RÖPORTAJ │ İlhan Şen
Bu röportaj Episode Dergi’nin Ekim 2021 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Röportaj: Oben Budak
Fotoğraf: Jiyan Kızılboğa
İşlerini izleyip beğendiğiniz, ilgiyle takip ettiğiniz biriyle tanışıp dev bir hayal kırıklığına uğramanız çok olası. Bazen keşke diyorsun, keşke ekranda gördüklerimle sınırlı kalsaymışım. Eskiden büyük iştahla gidilen röportaj buluşmaları bu yüzden bir süre sonra pırıltısını yitirebiliyor işte. İlhan Şen’le buluşma sırasında bu çekince, aklımın bir köşesindeydi. Zoom aracılığıyla evine konuk olmadan önce birini tanımak için günümüzde yapılabilecek en basit ama geçerli araştırmayı yapıp Instagram’ına baktım. Güzelliğinin altını çizen fotoğrafların arasına serpiştirdiği River Phoenix, Jim Jarmusch, Dario Fo detaylarına takıldım uzun bir süre. Fotoğraflarını genelde siyah beyaz paylaşan, estetik algısı olan bu oyuncuyu merak ettim o an.
Biliyorsunuz, günümüz başrollerinin %80’inin en büyük silahı yakışıklık. Bunu bir koz olarak göreceksek İlhan Şen’in eli hayli sağlam. Best Model yarışmasından gelen birincilik boşuna değil. Her ne kadar onu reytingi bol FOX dizisi Aşk Mantık İntikam’ın yakışıklı Ozan’ı olarak sevmek şu an için yeterli bir sebep olsa da kazıdıkça altından çıkan değerler sizi ona bağlıyor.
Daha bir yaşındayken ailesi göçe zorlanan bir neslin zafer kazanan temsilcisi olduğu halde, “Ben var ya ben!” böbürlenmesi yok. “Aktörüm ben” tribi hiç yok! Daha çok anda yaşıyor gibi. Sadece dört kişiden oluşan bir aileye sahip olduğu için genelde evde yalnız vakit geçirmeyi sevmesini garipsemiyorsunuz. Yalnızlık değil de tek başınalık onunki. Aşk Mantık İntikam’ın rasyonel kısmıyla ilgilenen, sorgulayan, bilginin peşine düşüp onu çıkaran bir adam.
Kariyerinin başında kısa filmler çekip denemeyi seçiyor. Denemeden bulamayacağını biliyor. Distopik bir gelecekte yaşanan cyberpunk denemesi de (Perspective) var, kısa moda filmi de. Röportajında dizideki arkadaşları adına, “Tek bir süper gücümüz var, o da bir sonraki bölümde ne olacak diye merak ettirebilmek,” derken kendinden bahsediyor sanki. Evet, İlhan Şen merak ettiriyor. Yılların ona katacağı değerleri merak edip sabırsızlanıyorsunuz hatta.
Bu aralar nasıl hissediyorsun kendini, sezonun en hit işinde yer almak nasıl bir duygu? Çünkü biliyorsun ki birbirinden farklı milyonlarca insan, oynadığın dizinin önünde iki saatliğine buluşuyor.
Tanımadığın birinin kapısını çalıp evine girebildiğini düşünsene… Sadece evlerine misafir olmakla kalmayıp bir de sevileceksin. Hatta haftada bir merak edileceksin… Ben olaya daha çok dizi yapıyor gibi değil de insanların evine gidip kendini sevdiren, üstüne haftada bir kendini merak ettiren biri gibi bakıyorum. Hiç beklemediğim anlarda gelen tepkiler. Arabanın içinde “Oğluşum” diye bağıranlar… Çok seviyorum. Hatta sen de az önce bana öyle hitap ettin.
Nereden çıktı bu “oğluşum”?
Günay’ın oluşturduğu muhteşem bir detay. Biz çekimlere başlamadan Günay dedi ki, “Anneler çocuklarına oğluşum der mi?” Onun kızı olduğu için bu detaya hâkim değildi tabii. Dedim ki, “Benim annem diyor.”
Benimki de söylerdi. Artık demiyor olsalar bile söyleyecekler! Müthiş bir ilgi var üzerinde, yanılmıyorsam Aşk Mantık İntikam ile birlikte Instagram’daki takipçi sayın milyonu geçti. Tabii bir birikim var, gökten inmedin bir günde… Ama milyon takipçi epey ciddi bir şey. Hesabına bakıyorum da çok sık paylaşım yok, daha yeni yeni beslemeye başladın. Biraz hazırlıksız mı yakalandın?
