Mütevazı, Gerçekçi ve Etkileyici Bir Oyuncu: Claire Foy
[highlight]Kısa süre önce The Crown dizisindeki rolüyle Emmy Ödülü kazandı, şimdi de Oscar’a aday olma ihtimali yüksek iki filmde başrolde. Son dönemin en popüler oyuncularından Claire Foy’un bu noktaya gelmesi kolay olmadı. Uzun yıllardır kaygı bozukluğuyla mücadele eden Britanyalı aktris, rahatsızlığını aşmayı becermiş, en azından durumla başa çıkmayı görünüyor. Başarı kavramı konusundaysa mütevazı ve gerçekçi: “Başarılı olunca özel olduğumuzu düşünüyoruz. Aslında değiliz. Aynı bok devam ediyor.”[/highlight]
Netflix dizisi The Crown‘un ilk iki sezonundaki performansıyla geçen sene Altın Küre, bu sene de Emmy kazandı. Claire Foy’u önümüzde dönemde birkaç başarılı filmde göreceğiz: İlki, Oscar adaylığı ihtimaller dahilinde olan Neil Armstrong biyografisi First Man. Britanyalı oyuncu, filmde Ryan Gosling’in canlandırdığı astronotun eşi rolünde. Bir de daha çok ses getirebilecek bir gişe filmi var; Foy, dövmeli ve kısa saçlı haliyle The Girl In The Spider’s Web‘de Lisbeth Salander’i canlandırıyor. İki filmi de peş peşe, Noel’den bahara hiç durmadan çeken Foy, son dönemde yeni bir projede yer almayarak bütün yazı kızıyla geçirebildi.
Foy, ebeveynliğin insanın kendisine pek de hoş bir görüntü yansıtmayan bir ayna tutmak gibi olduğunu belirtiyor: “Çocuğunuza bakarak eksiklerinizi görebiliyorsunuz. Birinin anne veya babası olarak her şeyi yapabilecek biri olmanız, bütün cevaplara sahip olmanız, her gün ne yapılması gerektiğini bilmeniz lazım.”
Kaygı bozukluğuyla şekillenen bir çocukluk ve gençlik…
Bu onun açısından hiçbir zaman kolay olmamış… Claire Foy, Buckinghamshire’da üç çocuğun en küçüğü olarak büyümüş. Annesi ilaç sektöründeymiş, babası da satış bölümünde çalışıyormuş. O 8 yaşındayken ayrılmışlar. Onların kalplerini kırmamak adına olsa gerek Foy, sonraki birkaç yılı şöyle özetliyor; “Biraz karışıktı.” İzlediği yol da şu olmuş aktrisin: “Herkesi mutlu et. Asla sinirlenme. Tatlı ve uslu ol.” “İnsanları üzmek istememiştim,” diye ekliyor sonrasında…
Gençken birkaç ciddi hastalık geçirmiş. Bir gözünde iyi huylu bir tümör bulunmuş, gençlerde görülen bir romatizma çeşidinden dolayı bir süre koltuk değnekleriyle dolaşmış. O dönem hakkında şunları söylüyor oyuncu: “Bir ergen olarak, kendini ebeveynlerinden uzaklaştırmalısın, öyle değil mi? Onların sınırlarını zorlamalısın. Nasıl bir insan olduğunu keşfetmek zorundasın ama onları üzmemek ve kırmamak için hayatı kolaylaştırmak istemiştim.” Bu da büyüdükçe daha da artan kaygılara sahip olmasına yol açmış.
Ve eğitim hayatı: Gazetecilik okumak için kız kardeşinin peşinden Leeds Üniversite’sine gitmiş, aynı bölümü başvurmuş ama… Buraya tekrar döneceğiz…
Kaygı bozukluğu, hayatında ciddi bir sorun oluşturmuş. Foy, asla bunun hakkında derinlemesine konuşmamış ama şimdi her şey ortaya çıkıyor: “Kaygı bozukluğun varsa, herhangi bir şey hakkında kaygı duyabiliyorsun. Mesela karşıdan karşıya geçmek. Kaygılarının mantıklı olması gerekmiyor. Bu sadece karnında hissettiğin o garip hisle ilgili, yapamayacağını düşünmekle ilgili. Beynim dakikada binlerce kez çalışıyordu ve düşünceler birbirini kovalıyordu.”
Büyük roller için bir sürü fırsatı kaçırmış: “Umursamadım, öyle daha güvende hissediyordum,” diyor…
Geriye dönüp baktığında, bunun bir kendini koruma mekanizması olduğunu anlamış: “Hayatta kalmak için kesinlikle bir araçtı. Her şeye tutunmaya ve güvende hissetmeye çalışmak…”
Çok az ama derin oynuyor
Leeds’te gazetecilik okumamış Claire Foy, onun yerine Liverpool John Moores Üniversitesi’ne drama ve film çalışmaları okumak için gitmiş, daha sonra da Oxford Drama Okulu’nda yüksek lisans yapmış. O günler hakkında “Bir oyuncu olarak yapılması gereken en önemli şeyin geleceği düşünmemek olduğunu öğrenmeye başladım. Anda kalmak gerekiyordu,” diyor.
Mezun olduktan sonra daha da hızlı yükselmeye başladı. Önce Ulusal Tiyatro’da küçük bir rolde oynadı, BBC’nin 2008 yapımı Dickens uyarlaması Little Dorrit‘te ise başroldeydi. İzleyiciler ancak o zaman yeteneğinin farkına varmaya başladı.
