Deniz Madanoğlu: “Asıl merak uyandıran, sessizlerin hikâyesi”
Özlem Özdemir’in bu Deniz Madanoğlu röportajı, Episode’un 23. sayısında yayımlanmıştır
Safiye, Gülben, Neriman, İnci, Han… Neredeyse herkes artık bu karakterleri konuşuyor. Sezonun en çok izlenen, en çok konuşulan dizisi, TRT 1’de yayınlanan Masumlar Apartmanı. Dizinin senaristi Deniz Madanoğlu ile Aralık Moda’da buluştuk, Masumlar Apartmanı’nın her detayını konuştuk.
Fotoğraf: Emre Yunusoğlu
Bu sezonun en çok konuşulan ve izlenen işi Masumlar Apartmanı sizin için nasıl başladı? Madalyonun İçi kitabında geçen bir hikâyenin uyarlanması fikrine nasıl yaklaştınız ve ilk bölüm senaryosunu bitirene kadar süreç nasıl ilerledi?
Pandeminin en zirve dönemindeydik, yapımcımız Onur Bey (Güvenatam) aradı, projenin psikolojik bir rahatsızlık üzerine olacağını öğrendiğim zaman zaten havalara uçtum çünkü bu benim ilgi alanım. Gülseren Hoca’nın (Budayıcıoğlu) bu ilk kitabı dışında (Madalyonun İçi) diğer tüm kitaplarını okumuştum, hemen Çöp Apartman hikâyesinin de olduğu kitabını okudum. İki gün içinde tretman yazdım, beğendiler; sanırım 3-5 gün sonra da ilk bölüm senaryosunu gönderdim. Alışılmışın dışında bir tür olduğu için çok motive olmuştum, bu yüzden de yazım süreci benim açımdan çok hızlı gelişti. İşin içinde her an danışabileceğim bir “bilim kurulu” olduğu için de güven hissiyle ilerledim. Sonra da ekibimi kurdum. Rana (Mamatlıoğlu), Gizem (Kızıl) ve Melis (Madanoğlu) katıldı.
Safiye, Gülben, Neriman, Han, İnci… Hepsinin çocukluğundan gelen çok ağır travmaları var, bu karakterleri tek tek ortaya çıkarmak, derinleştirmek bir senarist olarak sizi nasıl etkiledi, duygusal ve mesleki açıdan neler yaşadınız? Hangi kaynaklardan beslendiniz?
Safiye’yi, kitabı okuduğum anda zaten yıllardır tanıyormuşum hissine kapıldım, bence birçok insan için geçerlidir bu. Zaafları, savunma mekanizması, kardeşlerine yaklaşımı, çocukluğunun onu nasıl şekillendirdiği çok net anlaşılıyordu. Gülben’i biraz daha romantik, aşkı el üstünde tutan bir karaktere dönüştürdük. Neriman’ın ise yaşını özellikle küçülttüm ki böyle geçmişte takılı kalmış bir evde büyümek, OKB’den mustarip aile üyeleriyle yaşamak ergenlik dönemindeki bir insana neler yapar sorusuna cevap arayabilelim. Diğer karakterlerin travmatize oluşlarını, geçmişlerine gidip görürken, Neriman’ınkine canlı kanlı bugünde tanık oluyoruz.
Senarist olarak sadece bu işte değil, aslında tüm hikâyelerde karakterlerin çocukluğuna, büyüme hikâyelerine ve aile yaşantılarına odaklanırım. Anne ve babayla ilişkilerini kerteriz alırım. Aşk, evlilik hatta iş ortağına yaklaşımı, insanlarla güven ilişkisi, fedakârlık dozu hep buralardan şekillenir inancındayım. Dolayısıyla hikâye yazarken zaten hep bu konuların içindeydim. Masumlar Apartmanı özelinde, açıkçası beni en çok kurgusal bir karakter olan Han’ın serüveni hırpalıyor. Bir kadın olarak, Safiye ve Gülben’in serüvenini, öyle bir anne babayla büyümenin onlarda neye mal olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Onların kadın kimliğini bu nasıl sakatlar, az çok tahmin edebiliyorum. Ama Han benim için sürprizlerle dolu mayınlı bir alan. Bir oğlan çocuğunun anne sevgisinden bu kadar mahrum kalışı, onun nefret nesnesi-hayal kırıklığı oluşu, ileride kadınlarla ilişkilerini nasıl etkiler sorusundan yola çıkıp cevaplar bulmak yer yer içimi acıtıyor. Onun kadar yalnız ama güçlü kalmaya debelenen bir çocuğu yazmak zorluyor. Belki daha önce pek o taraftan bakmadığım içindir, bilemiyorum. Han’ın yalnızlığı ve acısını hiçbir zaman dillendirememesi beni mahvediyor. Bir de Gülben’in her şeye rağmen iyimser kalma çabası, Safiye’nin her hırçınlık krizinden sonra yaşadığı suçluluk, pişmanlık boğazımı düğümlüyor.