Aslında hazırlıklıydım, bir gün böyle bir şey olursa diye. O hesapta yaptığım yayın onun hazırlığıydı. Instagram’daki takipçi sayısı, yaptığım işin iyi olduğunun göstergesi. Demek ki ben iyi bir iş yapıyorum, diyorum. Bu kullanım tarzına rağmen insanlar beni merak ediyor. Burada benim ailem, tatilim, yediğim yemek, kız arkadaşım gibi şeyler yok. Oraya odamı koymak istedim. Ne izliyorum, ne okuyorum, neyin peşinden koşuyorum, bunları bir paylaşayım, bakalım neler olacak diye başladım. Bugüne kadar çok da çizgimden sapmadım. Oradan biri bir şeyin peşine düşse, belki bir kelimenin, bir cümlenin peşine düşse ne güzel olur. O yüzden hazırlıksız değildim.
Hesabına ilk baktığım anı hatırlıyorum, Kieślowski filmi paylaşmışsın (Trois Couleurs Blanc), filmi izlediğimi biliyorum, hatırlıyorum ama çıkaramadım bir türlü. Paylaşımının altındaki yorumları okumak zorunda kaldım.
Bir şeyin peşine düşmek ne güzel değil mi işte?
Benim çok hoşuma gitti ama toplumun sevdiği bir şey midir, ondan emin olamadım.
Bence biz bu işi hallederiz, rüzgârı buna doğru döndürürüz. Diğer türlü mevsimlik işçiler gibi oluyoruz, kalıcılığımız olmuyor. Yeni akıl alttan alta çok güçlü geliyor ve bir gün onlar karar verici merci olacak. Bir şeyler değişecek, başka yolu yok.
Senin hayatın peki? Hızlı mı gelişiyor bu ara hayat? Bir anda çıktım ama umarım bir anda inmem duygusunu barındırdın mı hiç?
Şu ara ışık bana vuruyor Oben ama şimdilik. Bir gün ışıkçı o ışığı benden alıp başka birine çevirecek. Işık tekrar bana dönene kadar ne kadar kendimi besler, eksiklerimi kapatır ve hazır şekilde karşısına geçebilirsem artış aynı hızla devam edecek onu biliyorum. Evet, şimdilik bir yükseliş dönemi yaşıyorum, çok mutluyum. Harika hissediyorum, o konuda hiçbir problem yok. Ama ışık döndüğünde sen hâlâ eski işlerinle yaşamaya devam ediyorsan ışıkçı bir daha üzerine döndürmez o ışığı!
Ama biliyorsun piyasada çoğu oyuncu o ışığın sürekli kendi üzerine çevrildiğini zannediyor, ışığın gelip gittiğini pek de fark eden yok.
Farkında olanları konuşuyoruz, diğerleri mevsimlik işçi olup birkaç iyi iş yapıp orada kalıyor. Hasat zamanı geldiğinde meyve vermediysen yapımcı bir sonrakinde ekmiyor seni. Hakikaten tarlaya ekilmiş tohumlar gibiyiz. Kimi filizleniyor, kimi filizlenmiyor. Kiminin tohumu zaten bozuk oluyor. Kimisinde her şey çok iyi oluyor ama yağmur yağmıyor. Oyuncular uygun, kanal uygun, saat uygun ama yağmur yok! Kiminde her şey uygun ama toprağı sürecek traktörün motoru bozuluyor. Bir sürü durum var. Her şeyi doğru yapıp o ürünü verdiğinde seyirci o meyveyi yiyor zaten.
Aşk Mantık İntikam’daki karakterin Ozan kadar sinirine yenilen ve bir anda hareket eden biri değilsindir gibi geliyor. Ozan büyük kararlar alıyor, sonra da pişman oluyor…
Ozan’ın ilk hali bana çok yakın. Ben de ortaokuldan beri gözlük kullanıyorum. Ama o kadar da saf ve temiz bir adam değilim. Öbür tarafta CEO Ozan ise aslında en başlarda bu kadar sinirli bir adam olarak görülmüyordu. O sahneleri kurarken çok dikkat etmiştim. Esra yeniden hayatına girene kadar onun bu hallerini görmüyoruz aslında. 8 yaşından beri âşık olduğu bir kadın Esra. Durduk yere ona evlenme teklif ediyor ve Ozan’ın hiç anlayamadığı nedenlerden dolayı ayrılmak istiyor. Haliyle Ozan, Esra’yı hayatından uzaklaştırmayı çare olarak görüyor. Bunun da tek aracı var, öfke! Öfkeli ama çok seviyor, duygularına hâkim olamıyor. Mantığın devreden çıktığı anlar yaşıyor. Öfkelenmekten başka şansı yok aslında. Aşkı o kadar büyük yaşarken başka çaren kalmıyor. O sert kararlar bu yüzden çıkıyor. Elinde değil çocuğun, yapacak bir şey yok.
