Rüzgar Aksoy: “Oyunculuk büyüleyici bir yolculuk”
Show TV’de yayınlanan ve retingleriyle dikkat çeken dizi Ramo, herkesin dilinde. Yeri geldiğinde bizi Adana’nın sarı sıcağına götüren yeri geldiğinde Torosların eteklerine tırmandıran Ramo’da Halef rolüyle tanıdık bir yüzü de ekranda görüyoruz: Rüzgar Aksoy! Kara Sevda’da oynadıktan sonra tanınırlığı iyice artan Rüzgar Aksoy, yeni rolündeki performansıyla göz dolduruyor. Çehresinden önce sesini tanıdığımız, oyunculuğuyla kaçınılmaz olarak takdir toplayan genç ama bir o kadar da tecrübeli oyuncu Rüzgar Aksoy’la Sheraton Istanbul City Center’da buluştuk.
İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon Bölümü’nden mezunusunuz. Bu bölümü tercih ederken hedefiniz neydi?
Aslında çevremde ve mahallelide iki görüş hâkimdi: İçinde “televizyon” kelimesi geçtiği için, fakülteyi kazanınca ya Marlon Brando olacaktım ya da elektronik ev aletleri tamircisi… Benimse okulu yazarken tek amacım vardı: Yaşadığım şehirden ayrılıp özgür olmak ve belki senaryo yazarı olmak.
Tabii kısa film çekebilmemiz için verilen düğün kameraları ya da “Akşam 5 olmadan getir kasetleri!” cümleleri biraz yordu okul zamanlarında. Senaryo yazarı olma hevesi de zamanla, sadece kurgu derslerini geçebilmeye dönüştü. Ama fakültenin şöyle bir faydası olmuş olabilir evet, muhteşem bir sinefile dönüştüm!
Oyunculuk üzerine yüksek lisans yapmaya ne zaman karar verdiniz? Bu kararı almaya sizi iten sebepler ve motivasyonlar neydi?
Benim hikâyem biraz inşaatta şarkı söylerken keşfedilmeye benziyor. 28 yaşında radyo ve dublajla uğraşırken bir yapım şirketi, “Başrol oyuncumuzun sesi olur musun?” diye teklif getirdi. Sonra yapımcı beni görünce, “Bir deneme çekimi yapalım mı?” demiş. Bir ay sonra da ilk rolüme kabul edilmiş buldum kendimi.
Benim sürecim biraz tersten işledi. Önce dizide oynadım… Sonra oyunculuk atölyeleri, tiyatro oyunları ve oyunculuk bölümünde yüksek lisans yapmak geldi. Şanslıyım herhalde…
Gerçekten çok yönlü bir oyuncusunuz. Dizi oyunculuğu, tiyatro oyunculuğu, seslendirme, radyo programcılığı… Ama ben en çok radyo programcılığı kariyerinizi merak ediyorum. Tam olarak ne zaman başladı? Ne kadar sürdü?
Öğrenciliğe devam ederken bir TV kanalı açıldı ve oraya öğrenciler olarak davet edildik. Arkadaşlarım o kanalda kurgu, reji ya da sesle alakalı staj yapmak istiyordu. “Radyoda staj yapmak isteyen olur mu?” denince bir tek ben elimi kaldırdım. Sonra ulusal radyolarda prodüksiyon, remix, mix işleri, haber spikerliği ve son olarak kendi hazırladığım programlar yaptım. Bu süreç 5 yıl sürdü. Hep ulusal radyolarda çalıştım. Gayet geliştiren, öğretici, keyifli zamanlardı. “Ben Rüzgar Aksoy, hepinizin günü kalbinizce olsun! Günaydın!” diye açardım radyo programını her sabah…
Öğrenciliğe devam ederken bir TV kanalı açıldı ve oraya öğrenciler olarak davet edildik. Arkadaşlarım o kanalda kurgu, reji ya da sesle alakalı staj yapmak istiyordu. “Radyoda staj yapmak isteyen olur mu?” denince bir tek ben elimi kaldırdım. Sonra ulusal radyolarda prodüksiyon, remix, mix işleri, haber spikerliği ve son olarak kendi hazırladığım programlar yaptım. Bu süreç 5 yıl sürdü. Hep ulusal radyolarda çalıştım. Gayet geliştiren, öğretici, keyifli zamanlardı. “Ben Rüzgar Aksoy, hepinizin günü kalbinizce olsun! Günaydın!” diye açardım radyo programını her sabah…
Radyo programcılığı size neler kattı?
Çekingen bir insandım bir kere… Sohbet ede ede insanların içine karıştım. Anladım ki korkulacak bir şey yoktu, herkes kendi meşrebince eğlenmeye çalışıyordu. Sonra ses kullanımı konusunda kendimi geliştirdim. Sanırım radyonun diğer tarafındaki dinleyicinin sesimi güzel duymasını istedim. Bunun için de bir süre, her gün 4. Levent’ten Beşiktaş’a yürürken, insanların şaşkın bakışları arasında sesli bir şekilde kitap okuyordum. Bir süre sonra, gittiğim radyoların tanıtım sesi de olmuştum.
Seslendirme işine, radyo programcılığından sonra mı başladınız?