Kadınların çocukluktan itibaren eve mahkûm edilmesi, yok sayılması, hırpalanması ve bunun ileride temizlik hastalığı, yeme bozukluğu gibi rahatsızlıklara dönüşmesi kadına şiddetin farklı bir boyutu. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Konu, kadının fiziksel ve ruhsal varoluşu olduğunda erkek egemen zihniyet sazı eline alıyor. Ben bundan çok sıkıldım. Dolayısıyla kadın merkezli hikâyeler (analık teması haricinde) ne yer bulabiliyor ne de sahici şekliyle cesurca anlatılabiliyor. Şiddet konusunu pornografik haliyle değil, gündelik yaşama sızıntılarıyla anlatabilmektir önemli olan. O pornografi size anlık reyting getirebilir ama sizi vermek istediğiniz mesajdan çok uzağa düşürür. O şiddet anını “iştahla izletme”nin de o erkek egemene ait olduğunu ve yazarlara dayatıldığını düşünüyorum. Yazmayın, yazanları uyarın. Kadına şiddetin psikolojik rahatsızlığa dönüşmesi konusunda da maalesef bu kaçınılmaz bir şey. Ve ev hanelerinden dışarı taşan bir durum. Çok başarılı performanslarına, ürettiklerine rağmen kadını kilosuyla, yaşıyla, makyajsızlığıyla aşağılamaya çalışan bir kültürel yaklaşım var. Sadece basında değil, sosyal medyada da öyle. “Çok çirkinsin keşke ölsen” türü en acımasız yorumların, maalesef genç kızlardan geldiğine şahit oluyorum. Kadın sırf kendinden memnun bir fotoğrafını paylaştı diye altına yazılan tacizkâr yorumlar ise kadına şiddetin geldiği ve afacanlaştırılıp meşrulaştırıldığı en tehlikeli yerlerden. Bir de özellikle güzel görünen kadınlara karşı “şu soruyu bilemedi, pis cahil” türü itibarsızlaştırma var. Bunların hepsi bizi hastalandıran erkek egemen dayatmalar işte. Anoreksik de olursun, dışarı çıkma fobin de olur, karanlıktan da korkarsın. Normal!
Dizide iki farklı baba profili görüyoruz, onların hataları, kadınların tüm yaşamlarını geri dönülemez şekilde etkiliyor. Aslında ikisi de toplumumuzda çok tanıdığımız, bildiğimiz karakterler değil mi?
Biri pasif baba (Hikmet); diğeri (Memduh) kendi bildiğini dayatan, farklı düşünme alanı bırakmayan bir dede figürü. İkisinin de kendince sebepleri, acı tecrübeleri var. Ama davranışlarının bedelini en çok ailedeki kadınlar ödüyor. Hikmet, oğlunu korumak için kolaya kaçıp onu yatılı okula gönderiyor ama kızları için hiçbir şey yapmıyor, onları korumaya dahi alamıyor çünkü savaşmaya mecali yok. Bu kaçış bencilce ama uzun süreli bir depresyon/yas hali gibi görürsek anlaşılır. Eh, o zaman da niye dört çocuk yapıyorsun be kardeşim, derler insana. Üçüncü baba; İnci’nin babası da zevki, eğlenceyi her şeyin önüne koyan, büyüyememiş, sorumsuz bir karakter. Böyle insanların çocukları da maalesef erken büyümek zorunda kalmış, geçmişten alacaklı insanlara dönüşüyorlar. İnci gibi, Safiye gibi…
Dizinin iki genç karakteri, Ege ve Neriman. Neriman’ı kurtarırsak belki Safiye ve Gülben’i de kurtarmış, en azından döngüyü kırmış mı olacağız? Ege de dizinin diğer erkeklerinden farklı şekilde sevmeyi gösterebilecek mi? Ege ve Neriman umudumuz mu?