Sende nasıl durumlar, çok fevri kararlar alıp pişman oluyor musun?
Binlerce pişmanlığım var, olmaz olur mu? Daha çok kendi kendime karar almaktan hoşlanırım. Evet, çok fazla dinlerim ama çok fazla sormam! 3-5 tanedir hakikaten fikrini merak etiğim insan ki pişmanlık da bana kalsın. Ben önce aklımı çalıştırmak isterim, sonrasında diğer duygulara bakarız. Bu yüzden pişmanlık bende genelde kafamı yerlere vurarak yaşanıyor. (Gülüyor)
Peki, o sözünü dinlediğin arkadaşlar aynı zamanda dizinin ilerleyen bölümlerinde ne olacağını merak edip seni darlayan arkadaşlar mı? Ozan’ın başına neler geldi, bu bölümde ne olacak sorusunu sık duyuyorsundur. Sense 8’in starı Max Riemelt ile röportaj yapmıştım, ilk bölümü izledikten sonra arkadaşları arayıp biz diziyi anlamadık, neler oldu acaba diye olayı anlatmasını istemişler mesela.
Meraklılar en çok aileden çıkıyor. Çünkü onları da zorluyorlar; sen sor, nasıl olsa sana söyler, diye. Annem arıyor ve tabii ki ben ona söylemiyorum. Hayatta ağzımdan laf alamaz kimse. Tiyatroya gidiyoruz değil mi, Hamlet oynanıyor diyelim. Hikâyeyi hepimiz biliyoruz, yüzlerce versiyonu yapıldı sahnede. Ama ona rağmen biz yine Hamlet’e gidip üstüne para veriyoruz. Derdimiz Ahmet, Hamlet’i nasıl oynamış oluyor. Biz burada diyoruz ki evdeki sohbetten vazgeçip 2,5 saatinizi bize verin, başka bir şey vermeyin. Tek bir süper gücümüz var, o da haftaya ne olacak diye merak ettirebilmek. O yüzden de kimseye söylemem. Anneme, babama bile söylemem.
Süper gücünüz var gerçekten, her hafta da uyguluyorsunuz. Senin hayatından devam etmek istiyorum. Röportajlarını takip ettiğim kadarıyla olayın başka boyutuyla ilgilenen epey dolu bir altyapın var. Biliyorsun, deneyim olmadan kişilik inşa etmek çok zordur. Bu yüzden kişiliğini oluştururken kariyerinin en çok hangi döneminden etkilendin? Best Model yarışması, sonra yurtdışında defile kovalanan bir dönem… Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İnşaat Mühendisliği okudun, ki hiç kolay bir bölüm değil… Muhakkak staj yapmışsındır, orada da bir çalışma dönemi var. Ardından birçok ağır oyuncunun olduğu diziler başlıyor! Senin için en besleyici ve dönüştürücü olan bölüm hangisiydi?
Aslında lisede başladı o bölüm. Pertevniyal Lisesi mezunuyum, üniversite okurken özel ders de verdim. Velilere hep şunu söylerdim, çocuğunuzun iyi olmasının nedeni gittiği okulun başarısı değil, oradaki arkadaşları. Öğretmen atamayla geliyor ama giden öğrencilerin her biri başka heyecanla geliyor. Ben Penguen’le giderdim, bana dergiyi sorarlardı. Bir diğeri Metallica dinler ama Iron Maiden’ı da bilirdi. Öğrenciler havuza o bilgileri atıyor atıyor, kim ne kadar kaparsa. Ben o zamanlardan başladım sinemaya. Lisede sinema festivallerini kovaladım, yönetmenleri, filmleri tanımaya başladım. O zaman bir şeylerden etkilenmeye ve peşine düşmeye başladım.
Oyunculuğa geçişin nasıl oldu, o döneme dönelim mi? Yeni bir kariyere başlamanın heyecanıyla birlikte bunu kotarabilecek miyim acaba diye bir düşüncen var mıydı?
