“Sense8’in En Seksisi” Max Riemelt, Episode’da Oben Budak’ın Konuğu
Sense8’in Wolfgang’i Max Riemelt ile Berlin’de buluşup diziyi, özellikle çok beklenen ikinci sezonunu ve cesur sahneleri hakkında konuştuk.
Matrix’in yaratıcısı Lana ve Lilly Wachowski’nin yeni harikaları olan ve dünya çapında milyonlarca hayran kitlesine sahip yeni bir fenomen haline gelse de, geçtiğimiz günlerde maalesef Netflix’in iptal kararıyla hayranlarını şoka uğrattı! Henüz resmi bir gerekçe sunulmasa da bütçe konularının konuşulduğu Sense8 iptali kararına karşılık Türkiye de dahil olmak üzere dünya çapında yüz binlerce hayranı imza kampanyası başlattı. Netflix cephesinden ise tatlı dille de olsa ardı ardına iki kez iptal kararından dönülmeyeceği açıklandı.
[button url=”https://episodedergi.com/sense8in-iptal-edilmesi-kararinda-sular-durulmuyor/” size=”large”]Sürecin Detayları Burada[/button]
Henüz Neflix iptal kararı almadan önce, bambaşka ülkelerdeki 8 kişinin doğa üstü ilişkisini anlatan dizideki favori aktörüm Max Riemelt ile Berlin’de buluşup, yeni sezon ve onun ünlü olmasındaki en büyük etken olan cesur sahneleri hakkında konuşmuştuk.
Ne zaman Berlin’e gitsem içimde bir heyecan olur, hayatın o kısmı artık sıradan. Ama bu seferki heyecanın tonu biraz farklı çünkü bu ziyaretimde en sevdiğim dizinin en sevdiğim karakteriyle buluşacağım. Şehrin olağan hareketinin yanına bir de Sense8’in Wolgang’i Max Riemelt ile buluşma heyecanı eklenince yerimde duramıyorum tabii. İki gün önceden şehre gidip kendimi hazırlıyor ve bana söylenen saatte buluşma yeri olan Westhafen Sergi Salonu’na gidiyorum. Netflix’in Avrupa çıkışlı yeni dizilerinin tanıtıldığı bir davete katılıyorum. İlk olarak Berlin’de olduğumuz için Alman yapımı Netflix dizisinin müjdesi veriliyor. Dark isimli bu dramada Almanya’nın küçük bir kasabasında geçen bir çocuğun kaybolma hikayesini izliyoruz. Sonrasında Brad Pitt’in başrolünü üstlendiği Netflix orijinal filmi War Machine’den ilk görüntüler geliyor dev ekrana. Brad Pitt, Tilda Swington falan bunlar harika şeyler tabii de sabitlenip kaldığım Wolfgang takıntısı yüzünden keyfini çıkaramıyorum.
Birbiri ardına yeni yapımlar hakkında bilgi edinirken, bir yandan da röportaj bitiminden tam bir buçuk saat sonra Prag’a doğru yol alacak uçağımı yakalayıp yakalayamayacağım konusunda endişelerim var. Max, keyif kahvesini bitirmek için yarım saat geç gelse uçağım kaçacak diye anksiyetem tetikleniyor bir ara. Ama didaktik Almanlar, bir dakikalık bir sarkmanın riskini bile almadıkları için söylendiği gibi tam 16.20’de genç oyuncu içeri giriyor. Yanıma gelip merhaba diyene kadar uzaktan bize doğru yürüyüşüne bakıyorum hayran hayran. Bana doğru gelen Sense8’in Wolfgang’i mi yoksa oynadığı bir diğer yapım Alman Brokeback Mountain’i olarak özetleyebileceğim Free Fall’daki Kay mi onu çözmeye çalışıyorum ilk önce. Sanki ilk kez bir dizi oyuncusuyla röportaj yapıyormuşum ya da daha önce hiç oyuncu arkadaşım olmamış gibi heyecanla anlamaya çalışıyorum olan biteni…
Bana doğru gülümseyerek yürüyüşü sırasında odada olan herkesin gibi benim aklımdan da Sense8’teki müthiş seksi havuz sahnesi geçiyor. O sahnedeki gibi çırılçıplak değil belki ama herkesin hayalinde o sahneyle var olduğunu biliyorum, zira röportajdan önce dizi hakkında konuşulan tek sahne o!
Mavi kazağı ve jean’iyle törende arz-ı endam eden Max Riemelt “Hello” diyerek yanımdaki koltuğa yayılıyor. Aslında burada ‘yayılma’ kelimesini boşa kullanmıyorum çünkü Netflix öyle bir ortam yaratmış ki tatlı bir müzik koyup içkilerimizi elimize alsak pekala ev partisi verilebileceğimiz bir odadayız. Ev stili ikili-üçlü koltuklar, üzerinde şekerlemeler ve sağlıklı atıştırmalıklar olan sehpa, loş aydınlatma derken ciddi anlamda bir evin salonundayız sanki.