Sadece Ege ve Neriman değil, her karakter umudumuz ama değişimin en hızlı ve en kolay sirayet edeceği karakterler tabii ki o ikisi. Çünkü henüz tazeler, henüz savunma mekanizmaları kemikleşmemiş, kişilikleri oturmamış, şansları daha fazla. Safiye’nin iyileşme süreci daha sancılı ve çetrefilli. Ama umutluyuz; en inatçı, en savaşçı ve azimli karakterimiz o çünkü.
Bu kadar ağır travmalar yaşamış ve bugünkü hayatlarında çok zorlanan karakterlerin hikâyesini izlememize rağmen dram ağırlığında da ilerlemiyor dizi. Bence senaryonun diğer mahareti de bu.
O dengeyi hesap ederek kurmuyoruz. Gerçekten hayattaki acı-neşe ritmiyle benzer akıyor bence. Bir dakika içinde insanın hem ciğeri parçalanabiliyor hem de kendiyle ve bu parçalanışla dalga geçebilecek kafaya gelebiliyor. Hadi biraz da gülelim şimdi refleksiyle değil, anın getirdikleriyle oluşuyor o denge. Benim kalemim de yatkın zaten o melezliğe. Tek kaygım OKB’li hastalara “ay ne komikler” dedirtmeden onlara değil, onlarla gülebilmek.
“Ekip olarak ortak hayalimiz bu hikâyenin tüm yaralı çocuklarını önce koşulsuz sevgiyle buluşturmak, sonra onları bu sevgiyi alabilir hale getirmek ve en sonunda da iyileştirmek. Umutlu bir sonu olmalı.”
Dizinin oyuncu kadrosu tamamlandığında ilk ne düşündünüz?
Dizinin cast aşaması oldukça uzun sürdü, tamamlandığında da açıkçası şaşırdım çünkü karşımda bir anda devler ligi oluştu. Ve bu isimlerin de hiçbiri “oyunculuk da(!) yapan popüler ünlüler”den değildi. Tersine derdi bizatihi oyunculuk ve hikâye anlatmak olan isimlerdi. Bu bir yazar için şans; nasıl ve ne kadar göründüğüyle değil, hikâyenin hakkını vermekle ilgilenen oyuncular. Bizim işte A’dan Z’ye durum bu. Çok ender ve çok kıymetli bir şey, ilham verici.
Tüm kadro çok iyi ama Ezgi Mola ve Merve Dizdar gerçekten nefisler ve her sahnelerinde ekrana kilitliyorlar. Bir senarist olarak bu sizi daha da şevklendiriyor mu Safiye ve Gülben’in sahnelerini yazarken?
Safiye ve Gülben’in sahneleri, yönetmenlerimizin de uçuruşlarıyla tabii, içimde tsunami etkisi yaratıyor. Evet, yazarken de içimize kaya oturuyordu ama bir de o sahneleri seyretmek çok tuhaf bir etki bırakıyor. Gerçekten bazen benden bağımsız bir hikâye izliyormuşçasına kapılıp gidiyorum, yazar ekibi olarak biz izlerken çok ağlıyoruz.
Bu ailenin gerçek hikâyesi kitap nedeniyle biliniyor yani bir “son”dan bahsedeceksek başlarına ne geleceğini biliyoruz. Dizi de gerçek hikâyeyle aynı mı akacak yoksa kitaptaki sonu değiştirme yoluna mı gideceksiniz?
Ekip olarak ortak hayalimiz bu hikâyenin tüm yaralı çocuklarını önce koşulsuz sevgiyle buluşturmak, sonra onları bu sevgiyi alabilir hale getirmek ve en sonunda da iyileştirmek. Umutlu bir sonu olmalı. Derdimiz insanları acıya boğmak değil, onlara zor da olsa hayattan ve sevmekten vazgeçme diyebilmek. Kendilerine “sen sevilmeyi hak ediyorsun” dedirtebilmek. Hayata bir sıfır geriden, bu cümleden yoksun başlamışsan umut denilen şey zengin maması gibi bir şey oluyor. Safiye o domatesleri niye defalarca yıkıyor, çünkü en temizini, en mükemmelini yapmazsa suçlanacağına, cezalandırılacağına ve bu cezayı yüzde yüz hak edeceğine inanıyor. Kendini kirli kabul ediyor her şeyden önce, çünkü hep “pisliksin”i duymuş! Safiye o domatesi hakkıyla tozdan kirden arındıramazsa yaşama hakkını bile kendine çok görür. Kitaptakinden farklı olarak, ileride İnci’nin o eve gelişi bu iyileşme yolculuğuna çok önemli katkıda bulunacak.
