Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Psikanaliz: ‘Euphoria’
Esra Koçak’ın Euphoria psikanalitik incelemesi, Episode’un 26. sayısında yayımlanmıştır.
‘’Zaman zaman çılgınça kullandığım uyuşturuculardan, hiçbir haz almıyorum. Hayatımı, itibarımı ve aklımı tehlikeye atmam da zevk arayışından değil, bana eziyet eden hatıralardan, katlanılmaz bir yalnızlık duygusundan, ve yaklaşan garip bir akıbetin dehşetinden çaresizce kaçma çabasından ibarettir.’’ – Edgar Allan Poe
HBO’nun en vurucu yapımlarından gençlik draması Euphoria, görsel ve işitsel açıdan son derece zengin, öte yandan içerdiği cinsel istismar, bağımlılık ve şiddet gibi temalarla izlemesi güç ve gençlerle ebeveynler için neredeyse şoke edici bir dizi.
Dizideki ana karakter Rue önce kendi hikâyesini, sonra da her bölümde bir başka arkadaşının hikâyesini anlatıyordu bize. Başta, bir ötekinin hikâyesi içinde bir figüran olarak dışarıdan, yüzeysel gördüğümüz kişiler, ertesi bölümde tüm acıları ve zaaflarıyla canlı kanlı birer insan olarak karşımıza çıkıyordu böylece. Sanırım diziye dair en güzel yan buydu. Nasıl ki gerçek dünyada birbirimizi gözümüzle görebildiğimiz, kulağımızla işittiğimiz ölçüde anlıyor, tanımlıyor, öte yandan o kişiyi ancak gerçekten tanıdığımızda, yakınına gelebildiğimizde kim olduğunu hakiki manasıyla bilebiliyoruz, dizide de bu hissi yaratmıştı kurgu.
Rue, kendi hikâyesine çocukluğuyla başlar. Takıntıları ile başlayan hikâyesi, çeşitli tanı ve tedavilerle sürer ve aşırı doz uyuşturucu ve rehabilitasyonla sonuçlanır. Rue’nun hikâyesinde bağımlılık ana ekseni oluşturur. Ölümden dönmüş, aşırı doz deneyimiyle kendisini o halde bulan çok sevdiği kardeşini travmatize etmiş, rehabilitasyondan çıkmış, Adsız Narkotikler toplantılarında yalan söyleyen, çıkar çıkmaz maddeye tekrar başlayan bir genç… Böyle bakınca çok anlaşılmaz gelen bir süreç. Bu hikâyeyi ve birçok bağımlılık hikâyesini izlerken çoğu insanın aklına şu soru gelmiştir: Bunu kendine neden yapıyorsun?
Bağımlılığı bir irade sorunu ve bağımlılık yapan maddeyi salt bir haz kaynağı olarak gördüğümüzde bu soru makul bir sorudur aslında. Ama bu bitmek bilmez gibi gözüken hikâye bize başka bir durumu işaret eder. Bu işaret edilen noktayı anlaşılır kılmak için iki ayrı konuya değinmek istiyorum. Birincisi bir Avrupa ülkesinin uyuşturucu politikası, ikincisi ise bir hayvan deneyi hakkında.
Rue da hem küçük yaşlarından beri yaşadığı kaygılara hem de babasıyla ilgili üzüntüsüne yatışma sağlayan maddelere kısa sürede bağımlı olur. Jules ile tanışana kadar oldukça yalnız bir genç olduğunu düşünmek yersiz olmaz, keza bir sevgi bağı kurar kurmaz bu bağ, bağımlı olduğu maddelerin yerini doldurur ve onu yatıştırır.
