‘The Penguin’: Gotham İçinde Açılan Farklı Kapılar ve ‘The Sopranos’a Göz Kırpan Bir Mafya Hikâyesi
Tüm Zamanların En İyi Kadın Yönetmenleri
8 Mart Dünya Kadınlar Günü‘ne bir haftadan az kaldı. Başta emekçi kadınlar olmak üzere, sanatçılardan bilim insanlarına kadar uygarlığa katkı sunan tüm kadınlar bugünü yalnızca bir kutlama değil; bir mücadele günü olarak da benimsiyor. Günden güne büyüyen kadın mücadelesi, kadınların tüm alanlarda daha etkin olmasının önünü açıyor. Bu arada sinema dünyasında da kadın yönetmenlerin sayısı günden güne artıyor.
Biz de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle tüm zamanların en iyi kadın yönetmenlerini derlemek istedik. Kimi hak ettiği ödülleri ve takdiri alabilen, kimi ise fazlasıyla erkek egemen bir sektörde adını yeterince duyuramamış bu kadınlar kült filmlere imza attılar. İşte, filmleriyle sinema tarihinde iz bırakmış, tüm zamanların en iyi kadın yönetmenleri!
Dünden Bugüne En İyi Kadın Yönetmenler
Alice Guy-Blaché
Sinema tarihinin en başında bile kadınlar vardı; üstelik bu sanatın gelişimini ciddi biçimde etkilemişlerdi. İlk kadın yönetmen olarak bilinen Alice Guy-Blaché, aynı zamanda kurgusal bir hikayeyi filmleştiren ilk yönetmenlerden de biriydi. Onun 1896 tarihli La Fée aux Choux (Lahana Perisi) filmi, birçok sinema tarihçisi tarafından ilk kurmaca film sayılmaktadır. Bu açıdan, Alice Guy-Blaché, modern sinemanın öncülerinden biri olarak kabul edilmeli.
Alice Guy-Blaché’in yönetmenlik kariyeri aslında kısa sürdü. 1922’de son filmini çektiğinde henüz 49 yaşındaydı. Ondan sonra çocuk kitapları yazarak geçimini sürdürdü. Ancak kısa kariyerine yüze yakın film sığdıran Fransız yöneten, 1953’te Fransa devleti tarafından Legion d’Honneur (Onur Nişanı) ile onurlandırıldı.
Agnès Varda
Bir kadın vardır ki sadece en iyi kadın yönetmenlerden değil, en iyi yönetmenlerden bahsederken de mutlaka adı anılır: Agnès Varda. 2019 yılında aramızdan ayrılan Fransız yönetmen, Avrupa sineması dendiğinde akla gelen ilk isimlerdendir.
Anadolu’dan göçen Rum bir babayla Fransız annenin kızı olarak Belçika’da doğan ve Fransa’da sanat tarihi eğitimi alan Varda, çalışma hayatına fotoğrafçılıkla başlamıştı. Bir dönem düğün fotoğrafları bile çekmişti. Fotoğrafçılık deneyimi, onun sinema üslubunu da etkileyecekti. Nitekim bir röportajında şöyle diyordu: “Fotoğraf çekiyorum ya da film yapıyorum. Ya da fotoğrafların içine film ya da filmlerin içine fotoğraf koyuyorum.”
Film çekmek Varda’nın en büyük arzularındandı ve 1954 yılında, ilk filmi La Pointe Courte ile bu arzusunu hayata geçirdi. 50’li yıllar, Fransız Yeni Dalga sinemasının ortaya çıktığı yıllardı ve Agnès Varda da bu ekolün öncülerinden oldu. 1962’de ise bugün en iyi Agnès Varda filmleri arasında sayılan Cléo from 5 to 7 (5’ten 7’ye Cleo) filmini çekti. Bundan sonrasını hepiniz biliyorsunuz: Vagabond (1985) ve Kung Fu Master (1988) gibi kült filmler, son filmi Varda by Agnès (2019) dahil harika belgeseller, onlarca ödül, Cannes jüri üyeliği…
Filmlerinde sunduğu kadın bakışıyla ilk feminist yönetmenlerden biri olarak da kabul edilen Agnès Varda için bir başka usta yönetmen Martin Scorsese, “Sinemanın tanrılarından biri,” diyordu. Muhtemelen haklıydı. Varda, sinema tarihine hiç silinmeyecek şekilde damgasını vurdu.