Dizinin bilimsel danışmanlarından da biraz bahsetmek isteriz.
Gülseren Hoca’yla birlikte dört danışmanımız var. Önce tretmanı, sonra da senaryoyu gönderiyoruz, notlarını bize iletiyorlar. Bilimsel gerçeklikle dramanın gerektirdiklerini orta noktada buluşturuyoruz. Bu konuda da şanslıyız çünkü onlar da çok heyecanlı, hevesli ve samimi insanlar. Yanlış anlaşılma kaygısı gütmeden iletişim kurabiliyoruz. Bu arada garip ama en bomba fikirler de yapımcımız Onur Bey’den çıkıyor. Bilim kuruluyla beraber ağzımız açık kalabiliyor ama sonra “hakikaten” deyip fikre ısınabiliyoruz.
Diziyi farklı eğitim, kültür seviyesinden pek çok insan izliyor. Sizce neden bu kadar sevildi?
Dizi yayına girmeden önce ya batarız ya da fenomen olur diye düşünüyordum, insanların bu kadar gerginliğe, iç daraltan temizlik ritüellerine nasıl yaklaşacaklarını kestiremiyordum. Bana da sürpriz oldu. Bunda pandeminin de etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama bence en büyük sebep herkesin projeye “yeni bir şey yapıyoruz, çok heyecanlı” hissiyle yaklaşması. Zira seyirci de bunu böyle algıladı. Tıpkı İstanbullu Gelin’deki gibi insanı her yönüyle, gri alanda, kimseyi devleştirmeden, kahramanlık apoletleriyle donatmadan ya da şeytanileştirmeden, taşlamadan anlatma çabamız. Şu an simsiyah görünen Hasibe karakterinin de neden böyle biri olduğuna dair cevaplar verebiliyoruz. Yani herkes aynı anda birçok şey birden olabiliyor; çocuk, âşık, takıntılı, özgür, kurban, cellat, haklı, haksız… Hayattaki gibi.
Masumlar Apartmanı, Kırmızı Oda… TV ekranlarında yıllardır yayınlanan işlerden çok farklı, bu açıdan riskli işlerdi ancak ikisi de sezonun en başarılı işleri oldu. Seyircilerin beklentisi artık değişmeye başladı, bu gelişmeler size ne düşündürüyor?
Benim hâlâ en sevdiğim dizi olan terapi seanslarından ibaret In Treatment’ın 10-15 yıl önce Türkiye’de uyarlanması gündeme gelmişti. O zaman için o kadar riskli ve imkânsız bir hayaldi ki bu, mümkün değil gözüyle bakmış ve haklı çıkmıştım. Bugün Kırmızı Oda türünde bir işin yapılabilmesi beni hâlâ çok şaşırtıyor. Zaten bizim sektörde izleyici hep ters köşe yapıyor, onları “şu tuttu, bu da tutar” diye tek tip iş bombardımanına tutmak yerine, şaşırtmayı ve yeniliği kollayan yapım şirketlerine büyük saygım var ki bunların sayısı da maalesef çok değil. Ve bunu başarabilenlerle de çalışabildim çok şükür. Bıkmak diye de bir şey var, belki artık seyirciler daha sahici hikâyeler izlemek istiyorlardır.
Biraz da sizden bahsedelim, senaryo yazmaya nasıl başladınız?
Gazetede mutsuz mutsuz çalışırken o zamanki yakın arkadaşım, Ezel’in yazarı Kerem Deren “hadi artık” dedi ve senaristliğe adım attım. Hatta anını bile hatırlıyorum, saçma bir espri yapmıştım, “Harcanıyorsun, senin yazman lazım,” demişti. Bu arada yazmaya başlamak için de çok zor bir yerdi Kerem’in yanı. Ama bu konuda müteşekkirim diyebilirim.
“Oyunlarımı yazarken kadın meselesi yazayımdan ziyade beni kıvrandıran mühim mevzulara gireyim, kendimle, çevremle, dünyayla hesaplaşayım gibi dertlerim oluyor.”