Evet, sonra başladım. Dublaj yapmayı çok istiyordum zaten… Filmlere çok hâkimdim, sesim de fena değildi ama dışarıdan dublaj piyasasına nüfuz etmek o zamanlar çok zordu. Neredeyse imkânsıza yakındı. O dönem İstanbul’da kendimi kötü hissedip, işimi gücümü, sevgilimi, arkadaşlarımı bırakıp Antalya’ya taşındım. Orada da aradığım huzuru bulamamıştım. Sıkıntıdan patlamak üzereydim ki Antalya’ya taşındıktan yaklaşık bir ay sonra iş teklifi geldi bir filmin seslendirmesi için! Koşa koşa gittim tabii ki… Seslendirme yaparken oyun vermeyi, duyguya girmeyi, konsantre olabilmeyi öğrenmeye başladım. Aslında aktörlük mesleğine adım atmaya başlamıştım…
Peki, seslendirmenin ayrı bir büyüsü ve eğlencesi var mı? Bana öyle gelir hep…
Olmaz mı… Bazıları dublajın oyunculuğu öldürdüğünü düşünür, belki de haklılar, bilemiyorum. Ama seslendirme yaparken binlerce aktörün yüzünü, mimiklerini, oyun güçlerini takip ve taklit etmek beni oyunculuk yaparken daha renkli kılmıştır diye düşünürüm.
Seslendirdiğiniz en enteresan karakter neydi ve hangi işteydi? Nasıl bir maceraydı sizin için?
Aslında tanınmamı sağlayan iş, ilk aktörlük deneyiminde Çağatay Ulusoy’u 8 bölüm seslendirmek oldu. Sonra da Kaptan Amerika’yı seslendirme işi beni bu konuda daha da ön plana çıkardı. Ama dublaj olarak beni etkileyen, büyüleyen ve renklerini hissiyatını oluşturmak için tatlı bir şekilde yoran karakter, Filth filminde James McAvoy’un canlandırdığı başkarakteri seslendirmek oldu.
İnternette sizinle ilgili araştırma yaparken dikkat çeken en önemli özelliğiniz, çalışkan bir oyuncu oluşunuz bana kalırsa… Türkiye’de bir oyuncu bu kadar çalışkan olmak zorunda mı yoksa bu sizin karakterinizden ileri gelen bir durum mu?
Starlık, fenomenlik, ünlülük ya da ne bileyim, ambalaj üzerinden değil de oyunculuk ve hikâye üzerinden yürüseydi bu işler belki daha çok kazanır daha az çalışırdım. Bazen mecburiyettendir bu kadar çok sahada çalışmış olmak. Ama özünde hiçbir mesleki kimliğimin diğerine benzememesiyle gurur duyarım.
Oyunculuk işinden aldığım keyif, yeni bir karakteri anlamak için okumak, psikolojik araştırmalar yapmak ve bütün bunların sonucunda bedene yeni haller getirmek oldu. Tabii serde yatan ve emeğe öncelik veren, “İşimi iyi yapayım, iyi olsun abi…” takıntısı da var.
Türkiye’de oyuncu olmak nasıl bir “şey”? Hangi hisler ve endişeler size sürekli eşlik ediyor?
Bence oyunculuk büyüleyici bir yolculuk ama içinde akıl sağlığınızı korumanız gereken, zorluklar barındıran psikolojik haller de var. Bazen sizin potansiyelinizi sonuna kadar kullanmak ve açığa çıkarıp işin içinde renk yaratmak yerine, korkusundan yetkinliğinizi öldürmeye çalışan da oluyor. Niye? Çünkü siz cesaret ediyorsunuzdur… Yani iş zor değil, insan zor diyelim kısa keselim bence, uzun mevzular bunlar…
Ramo adlı dizide, Halef karakterini canlandırıyorsunuz ve çekimler için sürekli Adana’dasınız. Adana’da set yaşamı ve dizi çekme serüveni nasıl, İstanbul’dakinden farklı mı?
İşin şehir dışında olmasının tek zorluğu köpeğimi az görebilmek… Onun dışında birbiriyle anlaşan, kalbi açık, empati duygusu yüksek dostlarım var Ramo dizisinde. BKM de sağ olsun, birlikte çalıştığı oyuncularla tepeden tırnağa ilgilenen bir yapım şirketi. Ben severim izole olmayı, kitap okumayı, film izlemeyi, meditasyon yapmayı… İstanbul’da her şey karman çorman. Adana’nın bir düzeni var ve bu düzen benim ruhuma uygun.
Yabancı dizilerden birinde rol alma şansınız olsaydı, hangisinde oynamak isterdiniz? Ve bu rol hangisi olurdu?
Breaking Bad’de oynamayı kim istemez! Eğer dönem dizisi dersek de Babylon Berlin muhteşem olurdu!
Yerli dizilerden içinde bulunmayı çok isteyip de hayıflandığınız bir proje oldu mu?
Bu Kalp Seni Unutur mu? ve Ezel son izlediğim diziler olduğu için, isterdim bu işlerde olmayı… İnternet işleri için de konuşacak olursak Şahsiyet ve Masum’a katkı sunmak benim için gurur olurdu.
Son dönemde izleyip çok beğendiğiniz, okurlarımıza tavsiye edebileceğiniz dizi ve filmler neler?
Film olarak The Beast Of Southern Wild (Düşler Diyarı) ve The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember). Dizi olarak da Babylon Berlin ve When They See Us’ı mutlaka tavsiye ederim.