Larisa Şepitko
Sovyet sinemasının en önemli yönetmenlerinden ve senaryo yazarlarından biri kadındı: Larisa Şepitko. Özellikle savaş konusuna gerçekçi bir bakış sunan Şepitko, 1977 tarihli Voskhozhdeniye (The Ascent) filmiyle Berlin Film Festivali‘nde Altın Ayı Ödülü’nü kazanmıştı. İkinci Dünya Savaşı döneminde iki Sovyet partizanının hikayesini konu alan film, muhtemelen Şepitko’nun en iyi filmiydi. Ne yazık ki bu onun son filmi olacaktı.
Bu büyük yetenek, 1979’da yılında bir araba kazasında hayatını kaybettiğinde henüz 49 yaşındaydı. O sırada yeni bir film üzerinde çalışıyordu. Bu film, kendisi gibi çok yetenekli bir yönetmen olan eşi Elim Klimov tarafından tamamlanacak ve Proshchanie (Farewell) adıyla 1983’te gösterime girecekti. Elim Klimov da Idi i smotri (Gel ve Gör) ile tarihin en iyi savaş filmlerinden birine imza atmış, çok önemli bir yönetmendi.
Jane Campion
The Power of the Dog (2021) filmiyle kazandığı En İyi Yönetmen Oscar’ı, Jane Campion‘un aldığı onlarca prestijli ödülden yalnızca biri. Yeni Zelandalı yönetmen, The Power of the Dog‘un yanı sıra diğer filmleriyle de, ama özellikle The Piano (1993) ile en iyi kadın yönetmenler arasında sayılmayı hak ediyor.
Sanat yaşamına ressam olarak atılan Jane Campion’ın ilk filmi, Peel (1985) adında bir kısa filmdi ve bu ona 1986 Cannes Film Festivali’nde Kısa Film dalında Altın Palmiye kazandırdı. Kısa filmler onun kariyerinin hep önemli bir parçası oldu. Ancak onu şöhrete taşıyan, Yeni Zelandalı kadın yazar Janet Frame’in hayatını anlattığı uzun metraj filmi An Angel at My Table (1990) oldu. Bundan üç yıl sonra ise magnus opum’u The Piano (1993) izleyicilerle buluştu ve Campion’a bir Altın Palmiye daha kazandırdı.
Jane Campion, sadece sinemaya değil, televizyona da önemli işler yaptı. Son 20 yılın en iyi suç dizileri arasında gösterilen Top Of The Lake, bunlardan biriydi. Sonuçta bugün 69 yaşında olan Campion, sinema ve televizyon tarihinde müstesna bir yer edinmeyi başardı.
Lina Wertmüller
İtalyan sinemasının usta isimlerinden Lina Wertmüller, en iyi kadın yönetmenler arasında adı anılmadan geçilemez isimlerden biridir. Lina Wertmüller kariyeri boyunca birçok kült filme imza attı ve onlardan biri olan Pasqualino Settebellezze (Yedi Güzeller) (1975) ile Oscar’a aday gösterilen ilk kadın yönetmen oldu. İtalyan yönetmenler dendiğinde ilk akla gelen isimlerden Federico Fellini’den epey etkilenmişti. Zaten sinemaya da onun yanında asistanlık yaparak başlamıştı. Ancak Wertmüller, kendi stilini oluşturabilmiş yönetmenlerdendi.
Onun filmleri fazlasıyla ciddi bir sirki andırıyordu: anti-faşist politik hicve, tiyatronun canlılığına, trajediye, sınıf çatışmasına ve İtalyan toplumunun gerçeklerine dayanan, kendine has, genelde provokatif ve bazen erotik bir komedi anlayışı geliştirmişti. Filmleri, tıpkı kendisi gibi açık sözlüydü ve kimsenin lafını umursamaz bir tavrı vardı. Eleştirmenler, Wertmüller’i sevip sevmediklerine karar vermekte zorlanıyordu. Bazıları ise filmlerindeki kadın tasvirlerinden dolayı onu “kadın düşmanı” olmakla bile suçluyordu. Haklılar mıydı? Doğrusu, bu çılgın kadın, 70’ler için bile fazlasıyla provokatif bazı sahneler çekmişti. Ancak bir sosyalist olarak, ona göre kapitalist bir kadın karakter, işçi bir erkek karakterden daha erkekti.