Seksenlerde Portekiz’de korkunç bir uyuşturucu bağımlılık sorunu patlak verir. Toplumdaki bağımlılık oranı öyle yükselmiştir ki hükümet bu konuyu acilen ele alır ve uyuşturucuya “savaş” açmaya karar verir. Narkotik operasyonlar, baskınlar, ağır cezalar… Ancak ne yapıldıysa sorun çözülmez, çözülmediği gibi şiddeti artmaya devam eder. 2000’lerin başında hükümet alternatif bir plan yapar. Radikal bir strateji değişikliğine giderler, narkotik olağandışı ölçüde küçültülür, uyuşturucu maddeler dekriminalize edilir, adli takibat azaltılır. Buralara aktarılan bütçe sosyal destek programlarına, tedavi programlarına yönlendirilir, iş ve barınma imkânı sağlanır. Ve sonuç ne olur dersiniz?
Bağımlılık %75, bağımlılıkla ilişkili HIV %95 oranlarında azalır.
Aslında Portekiz’in bu stratejisi, ünlü bir hayvan deneyiyle paralel bir sonuç vermektedir; bağımlılıkla ilgili en ünlü deneylerden Fare Parkı deneyiyle. Fare Parkı deneyinde fareler iki gruba ayrılır.
İlk gruptaki fareler ayrı kafeslerde tutulur. Her kafese iki ayrı muslukla su verilir. Bunlardan biri morfinli, diğeri ise saf sudur. Farelerin her musluktan ne kadar su içtikleri kaydedilir.
İkinci gruptaki fareler, bir park şeklinde tasarlanmış bir kafeste hep beraber tutulurlar. Dişi ve erkek fareler çiftleşebilir, oyuncaklar, yiyecekler serbest ortamda bulunur. Aynı ikili musluk düzeneği burada da bulunmaktadır ve yine bu musluklardan içilen sular da kayıt altındadır.
Deneyin sonucunda birinci gruptaki farelerin morfinli suyu, ikinci gruptaki farelerden 20 kat daha fazla tercih ettiği görülmüştür. Hatta fare parkındaki farelerin çoğu morfinli sudan kaçınmaya çalışmıştır.
Euphoria’daki Rue’nun bağımlılık hikâyesi de bu deneyle tam olarak uyumludur. Rue önce obsesyonlarının ve sonra dikkat sorunlarının kendisinde yarattığı güçlüklerle mücadele etmiş, babasının kanser hastalığıyla başlayan ve ölümüyle sonuçlanan dramatik bir süreç yaşamıştır. Maddeyle tanışması da annesi çalıştığı sırada, evde ağır hasta olan babasına baktığı dönemdedir. Bağımlılık maddenin haz veren içeriğinden ziyade bir yatışma, kaygıdan, acıdan kaçış sağlamasından gelir. Rue da hem küçük yaşlarından beri yaşadığı kaygılara hem de babasıyla ilgili üzüntüsüne yatışma sağlayan maddelere kısa sürede bağımlı olur. Jules ile tanışana kadar oldukça yalnız bir genç olduğunu düşünmek yersiz olmaz, keza bir sevgi bağı kurar kurmaz bu bağ, bağımlı olduğu maddelerin yerini doldurur ve onu yatıştırır.
Rue’nun iki hastalığı yani bağımlılık ile bipolar bozukluk birbirini tetikleyebilen, neredeyse sarmal haline gelebilen iki sorundur ve dizide de tam olarak böyle olur.
Rue’nun bağımlılığıyla ilintili bir diğer sorunu da bipolar bozukluktur. Manik depresif bozukluk olarak da bilinen bipolar bozukluk, duygulanımda şiddetli yükselmeler ve düşüşlerle karakterize ataklarla seyreden bir duygudurum bozukluğudur. Duygudurumdaki dalgalanmalara şiddetli uyku, enerji, düşünce ve davranış değişiklikleri de eşlik eder. Bipolar yani iki uçlu bir bozukluk olan hastalığın mani ve depresyon şeklinde iki ucu vardır.