Başlangıç Mehmed Bir Cihan Fatihi ile oldu. Düşün, babamı Taner Birsel, lalamı Çetin Tekindor, Akşemsettin’i Metin Akpınar, abimi Kenan İmirzalıoğlu canlandırıyor. Kadro böyleyken beni okuma provasına çağırdıklarında bile heyecanım tavandı.
Tam o dönemde oyunculuk adına donanımın neydi?
Ne kadar olabilir ki? Ördek videolarını düşün, anne önden atlıyor, yavruları arkadan ama hepsi farklı atlıyor. Atlamayı öğrendikleri ilk dönemini düşün, işte öyleydim.
Sen göbekleme atladın o zaman.
Su nerede, köprü nerede, nereden atlıyoruz, hiçbir bilgim yoktu. Tabii ki biraz eğitimim vardı, Derya Alabora ve Levent Dönmez ile çalıştım, o yüzden rahattım. Şimdi de oyuncu arkadaşlarım sette ne zaman zora düşsem ortada bırakmıyorlar hiç.
Şu an bırakmamaları normal, sen ön plandasın ve senin huzurun çok önemli. Ama ilk başladığın dönemde nasıldı?
Tabii ki en başta deneyimli oyuncular bir başka genç ve yakışıklı oyuncu diye bakıyor. Ama konuştukça anlıyorlar ki benim de anlatacak şeylerim var.
O dönem etrafında oyunculuk yapman konusunda seni yüreklendiren, arkanda olan biri var mıydı?
Arkadaşlarım çok fazla ne yaptığımı bilmez. Öyle çok fazla arkadaşım yok. Ama ailem bana hiç karışmadı. Sadece okulunu bitir dediler. Bulgaristanlı aile olmamızın bir sonucudur ki zaten dört kişiyiz, başkası yok. Herkes kendi içinde minik bir meclis kurup o meclisten çıkan sonucu uyguluyor.
Her göçmen ailenin birbirine tutunduğu ve kendi dünyasını kurduğu söylenir. Çok erken yıllarda Türkiye’ye göçmek zorunda bırakılan bir aile mensubu olarak aidiyet duygunuz nasıl gelişti? Ailenin geçmişine dair sahip olduğu bütün hikâyeler Bulgaristan’a aitken Türkiye’de yaşamak nasıldı?
Annem ve babam buraya geldiklerinde biri 23, diğeri 25 yaşındaymış. Ben de daha yeni bir yaşına girmişim. Bir hayal et, her şeyi bırakıyorsun ama her şeyi! Evini, arkadaşlarını, kitaplarını, kasetçalarını, üstünü başını. Belirli bir süre veriyorlar, o süre içinde her şeyini arabaya yüklüyor ve yolculuğa başlıyorsun. Sadece sınıra kadar gidişin belli, sınırdan geçtikten sonrası belirsiz. Biz Türk olduğumuz için, Türkçe konuştuğumuz için gönderildik. Annem öğretmen, babam mühendis ama ortada bunu kanıtlayacak hiçbir belgeleri yok. Bu yüzden ikisi de denkliklerini alana kadar başka işlerde çalışmak zorunda kaldı.
O dönem farkında olmayacak kadar küçük olsan bile travma kısmı hayatına yansımıştır herhalde.
Tabii, o dönemden tek hatırladığım şey ayakta kalmak için sürekli çalışan bir ailemin olması. Kendimle ilgili çözmek istediğim bir konu da bu! Bazen dinlenmek de gerekiyor ama ben şu an sadece çalışmak istiyorum. Dinlenmeyi kendime hak görmüyorum. Ne yaptın da dinleniyorsun diyorum kendime. İşte bu duygu, o dönemden kalan bir travma.
Ben şu an Yunanistan’da oturuyorum ve “arada” kalma durumunu bizzat yaşıyorum.
Arada kalmışlık hissi çok kötü. Ben bu ülkenin tarihini kimseden dinleyemedim, okuyarak öğrenmek zorunda kaldım. Benim ablam, babam tarih anlatmadı bana. Bir yere gidersin arkadaşların, “Hani orada 70’lerden kalma bir dürümcü vardı ya,” der, işte bende onlar yok! Ben hepsini öğrenmek zorunda kaldım. Bu ülkenin edebiyat tarihini, medeni tarihini öğretecek kimsem olmadı. Kiminin babası filmcidir, gösterime giren bütün yapımları bilir. Ben de öyle bir şans da yoktu. Türkçeyi bile öğrenmek zorundaydım, müfredatı kendim çözmek zorundaydım. O yalnızlık oradan geliyor. Ama orada doğmuş ve burada hayatta kalmayı başarmış biri olarak bütün göçmenler adına çok gurur duyuyorum.