İlk önce adlarımızı söyleyip tanışma faslına girişiyoruz. Elini sıktığım dört saniye içinde hayatımın fon müziği olarak The Platters’ın ünlü klasiği “Only You” çalıyor sanki uzaktan. Ufak şoku atlatıp konuya girmek için yeni sezonun çekildiği yere gönderme yaparak “Amsterdam nasıldı” diyerek söze başlıyorum. Dostça yaklaşmazsam hiç olmayacak bu iş, çünkü bu sefer hiç de profesyonel değilim!
Çok eğlendiğini, çekim aralarında konserlere bile gittiğini anlatıyor ilk önce. Normalde gece hayatı meraklısı olmasa da Amsterdam’da vakit bulup bol bol azmışlar. Sonra asıl sormak istediğim soruyu hatırlayıp dizide izlediğimiz mekanların gerçek mi yoksa stüdyo mu olduğunu anlamaya çalışıyorum.
“Dizide gözüken mekanların hepsi gerçek, herkes hangi ülkede gözüküyorsa o ülkeye gitti, hiçbiri stüdyo değil” diye anlatmaya başlıyor. Dizinin çekimleri o yüzden uzun sürüyormuş, her ülkede ayrı set kurulduğu için zamanlama konusunda sapmalar olmuş. 2. Sezon 15 ayrı ülkede çekildiğinden, çekimlerin 7 ay sürdüğünü anlatmaya başlıyor. Röportajı yaptığım sıra henüz yeni sezon başlamadığı için cümlelerini kurarken oldukça dikkatli…
Sense8’te Hepimiz Aile Gibi Olduk
Dikkatini dağıtmak için filmlerinden bahsediyorum. Uluslararası film festivallerinden ödüller toplayan Berlin doğumlu oyuncu, 13 yaşından beri kameraların karşısında. Bu yüzden 1984 doğumlu oyuncunun filmografisinde şimdiden 60’ın üzerinde yapım var. Üstelik klasik oyuncular gibi okul döneminde tiyatro kolunda olması ya da sonrasında drama dersi alması gibi bir hikayesi de yok. Başlıyor ve yükseliyor.
Ama ününü Almanya sınırlarına taşırıp, kendisini gayler arasında bir ikon haline gelmesini sağlayan Free Fall’un yeri bir başkaymış. Salya sümük izlediğim film hakkında “Orada anlatılan aşkı çok seviyorum, fazlasıyla gerçek” dediğinde başımı biliyorum anlamında sallayarak iç geçiriyorum. Peki oyunculuk hayatı boyunca daha çok film çeken bir oyuncunun dizilerde oynaması nasıl oluyor? “Film çektiğinizde 3-4 ay için bir karaktere bürünüyorsunuz ve sonrasında o bitiyor. Dizi öyle değil! Mesela ilk sezon bitip de ara verdikten sonra tekrar aynı karaktere dönmeye çalışmak benim için enteresan bir deneyimdi doğrusu. Ama bir süre sonra karakterimle aramda bir bağ oluştu. Zaten çekimler de uzun sürünce hepimiz aile gibi olduk” diye anlatmaya başlıyor. O zaman öğreniyorum ki dizideki 8 oyuncu da birbiriyle iyi arkadaş olmuş. Ayrı ülkelerde oldukları için sık görüşmeseler bile Whatsapp konuşmaları hala devam ediyormuş.
Konuşma ilerleyip, tanışıklık artınca bir itirafta bulunup zaman zaman olan biteni anlamadığım için diziyi başa almam gerektiğinden bahsediyorum, gülmeye başlıyor. Yakın arkadaşlarının pek çoğu bölüm sonlarında oyuncuyu arayıp neler olduğunu soruyorlarmış. Hatta senaryo eline ilk geldiğinde o da okuduklarını tam olarak anlayamamış. “Biraz zor bir dizi ama güzelliği burada. Bazıları için bu dizi sadece bir eğlence. Gerçek izleyiciler ise her şeyi takip edip olayları kendileriyle özdeşleştiriyor. Herkes farklı nedenlerden dolayı izliyor.”
