‘The Pursuit of Love’: Alelade Bir Aşk Anlatısı… Değil!

 ‘The Pursuit of Love’: Alelade Bir Aşk Anlatısı… Değil!

Gain ve BBC Studios, ünlü İngiliz kanalı BBC First dizilerinin Gain’de yayınlanması için bir anlaşma yapmıştı. Gain Premium üyeleri, temmuz ayı itibarıyla BBC First dizilerine doğrudan ulaşmaya başlıyor. Bu diziler arasında dikkat çeken bir yapım; The Pursuit of Love da var. Yazarımız Onur Bayrakçeken, The Pursuit of Love dizisini okurlarımız için inceledi.

Bu yazı, Episode Dergi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.

Nancy Mitford ismini hiç duydunuz mu? Aşk romanlarını sevmiyorsanız duymamış olabilirsiniz ama bu kadın 1945 yılında dünyanın en meşhur kadınlarından biriydi. Çünkü o yıl yayımladığı bir roman, raflara çıktığı gibi yüz binlerce satmış ve uzun süre çok satan kitaplar arasında hep en üst sıralarda olmuştu. Bu romanın adı The Pursuit of Love’dı. I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı arasında geçiyor ve Linda Radlett isminde, üst sınıfa mensup genç bir kadının yaşadıklarını konu alıyordu. Her ne kadar romantik bir hikâye anlatsa da The Pursuit of Love esasında bir komediydi, biraz da trajik ve eleştireldi. Nihayetinde edebiyat tarihinde kendine müstesna bir yer edindi ve onu televizyona uyarlamaya karar veren Emily Mortimer sayesinde artık dizi tarihinde de müstesna bir yere sahip. 

BBC One ekranlarında 9 Mayıs’ta yayınlanan bu üç bölümlük mini dizi ilk bakışta gerçek aşkın peşindeki genç bir kadının öyküsünü anlatıyor gibi gözükse de esasında bunun üzerinden iki savaş arası dönemin Avrupalı resmini çiziyor. Nesiller arasındaki keskin kopuş, kadının toplum yaşamındaki yeri, politik ve entelektüel sahada “radikal” fikirlerin cazibe kazanması, İspanya İç Savaşı gibi sarsıcı olaylar The Pursuit of Love’ın ele aldığı ya da gösterdiği konulardan. Onun asıl başarısı ise oyuncu kadrosunda ve Emily Mortimer’ın yazarlık ve yönetmenlik becerilerinde saklı. 

Usta Oyuncular, Doğru Roller

Film ya da dizi seçeceğim zaman kerterizlerim vardır, onların adını bir yapımda görürsem rotamı hemen ona çeviririm. Mesela Martin Scorsese’yi yönetmenlik koltuğunda gördüğüm an aradığım filmi bulmuşum demektir. Andrew Scott da böyle bir adam. En azından bir dizi arayışında olduğum zamanlarda, onun adını oyuncu kadrosunda görmüşsem o diziye hiç değilse bir bölüm şans veririm ve kendisi The Pursuit of Love dizisinin de oyuncu kadrosunda yer alıyor. Lord Merlin diye biraz kibirli, epey bohem ve entelektüel bir soyluyu canlandırıyor. Şimdi, kabul edin, bu adamın üstünde kibir çok karizmatik bir elbiseye dönüşüyor. Andrew Scott’un Lord Merlin’i tıpkı Sherlock’taki Moriarty’e benziyor; yalnız Lord Merlin kötü bir adam sayılmaz. Ama en az Moriarty kadar burnu havada, en az onun kadar deli dolu ve zeki. Hal böyleyken Andrew Scott’a Lord Merlin rolü cuk diye oturuyor. 

The Pursuit of Love dizisinin oyuncu seçimlerindeki başarısı bununla sınırlı değil. Linda rolünde Lily James, Fanny Logan rolünde Emily Beecham, Matthew Amca rolünde Dominic West hep harika, çok yetenekli isimler ve rollerinin altından ustalıkla kalkıyorlar. Dizinin gizli kahramanlarından biri ise Christian Talbot rolünde gördüğümüz James Frecheville. Talbot, şıpsevdi Linda’nın sevgililerinden biri ve sıkı bir komünist. Linda’nın aklı ne kadar havadaysa Christian Talbot hep o kadar ciddi ve James Frecheville bu ciddiyeti çok iyi gösteriyor. 