Bunun yanında artık başaramayacağın hiçbir şey yoktur gibi de geliyor değil mi? O kadar büyük bir şey başarmışsın ki bundan sonra her şekilde ayakta kalınır sanki.
Şöyle düşün Oben, annem ve ben arabayla geliyoruz, babamın da başka işleri var, onları halledip arkamızdan gelecek. Biz annemle sınırı geçtiğimizde sınır kapanmış ve babam 6 ay sonra gelebilmiş. Eşin yok, çocuğun yok, neredeler bilmiyorsun, telefon yok! Biz on dakika birbirimizden haber alamasak hemen ararız, ulaşırız, olmadı eve uğrar bakarız değil mi? O dönemi bir düşün işte.
Daha hüzünlü bir şey düşünemiyorum. Konuyu değiştirmek istiyorum, dramalarda oynadıktan sonra bir romantik komedi senaryosu eline düşünce heyecan yönünden fark ediyor mu? O gergin ve mutsuz rollerden sonra, “Oh be, biraz da eğlenelim!’ dediğin oldu mu? Seyirci açısından tam olarak ulvi olmasa da alttan alta bir misyonunun olduğunu düşünüyorum bu tip dizilerin. Memleketteki bütün hayat drama üzerine, bu tip diziler gelince biraz nefes alıyoruz çünkü.
Romantik komedi yapar mısın diye sorduklarında hiç düşünmemiştim doğrusu. Sürekli drama yaptığım için yapımcıların beni bu tarz bir diziye isteyeceklerini aklıma gelmemişti. Ama orada da şöyle bir şey var, işin dozunu çıkarmadığın sürece yaptığın komedi bir trajediden başka bir şey olmuyor. Komedi dediğimiz şey bilince yapılan bir saldırı. Yolda yürürken biri düştüğü zaman çok gülüyoruz değil mi?
Hem de ben çok gülerim. Aslında ne kötü bir şey.
Hem de nasıl. Bilinç o sırada adamın yürümesine kanalize oluyor, adam düşünce, yani trajediyi yaşarken biz ona gülüyoruz. Zaten muza basıp düştüğünde seyirci gülüyor. Muza basıp düştükten sonra ekstra bir şey yapmana gerek yok. Dizimiz konu olarak çok rahat ama oynanan yine trajedi. Fakat Aşk Mantık İntikam’da Günay’la, Zeynep’le ve Sülayman Abi ile oynamak çok rahatlatıyor beni. Konservatuarda okur gibiyim, sürekli gözlemleyip sınırlarımı belirliyorum.
Romantik komedi kadar aksiyon filmlerinde çok iyi oynarsın gibi duruyor. Türkiye’den de örnek vermek isterdim ama maalesef böyle bir sinemamız yok. Nolan’ın Tenet’i belki? Seni öyle bir yapımda görsem hiç şaşırmam gibi geliyor. Fiziksel olarak seni zorlayacak bir rol ister miydin?
Çok isterdim. Hangi rolü alırsam alayım işin duygusal açıdan zorlayıcı bir yanı oluyor ama fiziksel açıdan da zorlanmayı çok isterdim. Aksiyon yönetmeniyle, aksiyon koreograflarıyla çalışmayı çok isterdim. Hem fiziğim de biraz uygun. (Gülüyor)
Alternatif sayılacak Amerikan sinemasının da peşinden gidiyorsun anladığım kadarıyla. Jim Jarmusch filmlerini sevdiğini biliyorum, bir filmi yeniden uyarlanacak olsa hangi rolü üstlenmek isterdin? Ben sana Paterson’daki Adam Driver rolünü uygun gördüm mesela. Müthiş sıradan ama bir o kadar da güçlü bir rol.
Teşekkür ederim. Ben daha çok Only Lovers Left Alive’daki Tom Hiddleston’ın Adam rolünü oynamayı isterdim. Adem ve Havva hakkında bilinen bütün mit hikâyelerinin başka bir versiyonunu izliyorsun. Sonra onların peşinden bir aşk hikâyesi izliyorsun. Sonra vampirlerin neden kan emdiği konusuna giriyorsun. 2 saat boyunca izlediğim film, bende bir hafta bir şeylerin peşinden koşma durumu yaratıyor. O müziği dinleyeyim, o oyuncunun diğer filmine bakayım diye ilerliyorum… Bir de bunu bağımsız bir şekilde veriyor.