Rue, Jules’un buluştuğu kişiyi bulmaya çalıştığı, dedektiflik yaptığı bölümde maniktir. Manide kişinin düşünceleri ve konuşmaları hızlanır. Fikirleri uçuşur. Uyku ihtiyacı ciddi ölçüde azalır, hasta hiç uyumadan günler geçirebilir. Coşku, öfke ya da neşe gibi keskin duygulanımlar çok sık görülür. Zaman zaman manik hastalara hezeyanlar ya da halüsinasyonlar gibi psikotik belirtiler de eşlik edebilir.
Rue’nun odasından tuvalete gidecek kadar enerji bulamadığı, yatağından çıkmadığı bölümde ise yaşadığı atak depresif bir ataktır. Mutlu düşünceler arar ama bir türlü bulamaz, mutlu anıları silinmiş gibidir. Karamsar düşünceler, enerji düşüklüğü ve mutsuzluk ile karakterize atağında öylesine büyük bir atalete saplanmıştır ki odasından çıkıp tuvalete gidemediği için hastanelik olur. Ve en nihayetinde annesine tekrar tedaviye başlamak istediğini söyler.
Bipolar bozuklukta her insanın zaman zaman yaşadığı mutluluk ve mutsuzluklardan çok daha derin ve kompleks bir duygudurum değişimi sözkonusudur. Manide dünyayı sırtına alacak denli güçlü hisseden kişi, depresif bir atakta tuvalete gidemeyecek ölçüde bitkin düşebilir.
Rue’nun iki hastalığı yani bağımlılık ile bipolar bozukluk birbirini tetikleyebilen, neredeyse sarmal haline gelebilen iki sorundur ve dizide de tam olarak böyle olur. Duygudurum sorunları maddeyi, madde duygudurum sorunlarını tetikler.
Rue, ergenliğinden ziyade psikiyatrik hastalıklarla başa çıkmaya çalışırken arkadaşları da kendi hayatlarına dair sorunlarla mücadele halindedir.
Ergenlerdeki özfarkındalık ve özgüven, doğaları gereği ikirciklidir.
Bir trans kadın olan Jules, kadınlığının ispatını erkeklerle seks yaparak sağlamaya çalışırken kendini istismara açık kılmakta ve yaşça büyük erkeklerle cinsellik yaşarken duygusal olarak yaralanmaktadır. Bir kadın olmanın yolunun erkeklerce arzulanmak olduğu fikri, Jules’ta olduğu gibi dizideki diğer kadın karakterlerin temel çatışmalarının da zeminini oluşturur.
Dizideki ana karakterlerden Kat, akranları ve arkadaşları seks yapmış olduğu ve kendisi henüz kimseyle cinsel birleşme yaşamadığı için utanır ve bu sorunu(!) çözmek için kendisini nesneleştirerek sadece seks yapmış olmak için seks yapar. Bunun sonucunda ise mahrem bir videosu internette yayılır. Kat bu durumu bedeniyle barışma yoluna dönüştürmek için bir hamle yapar, ancak bunu yaparken Jules gibi o da kendisini istismara açık kılar. Kendisini onaylamak için erkeklerin bakışına ve onayına ihtiyaç duyarken kendisini nesneleştirir. Keza Cassie, çatışmalı bir ebeveyn ilişkisinin sonucunda evi terk eden babasının yarattığı duygusal boşluğu erkeklerin ilgisiyle doldurmaya çalışırken yine kendisini nesneleştirir, istismara uğrar, mahrem görüntüleri internete düşer, elden ele gezer. Dizideki genç kadınlar cinselliği onay, ilgi ve sevgi ile takas etmekte gibi gözükmektedir.