Hakkındaki tüm tartışmalar bir yana, bir gerçek var ki o da Lina Wertmüller’in gelmiş geçmiş en iyi kadın yönetmenlerden olduğu! Gerçi “kadın yönetmen” tabirinden de hoşlanmıyordu. Hakkı da var. Kimse Fellini için “erkek yönetmen” demiyor. Öyleyse biz de cümlemizi düzeltelim: Lina Wertmüller, gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biriydi ve tartışmalara konu olan yaklaşımı dahil, belki de onun sayesinde, benzersiz bir sanatçıydı.
Sofia Coppola
The Godfather‘ın yönetmeni olarak bilinen ve sinema tarihinin en büyük yönetmenleri arasında gösterilen Francis Ford Coppola ile çektiği önemli belgesellerle tanınan Eleanor Jessie Coppola‘nın kızı olan Sofia Coppola, ebeveynlerinin izinden gitti.
Sofia, sinema kariyerine babasının yönetmenliğini yaptığı The Godfather (Baba) üçlemesinde oyunculuk yaparak başladı. Bu, ona yönelik “torpil” eleştirilerini beraberinde getirse de yeteneği aşikardı. Ancak Sofia’nın sinema tarihine attığı asıl imza, yönetmenlikte oldu ve Sofia ismini en iyi kadın yönetmenler arasına yazdırdı.
Sofia Coppola, Bill Murray’nin başrolünde yer aldığı romantik – komedi filmi Lost in Translation (2003) ile yönetmenlikteki rüştünü ispatladı. Bugün en iyi romantik komedi filmleri arasında saydığımız bu film ona En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dallarında Oscar adaylığı getirdi. Bu üç adaylıktan sonuncusunu kazandı da. Aynı filmle Altın Küre Ödülleri’nden En İyi Film ve En İyi Özgün Senaryo ödülleriyle döndü.
2017 tarihli The Beguiled ise Sofia Coppola’nın bir diğer yönetmenlik başarısıydı. Gotik tarzdaki bu psikolojik gerilim filmi, Sofia’yı Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen seçilen ikinci kadın ve ilk ABD’li kadın yaptı.
Şu an 52 yaşında olan Sofia Coppola’nın filmleri, genelde rüyavari bir atmosfer ve içe dönük anlatılarla karakterize ediliyor. Sofia, her yeni işinde çağdaş sinema tarihine imzasını atmayı sürdürüyor.
Wachowski Kardeşler
Lana ve Lilly Wachowshi ya da bilinen isimleriyle Wachowski Kardeşler, bilimkurgu filmleri ve özellikle siberpunk teması söz konusu olduğunda akla gelen ilk yönetmenlerden. Wachowski Kardeşler filmleri arasında yer alan bir serinin adı, sanırım bu iki trans kadın kardeşin sinema tarihindeki önemini anlamamıza yeter de artar: The Matrix.
İki kardeş, devrim niteliğindeki The Matrix (1999) filminin ardından serinin her ikisi de 2003 yılında çıkan devam filmleri The Matrix Reloaded ile The Matrix Revolutions‘a da imza atmıştı. Sonra 2005’te V For Vendetta‘nın senaryosunu yazıp prodüktörlüğünü yaptılar. Bunu 2012’de epik bilimkurgu filmleri Cloud Atlas (Bulut Atlası) izledi. 2012 yılının kardeşler için bir önemi daha vardı: Eski adı Larry olan Lana Wachowski, cinsiyet değiştirme operasyonunun ardından ilk kez kamuoyunun karşısına çıktı. Lana’dan dört yıl sonra kardeşi Andy de aynı operasyonu geçirecek ve Lilly adını alacaktı. Wachowski kardeşlerin bu kararlarını ve kimliklerini kamuoyundan gizlememesi, trans kadınların görünürlüğü ve sektörde kabul edilmesi açısından son derece önemliydi.