Jarmusch, Amerikalı bir yönetmen ama hiç Amerikalı gibi bakmıyor olaya, çok ilginç değil mi? Kendi ülkesine getirdiği eleştirilere bayılıyorum. Neyse ben senin hesabına döneyim, Instagram’ında River Phoenix paylaştığını gördüm, alternatif sinemanın çok önemli bir ismidir ama pek bilinmez. 23 yaşında kaybettiğimiz için aramızdaki fiziksel tezahürü çok kısa olsa da oynayacağı karakterin ruhuna zahmetsizce yerleşen bu efsanevi adamı bilmene çok sevindim. Biraz sinefillik durumu var o zaman?
Dedim ya, lise döneminde bir başladım filmleri takip etmeye gerisi de geldi. O dönemde ya Brad Pitt’e denk geleceksin ya Johnny Depp’e. Ben Johnny Depp’i severdim, onu araştırdıkça Tim Burton’ı keşfettim. Sonra Helena Bonham Carter’a denk geliyorsun. Matrix, Keanu derken Keanu’nun ilk dönem yaptığı filmlerden birinde rastladım, River’a (My Own Private Idaho). Oyunculuğuna baktım ve bu ne dedim! Bu işin eğitimini almıyorsan yüzde 90 duygunla hareket ediyorsun demektir.
Dünya bağımsız sinemasını takip eden biri olarak Türkiye’deki gelişimi nasıl buluyorsun? İleriye dair var mı böyle planların?
Keşke sadece bağımsız sinema yapabilsem. Metin Erksan, Susuz Yaz’ı çektiğinde henüz köylünün şehirle kavgası yaşanıyordu. Sonra siyasi işler girmeye başladı bağımsız sinemada. İnsanların otoriteye karşı duruşları anlatıldı. 90’larda ekonomik zorluklar filmlerin içine girmeye başladı. Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata’sını düşün, bence bağımsız sinemanın tam karşılığıdır. Sıfır mekân, sıfır prodüksiyon, müthiş yardımlaşma ve büyük bir yönetmen… 2000’lere gelindiğinde işlerde artık hikâyeler güçlü, yönetmenler güçlü, Nuri Bilge var, Emin Alper var, Tolga Karaçelik var. Hikâyeler artık ödül kazanıyor. Bu anlamda son dönemde müthiş işler izledim. Filmlerden çıktıktan sonra sana peşinden gidebileceğin pek çok şey veriyor.
Filmlerin bu kadar içinde biri olarak ileriye dönük kamera arkası için bir planın var mı? Yazmak, yönetmek hayatının neresinde?
Bak, tüylerimi diken diken ettin şu an! Yazmak istediğim çok şey var, şu an fırın fırın dolaşıp ekmek yeme dönemindeyim. 5 yıl sonra, hey arkadaşlar ben para kazandım, hadi film yapalım diyemem. Benden çıkmaz o iş. Bu işi yaptığında şiir gibi olmalı. Neden şiir gibi derler, çünkü herhangi bir kelimeyi atamazsın ya da ekleyemezsin. O kadar o, dört satırsa dört satır! Yaptığım işin de öyle olmasını isterim.
Bu yaşta bu aydınlığa geldiysen ileride senden enteresan şeyler izleyeceğimiz kesin.
Umarım o cesareti elde edebilirim bir gün. İnanılmaz isterim.
Cesaretle yapabileceğin çok şey var aslında. Farklı rollere uyabilecek yüz hatların var. Modellik kariyeri de büyük olasılıkla bu yüzden başlamıştır. Kimseye benzemeyen bir havan var. Serseriyi oynadığın rollerin var, şimdi izlediğimiz yakışıklı CEO ve nerd çocuk da çok başarılı. Ama 1700’lerde yaşasan tüm suratın pudralanarak vodvil ya da burlesk yapımlarda da çok rahat oynayabilirdin sanki. Tüm bu artılara rağmen Aşk Mantık İntikam’da asıl güzelliğini yansıtamadığını düşünüyorum. Dizideki saçlarından memnun musun?
Bunun karar vericisi ben değilim. Ben sadece insanların onun CEO olduğuna inanıp inanmamasına önem veriyorum. Ne oynarsan oyna, kılık kıyafetin, saçın başın çok önemli olmadığını düşünenlerdenim.