Büyüyen gözleri, çenesi ve boynunda gerilen kasları, etrafındaki karakterlerin diyaloglarından sessiz de olsa çok daha etkileyici gösteriyor onu. Bu da Foy’un en güçlü yeteneği. The Crown‘un yönetmeni Stephen Daldry’nin deyimiyle “Çok az ama çok derin oynuyor…” First Man‘in ilk sahnelerinden birinde Foy, ölümcül bir hastalığa sahip bir çocuğu olan anneyi canlandırırken sadece 10 kelime etmesine rağmen içtiği sigaralar ve gittikçe yaklaşan kamera açısının da yardımıyla koca bir kederi yansıtıyor mesela. Little Dorrit‘in yönetmeni Dearbhla Walsh, Foy’un kariyerinin başlangıcında ona şu şekilde yol göstermiş; “Etrafındaki herkes abartılı oynayabilir, Dickens eserleri bunu gerektirir ama sen, herkesin ortasında olacaksın. Hiçbir şey yapma. Rol yapma. Abartma…”
Sonraki 6-7 yıl boyunca Foy, Nicolas Cage ile bir aksiyon filminde, bir Peter Kosminsky dramasında, Shakespeare ve Carly Churcill oyunlarında Londra sahnelerinde görünmesine rağmen pek de popüler değildi. Konu hakkında Foy’u 10 yıldır tanıyan cast direktörü Nina Gold şunu söylüyor: “Gerçekten de iyiydi ama asla tamamen doğru kişi değildi. Ya da başka biri daha doğru bir seçimdi. O her zaman ikinci seçimdi.” Foy, bu durumu hiç kafasına takmamış, hatta halinden memnun olduğunu belirtiyor: “Seçilmediğim için kendimi daha güvende hissediyordum. ‘Gerekirse rolü başka birine verin, böylece hayatımı büyük ölçüde değiştirmek zorunda kalmayacağım’ diyordum.”
Potansiyelinin hakkını veriyor
2014’te, yıllardır Foy’u destekleyen Gold, en sonunda onu Anne Boleyn olarak görebildi. Foy, Wolf Hall‘un yönetmeni Kosminsky ile önceden çalışmış olmasına rağmen yine de onu ikna etmek zorundaydı. O sırada, bir korsanın sevgilisini canlandırdığı kısa ömürlü Amerikan dizisi Crossbones‘un çekimleri için Porto Riko’daydı. “Hilary Mantel’in romanını okuduğumda şöyle düşünmüştüm: Ben hiç onun gibi değilim, ne dış görünüş ne de kişilik olarak. Anne, çok zeki ve çekici olmasının yanı sıra gizemli de olmayı başarıyordu ve insanları büyülüyordu. Özel olduğunu biliyordu. Beş dil konuşuyordu. Kendimde onu göremedim,” diyor aktris ama Kosminsky ve Gold, ondaki potansiyelin farkındaydı. Onun yorumuyla Anne, Tudor Hanedanı’nın diğer üyelerine göre daha alaycı ve güce açtı. Hırsı herkesin önündeydi. Genç kraliçe kendi hızını da aşıp ölüme sürüklenene kadar da bu hırs devam etmişti.
Anne’in idama gidiş sahnesi, Foy tarafından öyle inanmaz bir tavırla hatta öfkeyle canlandırıldı ki dizi, unutulmaz bir dramaya dönüştü. Kosminsky, o sahneyi uzun kariyerindeki en gurur duyduğu an olarak nitelendirdi.
“Aynı bok devam ediyor”
Sırada The Crown vardı. Yine Nina Gold devredeydi, Foy kendini deneme çekimlerinde buldu: “Ben çekimserdim. Bu tür büyük kararlardan önce her zaman çekimser olmuşumdur. Ve korkuyordum. Anne olduktan sonra nasıl birine dönüşeceğimi kestiremiyordum. Asla bilmiyorsunuz; her an, her şey olabilir. Doğum sonrası depresyonu yaşayabilirdim. Çok fazla değişken vardı ama yine de evet dedim. Finansal açıdan dengemi sağlayacağını düşündüm. Bir ev almam gerekiyordu,” diye anlatıyor o dönemi.
İki sezon süren mükemmel performansını “Bolca oturdum,” diyerek alaya alacak kadar da alçakgönüllü Claire Foy. Bir de ekleme yapıyor: “Başarı kavramını yerden göğe sığdıramıyor ve başarılı olunca özel olduğumuzu düşünüyoruz. Aslında değiliz. Belki insanları bir yere kadar değiştiriyor olabilir ama asıl rahatsız edici bulduğum şey, beni hiç değiştirmemiş olmaması. En sonunda aynı bok devam ediyor.”
Bugün kaygılarının ne durumda olduğunu soruyoruz ayrılmadan önce. Yanıtı şu oluyor: “Herkesin bu tür sorunları var ve bu sorunlar bitmiyor. Eskiden hayattaki tek özelliğimin bu olduğunu düşünürdüm; endişeli olmak. Bununla sürekli mücadele ederdim ve bu da beni perişan ederdi. Sanırım kaygılarım halen yerli yerinde ama artık kendimi ondan ayırabiliyorum. Bunun sahip olduğum şeylerden biri olduğunu ve kendimle baş etmem gerektiğini biliyorum.”
The Guardian’dan derlenmiştir…
Çeviri: Sena Özkurt