda dolaşırken buluyorsunuz kendinizi.
İşte bu da dizinin ikinci övgüye layık noktasına getiriyor bizi: Derinlik. Atlanta, Earn’ün hikâyesi etrafında ırkçılık, LGBTİ bireylere dönük ayrımcılık, ifade özgürlüğü gibi günümüzün yakıcı sorunlarına ince esprilerle göndermeler yapmaktan imtina etmiyor. Fakat bunu ustalıkla, Atlanta’nın gettolarından koparmadan yapıyor.
Aynı zamanda müzisyenliği de olan Donald Glover’ın bu kendine has, acayip keyifli dizisine bakmadan geçmeyin derim; geçmeyin ki bugün rap hangi sokaklardan, nasıl bir yaşamdan doğuyor, görün.
Mozart in the Jungle (2014-2018)
Yok, yok, korkmayın, ormanda Tarzan misali cıbıldak oturmuş, deli divane beste yapan bir Mozart ile karşılaşmayacaksınız! Mozart in the Jungle, gayet şamatalı ve bir o kadar kaliteli bir komedi dizisi. Muhtemelen Amazon Prime’dan çıkmış en esaslı, en keyifli ve vedası en üzen işlerden biri.
New York Filarmoni Orkestrası’nda çalmış obuacı Blair Tindall, 2005 yılında hatıratını yayınlamıştı: Mozart in the Jungle: Sex, Drugs, and Classical Music. Öyle ahım şahım bir kitap mı derseniz, değil fakat adından da anlaşılacağı üzere yer yer eğlenceli anılarla bezeli, dünyanın en görkemli salonlarında konserler vermiş profesyonel bir müzisyenin yaşamına dair ezber bozan ayrıntılarla da karşılaşabileceğiniz bir kitap. Ancak kitabı esas önemli kılan, öyle sanıyorum ki Mozart in the Jungle dizisine ilham vermiş olması.
Senaristleri arasında Roman Coppola’nın da bulunduğu ve dört sezon boyunca toplam 40 bölüm yayınlanan Mozart in the Jungle, New York Filarmoni Orkestrası’nın yeni (ve elbette biraz çatlak) şefi Rodrigo de Souza ile genç obuacı Hailey Rutledge arasındaki ilişkiyi ve bu ikisinin şahsi yaşamlarını ele alıyor.
Müzik tarihinde adı pek de anılmayan kadın besteciler
Mozart in the Jungle, her biri insanın hafızasına kazınan acayip eğlenceli karakterleriyle dört dörtlük bir komedi. Ancak diziyi müzik meraklıları için esas değerli kılan, müzik tarihinde adı pek de anılmayan kadın bestecilere geniş yer vermesi.
Nannerl Mozart, Fanny Mendelssohn ve dördüncü sezonda kendini canlandıran Pulitzer ödüllü çağdaş besteci Caroline Shaw’u zaten biliyordum. Fakat örneğin bir Vítězslava Kaprálová’yı ilk kez Mozart in the Jungle’da duydum.
Ne yazık ki Mozart in the Jungle da Vinyl ve The Get Down ile aynı kaderi paylaştı. Dört sezonun sonunda herkes heyecanla beşinci sezonu beklerken Amazon Prime diziyi iptal ettiğini duyurdu. Hâlâ görüyorum sosyal medyada falan, arada birilerinin aklına geliyor, özlemle yâd ediyorlar. Nasıl etmesinler; hem böyle eğlendiren hem de ufuk açan kaç dizi var ki?
Episode’un 19. sayısında yayımlanmıştır.