Çok farklı görünüyorsun ama. Ben diziyi izlemeye başladığımda nerd halinin başrolde olduğunu düşünmüştüm, o yüzden başladım açıkçası. Diziyi bir açtım, başka biri var karşımda.
Diğer Ozan’ı oynamayı ben de çok seviyorum. Sette de böyleyim. Flashback çekimleri yapacağım zaman hemen erkenden giyiniyorum, gözlüğümü takıyorum, saçlarım zaten aşağıya doğru taranmış oluyor. Bütün sette böyle dolaşıyorum, o kadar keyifli ki. Çekim yapılan mahallede insanlar beni o halimle tanımıyor. Yanımdan geçen set çalışanı selam vermiyor. Oyunculuk oyun oynar gibi heyecan veriyor bana.
Her set eğlencelidir denir ama Günay Karacaoğlu ve Zeynep Kankonde ile birlikte çektiğiniz sahneleri canlı izlemek isterdim doğrusu. Bu sahnelerde gülmemeyi nasıl başarıyorsunuz?
Hiçbir şekilde gülmemeyi başaramıyorum. Birlikte çektiğimiz ilk sahnede Zeynep ve Günay birbirine girecek, ben de Günay’ı kolundan tutup götüreceğim. Günay, diyorum, lütfen yapma, güldürme. İlk önce kastım kendimi, gülmemeyi denedim ama sonra bıraktım, gülüyorum. Sadece ben değil ki sette çalışanlardan yere yatıp gülenler var. Işıkçımız gülmemek için kolunu ısırıyor. Günay’a ve Zeynep’e çok âşığım. Süleyman Abi’ye Birgül’e çok âşığım.
Biz de bayılıyoruz her birine, çok değerliler gerçekten. Peki, güncel hayata yönelmek istiyorum biraz da; ağır bir pandemi dönemi yaşıyoruz. Pandemi döneminde dünyanın bize verdiği mesajları aldın mı? Elbirliğiyle dünyayı mahvedişimiz hakkında ne düşünüyorsun?
Dünya Sağlık Örgütü yaşadığımız şeyin pandemi olduğunu söylediği an bittik! Acil durumda gemiden ilk atılan sanatmış, bunu görmüş olduk. Bu işlerle uğraşıyorsan, tiyatro, resim, heykel müzik gibi sanatın dallarıyla uğraşıyorsan kendine bir B planı kurman gerekiyormuş. Çünkü ilk senden vazgeçiyorlarmış. Buzullar erimeye başladı, oradan ne çıkacağını henüz tam olarak bilmiyoruz. Yer az, insan çok, ne olacağı bilinmiyor. Pandemi döneminde bütün dünyada gördük ki karar verici olan, otorite olan, kendi haricinde kimseyi düşünmüyormuş. Paran var mı bana ne! Yok mu bana ne! Ne yaparsan yap ama evde kal! Ne kadar yalnız olduğumuzu gördük. Benim hayatımda çok bir şey değişmedi aslında. Öncesinde de evdeydim, hâlâ evdeyim. Günlük evden çıkışım azaldı. Arkadaşlarımla kahve içmeye dışarı çıkacağıma evlerde buluşuyoruz artık.
Şimdi de nereye gitsen takip edilecek bir hale geldin, bu senin için zor mu? Paparazilerin dahil olduğu bir hayat biçimine nasıl adapte oldun?
Henüz olmadım. Paparazzilerin beni görebileceği bir yere gitmedim henüz. Her gün setteyim Oben.
Ama o arkadaşla içilen kahve bile konu edilebilir. Artık paparazziler eşliğinde içeceksin o kahveyi.
Evin çevresindeki kafelere gidiyorum, eskiden de böyleydi. Dışarı çıkarken üstüme başıma dikkat etsem mi acaba diye düşünüyorum. Saçımı tarasam mı acaba diyorum. Bir muhabire rastlarsan her şeyi konuşma diyorum. Onun dışında bir şey değişmedi. Gerçi tam olarak hâkim değilim dışarıda neler olup bittiğine.
Bir canlı yayında oyuncu arkadaşlarınla beraber köy okullarına kitap bağışı toplama videonuzu izledim. Evde oturup rahat rahat dinlenmek varken girişim başlatıp yardım tutmaya iten yönün hayatın içinde yaralanmana da sebep oluyor mu?