Geçtiğimiz sezon başka bir uyarlamayla This Is Us’ı Türkiye izleyicisiyle buluşturdunuz, ömrü kısa da olsa sevilen Bir Aile Hikayesi’ni yazdınız. Güneş ailesinin memleketin aile yapısıyla farkları ve benzerliklerini yakalayışınızdaki nüanslar etkileyiciydi. Bir senarist olarak aile, toplum, kadın-erkek ilişkilerini ele alırken olmazsa olmaz kriterleriniz ne? Yazar olarak kırmızı çizgilerim var der misiniz?
Asla maço, zorba bir baba ya da sevgili karakterini alıp ana kahramanım olarak sunmam, onu seyirciye sevdirip onaylatmaya çalışmam. Bu benim kırmızı çizgimdir. Kadın kahramanıma onu sev, beğen, seksi bul saçmalığını yaşatmam. Saygınlığını kollarım. Irkçılığı ya da tutuculuğu öven, şiddeti ne gerekçeyle olursa olsun kahramanlaştıran işler yazmam, zaten yazamam. Bir Aile Hikayesi, yazmayı en sevdiğim işlerimdendi çünkü orada şefkati her şeyin önüne koyan, eşine, kızına saygılı, nazik olmayı gözeten bir erkek kahraman vardı. Zaten iyi bir insan yetiştirmeye çabalamak en asil mücadeledir şu hayatta. Zaaflarıyla, kusurlarıyla hep telafi çabası içinde olan bir babaydı Cem. Benim için sosyal sorumluluk projesiyle eşdeğerdi diyebilirim. Bu aile içi şiddet sarmalında, bağıranın haklı olduğu atmosferde çiçek gibi insanların küçük hikâyesini anlattık. Çok kıymetli ve reytingin değer biçemeyeceği bir işti bence.
Oyun yazarlığı da yapıyorsunuz. Medet, Poz ve Yan Rol’u yazdınız. Orada da kadın karakterler merkezde. Kadın meselesi üzerinde düşünürken sizi yazmaya iten esaslar neler?
Oyunlarımı yazarken kadın meselesi yazayımdan ziyade beni kıvrandıran mühim mevzulara gireyim, kendimle, çevremle, dünyayla hesaplaşayım gibi dertlerim oluyor. Evet, genelde karakterler kadın çünkü en az anlatılan ama en büyük hikâyeler onların varoşlarından çıkıyor. Doğduğumuz anda “beyaz, erkek ve heteroseksüel” değilsek bir mücadelenin içine atılmış oluyoruz. Burası çok çatışmalı bir alan, ben şimdi Trump’ın hikâyesini anlatayım da n’apayım, çok sıkıcı. Zaten ben deyip duruyor, bağırıp çağırıyor, sesi çok çıkıyor. Asıl merak uyandıran; sessizlerin hikâyesi… Biz diyebilenlerin hikâyesi.
Bugüne dek yarattığınız karakterlerde sizde en çok iz bırakan kimler oldu?
Bir Aile Hikayesi’ndeki Cem Güneş, Medet oyunundaki Çiçek, Yan Rol’deki kadın karakter… Sanırım bu üçü… Han, Safiye, Gülben, Ege ve Hikmet’i de katabiliriz içine.
Senaryo, kitap, oyun yazmak pek çok gencin hayali, onlara tavsiyeleriniz nelerdir?
Tek tavsiyem yazmakla ilişkileri tutku, merak ve iştahtan geçecekse bu işe soyunsunlar. Çünkü bu işte asla cepten yiyemiyorsunuz ve asla sevmeden yapamıyorsunuz, bu illaki belli oluyor ve başarısızlıkla sonuçlanıyor. İyiyseniz bağlantım yok, beni nasıl fark edecekler diye endişelenmeyin çünkü muhakkak sizi bulacaklardır. Herkes harıl harıl iyi senarist arıyor. Kaleminizin gücü daha ikinci satırdan anlaşılır. Sayfalarca yazmanıza gerek yok. Kimsenin de okuyacak vakti yok, azmedin, kendinize inanın. Muhakkak şahsınıza münhasır bir kaleminiz olsun. Kimselere özenmeyin. Cingöz hesaplar yapmayın. İyi işler izleyin, çok kitap okuyun, sokağa karışın, gözlemleyin, mesela toplu taşıma candır. Son olarak yalnızlığı göze alın.