İkili, 2015 – 2018 arasında yayınlanan ve en iyi bilimkurgu dizileri arasında sayılan Sense8‘in de yaratıcılarıydı. Ancak bundan sonra yollarına ayrı devam ettiler. Lana, 2021’de The Matrix Revolutions‘ın devamı niteliğindeki The Matrix Resurrections‘ı yazıp yönetti. Lilly ise o sırada Work in Progress dizisini yazıyordu. Wachowskiler o zamandan beri sessiz. Ancak bugüne kadar
Kathryn Bigelow
2000 sonrasının en iyi savaş filmleri arasında gösterilen The Hurt Locker (2008) ile 2008 Akademi Ödülleri’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanınca, Oscar kazanan ilk kadın yönetmen olmuştu. Kathryn Bigelow, o sırada 58 yaşındaydı. Aslında kariyerine okullu bir ressam olarak başlamıştı. Oldukça da yetenekliydi. Ancak 30 yaşındayken The Set-Up (1981) isimli bir kısa filmle sinema dünyasına adım atmaya karar verdi. Çok da iyi yaptı çünkü bu film, onu en iyi kadın yönetmenler arasına sokacak parıltılı bir kariyerin kapısını aralamıştı.
Genelde aksiyon filmleri çekse de aslında bu türe yeni bir soluk getirdi. Gerçi ana akım Hollywood sinemasına işler üretiyordu ama el kameralarıyla yaptığı çekimler, şiddet temasına derinlikli yaklaşımı ve anlattığı hikayelerin Hollywood aksiyon filmlerinde rastlamaya alışkın olmadığımız kompleks yapısı, onu diğer birçok Hollywood yönetmeninden ayırdı.
Şu an 72 yaşında olan Bigelow, The Hurt Locker‘ın yanı sıra Point Break (1991) ve Strange Days (1995) gibi 90’lar klasiklerine imza attı. Son uzun metraj filmi Zero Dark Thirty (2012) de doğrusu epey ses getirdi.
Ancak tüm gişe getirisi, aldığı ödüller ya da gördüğü takdir bir yana Bigelow’un bir kadın yönetmen olarak belki en önemli başarısı aksiyon ve savaş gibi genelde erkeklikle ilişkilendirilen türlerde, üstelik Hollywood’da, zirveye çıkmasıdır.
Patty Jenkins
Patty Jenkins, özellikle 2017 tarihli hit süperkahraman filmi Wonder Woman ile büyük ses getirmişti. Wonder Woman ile muhtemelen Hollywood sinemasında bir süperkahraman filmi yöneten ilk kadın yönetmen olmasının yanı sıra, Jenkins, en iyi DC filmlerinden de birine imza atmıştı. Jenkins’in bu başarısının, başka kadın yönetmenlerin de devasa sinema endüstrisinin en çok gişe hasılatı getiren türlerinden olan süperkahraman filmlerinin yönetmenliğine atanmalarının önünü açmış olduğunu söyleyebiliriz.
Jenkins’in ilk uzun metraj filmi Monster (2003) da 2000’lerin en iyi seri katil filmlerinden biriydi. Üstelik bu film, başrolündeki Charlize Theron‘a Oscar da kazandırmıştı. Jenkins, şimdilerde merakla beklenen Star Wars filmi Rogue: Squadron‘un yönetmenliğini yapıyor. Ancak filme dair hemen hiçbir detay bilmiyoruz.
Patricia Cardoso
2002 tarihli Real Women Have Curves filmiyle tanınan Patricia Cardoso, son yıllarını genelde dizi yönetmenliği ile geçirdi. Ancak genç bir Meksika asıllı ABD’li kadının başından geçenleri konu alan ve aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanan Real Women Have Curves, 2000’lerin en iyi filmlerinden biri olarak ona birçok ödül ve adaylık kazandırdı.
Patricia Cardoso, sırf bu filmiyle bile 21. yüzyılın en iyi kadın yönetmenleri arasında anılmayı hak ediyor.