Bu noktada bir parantez açmakta fayda var: Dönem dizilerinde doğru rol dağılımını yapmak diğer türlere nazaran çok daha önemli. Çünkü bu dizileri çoğu zaman önbilgilerle izliyoruz. 1930’lu yıllarda örgütlü bir komünist ya da bir İngiliz soylusu nasıl davranır, nasıl konuşur, nasıl giyinir, nasıl bakar, bunlara aşinaysak en ufak yanlış, izlediğimiz işin inandırıcılığını zedeleyebiliyor. The Pursuit of Love’da ne kostüm ve dekor bakımından ne de oyunculuklar bakımından böyle bir kusur var. 

Özgün Bir Anlatım: Biraz Hınzır, Biraz Üzgün 

Anlatı çok şeydir ancak onun nasıl anlatıldığı da öyle. Kusursuz bir üslup insanın aklını başından alabilir. Özgün bir anlatım ise birçok kusuru örtebilecek kadar çekicidir. The Pursuit of Love’ın da anlatımında kusurlar var ama Emily Mortimer incelikli, hınzır bir mizah ile hüznü harmanlayarak bu kusurların üstünü örtmeyi başarmış. 

The Pursuit of Love, hikâyesinin yanı sıra anlatıcı kurgusuyla da uyarlandığı romana sadık bir yapım. Tıpkı romandaki gibi olan biteni Linda’nın kuzeni Fanny’nin anlatımlarıyla öğreniyoruz. Ancak Fanny’yi yeterince tanıyamıyoruz ve bu, dizinin bence en büyük kusuru. Esasında sırf anlatıcı diye onu Linda kadar tanımamız şart değil ama sanırım Emily Mortimer bu konuda bir kararsızlık yaşamış ve Fanny’i ilk bölümde işlediği kadar diğer bölümlerde işlememiş. Düşünün, bir araba saatte otuz kilometre hızla ilerliyor; derken ortada hiçbir değişiklik olmadığı halde birdenbire hızlanıveriyor. The Pursuit of Love’da Fanny’nin ele alınışı da biraz böyle olmuş. Etraflıca işlenen bir karakterken ikinci bölümden itibaren birdenbire üstünkörü, sanki telaşla anlatılmaya başlanıyor. Bu da izleyende bir dengesizlik hissi yaratıyor. Fakat çok şükür, dizinin özgün ve hınzır mizahı, uzaktan Wes Anderson filmlerini andıran hüzünlü neşesi bu dengesizliğin izleyeni devirmesini engelliyor. Ayakta kalıyoruz. 

The Pursuit of Love’ın mizahına “hınzır” diyorum çünkü haylaz ama çok zeki çocuklar gibi davranıyor. Dönemin İngiliz soylu sınıfıyla karakterlerin kişilikleri üzerinden maytap geçiyor. Yani kimsenin ortaya bir espri bıraktığı yok ama mesela son derece ciddi bir adam olan Matthew Amca öyle resmediliyor ki bu ciddiyetin ne kadar saçma olduğunu fark edip gülüyorsunuz. 

Öte yandan The Pursuit of Love’da hiç kaybolmayan bir hüzün de var. Karanlık, depresif bir hüzün değil bu; gayet ümitvar. Linda’nın bir ilişkisi ne zaman kötü gitse yine mutlu olacağından eminiz örneğin. Esasında geride bıraktıkları onu olgunlaştırıyor ve biz izleyiciler bu olgunlaşmanın tanıkları oluyoruz. 

The Pursuit of Love’ın anlatımındaki bir özgünlük de kurgusunda gizli. Önemli tarihsel olaylar ya da fikirler, Linda’nın hayatında mihenk taşları oluyor ve biz ne zaman onun hayatında bir dönem kapanıp diğeri açılsa bu kapanıp açılmayı tetikleyen meseleye dair gerçek görüntüleri bir geçiş olarak görüyoruz. Mesela Linda komünizmle tanışınca birden karşımıza Marx’ın falan görüntüleri çıkıyor. Bu yöntemin, hele izleyiciyi tamamıyla sahicilik duygusunun içinde tutması gereken dönem dizileri için riskler barındırdığı söylenebilir ama The Pursuit of Love’a tempo katmış. 

* * *

Toparlamak gerekirse The Pursuit of Love bir dönemin, bir kadının ve olgunlaşmanın anlatısı. Yani bakmayın siz türlü internet sayfalarında “romantik” diye sınıflandırıldığına; 20. yüzyıl başlarına merakınız varsa ve dönem dizilerini seviyorsanız bu üç bölümlük yapıma mutlaka şans verin. Belki dört dörtlük bir iş değil ama alelade bir aşk anlatısı hiç değil!

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post