“Sanatla Uğraşıyorsan Bir Şeyler Seni Kışkırtıyor”
Peki dizinin bu kadar ilgi çekip kendi efsanesini yaratacağını bekliyor muydu acaba? “İlk başta iş iyi olacak diye kabul ettim. Senaryo, yönetmenler bir harikaydı. İkinci mutluluğum ise dünyanın diziyi beğenmesi ve bayılması. Bazı şeyler dizide zamanın ötesinde, birçok insanın kabul edeceği şeyler olmayabilir ama genel olarak böyle bir dizide oynadığım için çok gururluyum” diyor. Kim gururlanmaz ki, hem dünyanın en çok konuştuğu dizisindesin hem de Wachowski Kardeşler’lesin! Benim en çok merak ettiklerimden biri de bu, Matrix’ten beri dur durak bilmeden başarı kazanan Wachowski’lerle çalışmak nasıl bir şey? Onların bu engin başarısı bünyesinde bir stres yaratmış genç oyuncunun, belli. Çünkü soruyu sorar sormaz ilk cevabı “Aslında tedirgin edici” oluyor. Başarılı bir hareketi de zayıflığı da yüzüne açıkça söyledikleri için ilk önce onlarla çalışıyor olmak biraz tedirgin etmiş. “İstediklerini çok anlamasan bile onlara karşı cesur ve açık olman gerekir. Çünkü ilişkilerini güven üzerine kuruyorlar” diye tanımadan hayran olduğum ikili hakkında yorumlarını dinliyorum. Sonradan birbirlerine alışıp çok eğlenmişler.
Dizide sürekli birbirlerinin hayatına ansızın gidip geliyorlar ya, gerçek hayatta telepati konusunda ne düşünüyor peki genç adam? “Beraber olduğun biriyle ya da dostlarınla telepatik alışverişin oluyor. Bahsettiğim şey düşünce aracılığı ile uzaktan konuşmak değil. Biri sana bir şey anlattığında onu dinleyip anlayabilmek de bir telepati. Duygularını karşı tarafa açabilmek önemli bir nokta. İç sesini dinlemen gerekiyor, iç sesinden geçiyor tüm duygu akışı” deyince kendi iç sesimi dinleme ihtiyacı hissediyorum. İç sesim tabii ki dizinin çıplak sahnelerinden bahsetmek istiyor artık!
İç sesimden aldığım güçle dizinin bu bölümleri hakkında konuşup konuşamayacağımızı soruyorum. Bu soru insanın bünyesinde yara açan gülümsemesinin yine aramıza katılmasına sebep oluyor. “Neden bu soru sürekli bana geliyor, dizideki herkes çıplak aslında” diyor gülerek. Ben de en çok çıplak dolaşanın kendisi olduğunu ya da en iyi çıplaklığın kendisinde olduğunu söylüyorum, tam hatırlamıyorum. Olayı hemen sanata bağlayıp “Sanat ile uğraşıyorsan bir şey seni kışkırtıyor. Karakter itibarıyla çizgileri aşmam gerekiyorsa aşarım. Çıplaksa çıplak, fark etmez! Çünkü güzel bir sanat, kışkırtmakla eş değer, baştan çıkartmakla eş değer. Ve eğer çıplaklık sahneleri estetik çekildiyse neden olmasın ki? Ucuz seks ve porno sahneleri değil bizim çektiklerimiz, doğal ve erotik. Benim için bu sahneler dans eden çok güzel bir resim gibiydi” diyor.
“Dünyanın Dört Bir Yanında Arkadaşlarım Oldu
Rönesans tablolarını aratmayan o sahne nasıl unutulur ki, yüzme havuzunun dev basamaklarında 8 kişilik grup seks sahnesi… Sahi nerede o havuz? Berlin’deki Neukölln’de olduğunu söylüyor. David Bowie’nin aynı adlı şarkısı varmış, ondan öğreniyorum. Kısa bilgiyi de alıp konuyu saptırmadan çıplaklıktan devam ediyorum sormaya. Çıplaklığın onun gözünde doğallıkla eşdeğer olduğunu öğreniyorum. “Üzerine etnik hiçbir şey almadan, neye sahipsen ortaya koyma hali” demesinden etkileniyorum haliyle. Ellerinde olsa çıplak işe gidecek olan Alman kişiliğinin bu cevabına hiç şaşırmıyorum.
Peki Berlin’de lokal bir oyuncuyken şimdi dünyanın dört bir yanında ünlü olması hayatında neleri değiştirmiş? “Netflix sayesinde Almanya dışında birçok kişi yüzümü biliyor. Dünyanın dört bir yanında arkadaşlarım oldu. Amerika ve Brezilya’da dizi çok popüler. İşin en zor kısmı ise herkesin sürekli selfie çektirmek istemesi. Bütün fanlarım farklı nedenlerden dolayı benimle fotoğraf çektirmek istiyor biliyorum ama hepsi çok pozitif. İnsanın korktuğu başına gelirmiş, bu sırada röportaj bitiyor ve ben de selfie ricasında bulunuyorum, hınzır hınzır gülerek. “Tamam, seninle tanıştık en azından, tabii ki çektirebiliriz” dediğinde elimi telefona atıyorum.
Aynı zamanda saatin 17.00 olduğunu görüp aklımdan uçup giden Prag uçuşumu hatırlıyorum. İstemeye istemeye genç oyuncuya veda edip havaalanının yolunu tutuyorum. İçimde ‘Only You’ çalmaya devam ederken Berlin’e veda ediyorum. Her zaman başımı derde sokan bu şehre bu seferki cömertliği için minnettarım.