Claire Denis
Bazen tek bir kült film bile sizi unutulmaz kılar. Bugün 77 yaşındaki Fransız yönetmen Claire Denis, Beau Travail (1999) ile unutulmazlar arasına adını yazdırdı ve en iyi kadın yönetmenlerden biri oldu. Trouble Every Day (2001), White Material (2009), High Life (2018) ve kendisine Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazandıran Avec amour et acharnement (Bıçağın İki Yüzü) (2022) gibi başka önemli filmlere de imza atan Denis, İsrail’in Gazze’ye ablukasına karşı sesini yükselten sanatçılar arasında da yer alıyor.
Ida Lupino
Ida Lupino, özellikle 1940’lı yıllarda Hollywood sinemasının ünlü aktrislerdendi. Ancak aynı zamanda en iyi kadın yönetmenlerden biri oldu ve öncü işlere imza attı. 1953 tarihli The Hitch-Hiker filmiyle bir film-noir çeken ilk kadın yönetmen olmuştu. Yapımcı eşi Collier Young ile birlikte sosyal sorunlara odaklanan, düşük bütçeli filmler çekmek amacıyla kurduğu bağımsız film şirketi The Filmmakers Inc. ile birçok önemli işe de imza attı. Bunlar arasında yönetmenliğini yaptığı The Bigamist (1953), eleştirmenlerden epey olumlu yorumlar aldı.
Ava DuVernay
Son yılların en iyi dram dizileri, belki de gelmiş geçmiş en iyi mini diziler arasında başı çeken When They See Us (2019), yazarlığıyla da bilinen Ava DuVernay‘nin yeteneğini apaçık gösteriyor. 2000’lerin en iyi kadın yönetmenleri arasında yer alan DuVernay, neredeyse tüm işlerinde kendi toplumunun, yani ABD’li siyahilerin sorunlarını ele alıyor.
Netflix’te mutlaka izlemeniz gereken diziler arasında kolaylıkla sayabileceğimiz When They See Us, haksız yere hapse atılan bir grup siyahi gencin gerçek hikayesini anlatıyordu. Bu harika mini dizi, başarılı yönetmene üç Emmy adaylığı getirmişti. Irkçılık ile ilgili belgesellerin klasiklerinden olan, epey tartışılan ve DuVernay’e iki Emmy ödülü kazandıran 13th (13. Madde) (2016) ise ABD’nin yargı ve cezaevi sisteminde siyahilere uygulanan ayrımcılığı konu ediniyordu. Başarılı yönetmenin ırkçılık karşıtı mücadelenin sembol eylemlerinden olan Selma yürüyüşünü anlattığı Selma (Özgürlük Yürüyüşü) (2014) filmiyse Akademi Ödülleri‘nde En İyi Film dalında adaylık alırken, En İyi Özgün Müzik dalında ödüle layık görülmüştü.
Irkçılık konulu filmler listemiz ilginizi çekebilir!
Karyn Kusama
ABD’li yönetmen Karyn Kusama, en başta eleştirmenlerin pek beğenmediği ama zamanla hakkı verilen Jennifer’s Body (Kana Susadım) (2009) ile korku – komedi türünü feminst bakış açısıyla tanıştırdı. Kusama daha sonra The Man in the High Castle (Yüksek Şatodaki Adam) başta olmak üzere birçok iyi dizide yönetmenlik yaptı.
Karyn Kusama filmleri arasında en iyisi ise belki de 2000 tarihli Girlfight filmiydi. Başrolünde Michelle Rodriguez’in yer aldığı, en iyi boks filmleri arasında gösterilen ve birçok ödüle de layık görülen bu yapım, bir kadın boksörün zirveye tırmanışını anlatıyordu. Üstelik Girlfight, Kusama’nın henüz ilk uzun metraj filmiydi!
Chloé Zhao
İlk uzun metraj filmi Songs My Brothers Taught Me (2015), Sundance Film Festivali gibi prestijli bir festivalde gösterilmişti. Bu, parlak bir kariyerin ilk adımıydı. Son yılların en dikkat çekici yönetmenlerinden olan Chloé Zhao, adını ve yeteneğini Nomadland (2020) ile herkese duyurdu. Üstelik En İyi Yönetmen ve En İyi Film dallarında Oscar’a layık görülürken, Oscar kazanan ilk beyaz olmayan kadın yönetmen oldu.
Nomadland fragmanını izlemek için buraya tıklayın.