Ergenlerdeki özfarkındalık ve özgüven, doğaları gereği ikirciklidir. Ergen ne henüz bir erişkin olabilmiştir ne de artık bir çocuktur. Bir yandan ailesinin yarattığı bilindik ortamın nispi güvenliği içinde kalmanın konforunu bırakmak istemez, öte yandan doğanın ve hormonlarının kendilerini güdülediği erişkinliğin heyecan veren kokusuna kapılmaya meyleder. Bu amorf hal içinde kendisine bir yer bulmaya çalışan ergen sıklıkla ilgiler, meraklar, arkadaşlar, deneyimler arasında savrulur; bireyleşmek için kendisini ailesinden uzağa iterken beklemediği kadar uzağa düşebilir. Hızla değişen bedenleri, pik yapan hormonlarının etkisiyle uyanış içinde olsa da zihinleri bu değişimin hızına yetişemez. Araftaki hallerinin, ne istediklerinden emin olamamalarının bir nedeni de budur. Bu beden-zihin senkronizasyon problemine etki eden bir unsur da pornografi kültürüdür.
Dizide çıplaklık, cinsellik ve şiddet son derece aleni şekilde ortaya koyulurken yönetmen bizi rahatsız etmeye gayret eder gibidir. İzlediklerimize neredeyse hiçbir zaman hazır değilizdir.
Pornografinin internetin yaygınlaşmasıyla geldiği son noktada artık her insan bir fetiş nesnesine dönüşebilmektedir. Yollanan çıplak fotoğraflar, gizlice çekilen mahrem videolar her insanı, daha da tehlikelisi her genci nesneleştirebilmekte ve bunların yankısı yıllarca sürebilmektedir. İnternet zaman zaman bir zorbalık alanına dönüşmekte, mahrem görüntülerin paylaşılması şeklinde uygulanan ruhsal şiddetle özellikle kırılgan gençler travmatize olabilmektedir. Pornografi kültürünün istismar edilen kadar istismarcısı da normların içine sıkışmış bir gençtir bazen. Pornografi ile neredeyse normalize edilen cinsel şiddet ve zorbalık bir iktidar alanı yaratmakta, bu alana dahil olmak istemeyen herkes aforoz ile yüzleşebilmektedir. Kurban-fail ikileminden çıkmayı güçleştiren bir atmosferde, gençlerin zaten henüz olgunlaşmamış kendiliklerini yaşayabilmeleri daha da zorlaşmaktadır bu yüzden.
Dizide çıplaklık, cinsellik ve şiddet son derece aleni şekilde ortaya koyulurken yönetmen bizi rahatsız etmeye gayret eder gibidir. İzlediklerimize neredeyse hiçbir zaman hazır değilizdir. Peki, dizideki karakterler? Levinson’ın bu rahatsız edici sahneleri bizi diken üstünde tutmaktan ziyade gençlerin yaşadıklarına dair duygusal yanıtlarını daha iyi anlamamız için koyduğunu düşünüyorum. Bizim izlerken hazır olamadıklarımıza bir ergen hazır olabilir mi? Örneğin narsisist babasının rasgele cinsel ilişkilerini kaydederek yaptığı video koleksiyonunu izleyen Nate buna ne kadar hazır olabilirdi? Veyahut biyolojik cinsiyetiyle uyumlu bir cinsel kimliği olmadığı küçük yaşlarından itibaren aşikâr olan Jules’un, annesi tarafından kapalı bir ruh sağlığı hastanesine yatırıldığını birden anladığı an; bu ana Jules ne kadar hazırdı? Babasının yavaş yavaş ölmesine şahit olan Rue buna ne kadar hazırdı? Mahrem videolarının elden ele gezdiğini gören Kat ya da Cassie buna ne kadar hazırdı?
Gençler dizi boyunca akıp giden zorlu olaylara ne kadar hazırsa izleyici de o kadar hazır olabilirdi izlediklerine. Ne cinsel istismara, ne duygusal şiddete, ne zorbalığa, ne kötü ebeveynliğe hazır olunabilir. Ama bütün bunlar birçok gencin hayatının gerçekleri, bizim onları görmüyor ve duymuyor olmamız bu gerçeği değiştirmiyor. Ancak bir diziyle tanıklık etmek bile gençleri umursamaz, bağımlı, sorunlu olarak değerlendirmeden önce, kolayca hüküm vermeden önce onlar ve hayatlarının güçlükleri hakkında bir kez daha düşünmemizi sağlayabilir belki.