Eğer ünlüysek birçok şeyi daha kolay yapabiliyoruz. Umarım böyle bir işe yarar gelen şan şöhret. Kitabı bile olmayan köy okulundaki o çocukların birine dokunsak çok önemli. Para alışverişi yapmıyoruz. Okullardaki öğretmenlerin telefon numaraları var, onları arayıp sorabiliyorsunuz, neye ihtiyacınız var diye. Onlar söylüyor, 7 tane 36 numara erkek ayakkabısı, 38 numara 4 tane kız ayakkabısı vs… Böyle güvendiğin bir yapı olunca benim için de müthiş bir mutluluk kaynağı. İşe yaradığımı hissediyorum.
Çok dillendirmiyorsun bu konuyu, ben şans eseri röportaj için araştırma yaparken gördüm.
Hiç dillendirmiyorum ama beni tanıyanlar benim adıma yardım ediyor. Müthiş bir şey bu.
Anladığım kadarıyla evde tek başına geçirdiğin saatler senin için önemli. Neler yapıyorsun o anlarda. Takip ettiğin diziler, şu sıralar seni heyecanlandıran işler var mı?
Çekim temposuyla hayli meşgulken dizi seyretmeye pek vaktim kalmıyor açıkçası. En son Babylon Berlin’i izledim mesela. Pandeminin bana keşfettirdiği şeylerden biri Alman ekolü oldu. YouTube kanalları aracılığıyla Almanya’daki Schaubühne tiyatro topluluğunun neler yaptığını, İngiliz Devlet Tiyatrosu’nun çıkardığı işleri görünce orada neler olduğunu öğrenebildik. Son yıllarda Alman işlerini izlemeyi çok seviyorum. Dark gibi çok popüler işler yapmaları da Alman işlerinin öne çıkmasını sağladı. Babylon Berlin’i o yüzden çok seviyorum. Enteresan bir hikâye anlatımı var, müthiş bir prodüksiyon. Amerikan işleri çok fazla ilgimi çekmiyor artık.
Klonlandılar artık, yapılacak her şey yapıldı, şimdi sadece benzerleri üretiliyor.
Evet, öyle. Bu yüzden İngiliz dizileri iyi geliyor. Yukarıda Rus tarafı var, Ukrayna işlerine bayılıyorum. Diğer taraftan kuzey ülkelerinin hikâyeyi anlatma yönünden çok etkileniyorum. Sinema da bu yüzden çok değerli. Ben şimdi biliyorum Danimarka’da nasıl bir hayat yaşandığını, İran’da da nasıl biliyorum. Ya da Almanya’da ne olduğunu biliyorum. Neden Karadeniz’den çıkan hikâyelerde başka dertler var da Akdeniz’den çıkanlarda başka dertler var? Bunların peşine düşüyorum, derdim o.
Güzel besliyorsun kendini, çok hoşuma gitti. Röportajın başlarında Türk edebiyatını da öğrenmek zorunda kaldım dedin ya, senin için önemli olan birkaç isim paylaşmanı istesem…
Buna tabii ki Turgut Uyar, Nâzım Hikmet diye cevap veremem, bu isimler zaten okunmalı, bilinmeli. Biraz felsefeyle alakalı Ulus Baker’i bilmelerini çok isterim. Tezer Özlü, Leyla Erbil… Tezer Özlü çok değerli. Bir kadının Türkiye’de aklıyla, fikriyle, cinsel yaşamıyla bu kadar özgürce yazıp yaşaması beni çok heyecanlandırıyor. O yüzden keşke herkes okusa. Şair Arkadaş Zekai Özger’i herkes okusa, tanısa, bilse isterim. Keşke onun filmlerini, dizilerini yapsak. Ferit Edgü, yayınevi sahibi. Dönemin tüm yazarları onda toplanıyor, onun hikâyesini keşke herkes bilse, herkes peşinde olsa.
Belki ileride seni kamera arkasına geçirecek şey bu isimlerden birinin hayatına dair çekeceğin belgesel olur, ne dersin?
Çok isterim. Oğuz Haluk Alplaçin gerçek adı ama Hayalet Oğuz olarak biliniyor. Farklı farklı kitaplarda adı geçiyor. Tezer Özlü, Ferit Edgü hakkında bir şeyler yazmış, adamın bir evi yok, parası yok. Edebiyat çevresinde herkesle arkadaş ama hakkında da çok az şey bilinen bir adam. Bağlanmak istemiyor hiçbir şeye, hiçbir kişiye, dünyaya. Sadece yaşıyor. Müthiş bir yaşam gerçekten. Belgesel yapsam Hayalet Oğuz’un hayatını anlatmak isterdim.