“Survival of the Fittest?”: ‘Boğa Boğa’ – Ayşegül Gündoğdu
Hakan Günday ve Onur Saylak’ın son olarak izlediğimiz projeleri Boğa Boğa dolandırıcılıktan hüküm giyen Yalın’ın birlikte çalıştığı kişilerin isimlerini vererek hapisten çıkışını ve ardından yeni bir hayat kurabilmek için eşi Beyza ile bir zamanlar yaşadığı Assos’a dönüşünü anlattıkları bir hikâyeyi sunuyor. Yalın’ın hikâyesinde benim dikkatimi çeken, yine Günday-Saylak ikilisinin, Daha filmini de anımsatan, insanın ne kadar değişmek istese, bunu denese ya da farklı bir yön düşünse de özündeki karanlığa dönüp dolaşıp tekrar gelişini gördüğümüz anlatı oldu. Bu yüzden, Yalın’ın filmin sonunda dönüp dolaşıp vardığı yeri Joseph Conrad’ın Heart Of Darkness romanında sunduğu sömürgeci beyaz Avrupalı adam ve sömürge zihniyeti anlatısını hatırlatan “karanlığa dönüş” hikâyesine benzer bir süreç gibi de yorumlayabileceğimizi düşünüyorum
Günday ve Saylak da filme bir yazarla başlıyorlar. Açılış sahnelerinde Yalın’ı Jack London’ın Burning Daylight’ını ‘Yanan Gün’ olarak sesli kitap dinlerken görüyoruz. Sonrasındaysa romanın basılı halini eşi Beyza’nın kendisine hediye ettiğini izliyoruz. Burning Daylight altına hücum dönemlerinde Alaska’da bu süreçte kazanabildiği kadarını kazanıp sonrasında Londra’da büyük bir zenginliğe ulaşma yolundaki karakteri anlatır ve bu haliyle zenginliğin, daha fazla kazanma hırsının, hatta Amerikan rüyasının en soğuk, yıkıcı örneklerindendir. Yalın da yatırım yönetimi işiyle zenginleşip, daha da kazanırken onlarca insanın maddi kaybına, hayatlarının darmadağın olmasına sebep olmuştur ve ceza almadan devam edebilmek için Assos’a döner. Ancak değişip iyi bir insan olmak ümidiyle geldiği bu kentte pek de dostane karşılanmaz. Her yerde onun yüzünden birikimini, parasını kaybetmiş ve kendisine nefret biriktirmiş insanlarla çevrilmiştir.
Tam da bu noktada, her ne kadar “İyi bir insan olmak istedim,” dese de karanlığa içgüdüsel olarak yine ve yeniden düşüverdiğinin ilk örneğini görürüz. Dolaşmak için girdiği antikacı dükkânının sahibi de Yalın’ın mağdurlarındandır ve kendisine saldırdığında bir süre boğuşmanın ardından Yalın bir anda, ani bir refleksle dükkân sahibini oracıkta öldürüverir. Dahası adamı kontrol etmek için geri döner, öldüğünden emin olduğunda da gizlice gömer. Bu anlık, içgüdüsel tepkiler Jack London’ın da içinde sayılabileceği Naturalist edebiyatın özelliklerini de hatırlatır bize. Bu türde karakterler fazlasıyla içgüdüleriyle yönlendirilirler çünkü evren tıpkı bir örümceğin ağı gibi baştan örülmüş, karakterin nereye ne şekilde yakalanacağı da baştan belirlenmiştir ve ne yapılırsa yapılsın o ağdan kurtulmak imkânsızdır ya da çok büyük kayıplara bedeldir.
Yalın’ın bu ani ve içgüdüsel, kendini korumak için gibi dursa da kendisine saldıran kişileri “öldürüvermeleri” filmde Daim’in anlattığı şekliyle, “Bin yıllar önce bir zenginin satın almasıyla kan dökülmeden, medenice ele geçirilen Assos’ta” daha da çarpıcı hale gelir. Doğası, binlerce yıllık kültürel geçmişi ve bunu kendilerince taçlandırma arzusuyla düzenledikleri klasik müzik konseriyle medeniyeti, gelişmişliği, savaşla kan dökmek yerine insan aklının başarısının galip gelişini övdükleri Assos’ta Yalın hem hayatta kalma hem de gücünü ve alanını koruma güdüsüyle “medeniyet temsili” klasik müzik konserinde de kendine engel olamaz. Savaşla, kan dökerek olmasa da insanın en ilkel, en vahşi dürtüsü bazen hayatta kalma, bazen güç alanını koruma, bazense düşmanı yok etme şekillerinde bir anda ortaya çıkıverir. Her ne kadar kendisine yeni bir hayat kurma, iyi bir insan olma amacıyla yola çıktığını düşünse de Yalın da sürekli özündeki en ilkel karanlığa çekilmektedir.
Heart Of Darkness’ta, Congo’da yerli halkın lideri, hatta neredeyse ilahlaştırdıkları kişiye dönüşmüş olan ama ironik olarak kendisi de beyaz adamın dönüştürmek/ “medenileştirmek” istediği yerli halklaşan Kurtz’u roman boyunca arayan Marlowe; beyaz adamın sömürge bölgelerinde yaptığı, sosyal, kültürel ve bireysel zalimliklerin ne boyutta olduğuna şahit oldukça dehşeti artar. Kurtz da buraya kendisi gibi sömürgeci beyaz adam olarak “beyaz” ülkesinden gelmiş ancak “kara” kıtada kültürü, bilimi, medeniyeti temsil ettiğini iddia eden tüm bu vahşet ve zalimliğin ortasında gitgide kalbindeki karanlığa gömülmüştür. Bu sebepledir ki ölürken son sözleri “korku, korku” olur, özündeki en “kara” noktaya ulaşan, kendindeki “karayı” gören “beyazın” dehşeti. Yalın’ın gitgide artan korku ve panikle evde karşısında düşmanları varmış ve kendini savunmaya çalışıyormuş gibi elindeki bıçakla kan ter içinde görünmeyen bir ötekiyle kavga etmeye çalıştığı sahneler, kendi içindeki o karanlığa karşı beyhude bir çaba gibi ortaya çıkar.
Aslında Yalın’ın senaryoda biraz daha geliştirilebileceğini söyleyebileceğimiz bu kısa kişisel yolculuğunda en dikkat çeken karakter belki de eşi Beyza olabilecekken, filmin ne yazık ki bu potansiyeli ve Funda Eryiğit’in de oyuncu olarak potansiyelini gerektiği gibi değerlendiremediğini söyleyebiliriz. Beyza’nın, varlığını ve gücünü kendisinden zayıf olana müdahale ederek, onları kendi çıkarı için kullanarak zenginliğine, kazancına daha da katan erkin sahibi beyaz adamın karşısındaki en önemli düzen bozucu olma ihtimalini düşünebiliriz aslında. Yalın’a kitabı hediye eden, filmin başlarındaki sevişme sahnesinde Yalın’ı kontrol eden ve ona yön veren kişi oluşuyla ve filmin sonunda açık açık Yalın’la yüzleşip gerçekleri söyleyişiyle Beyza erkeğin gücünü ve alan kavgasını bozabilecekken, erkeğin sömürge zihninin kurbanlarından olan bir kadın olmasıyla yine erkek tarafından yok edilerek ironik şekilde düzenin bozulması engellenmiş oluyor.
Filmin sonunda, kasabada özellikle de erkeklerden oluşan bir grubu, düzeni Beyza gibi bozma ihtimali olmayan, aksine düzenin parçası olan bir kadınla evin önünde, hep birlikte ortak amacın/ortak kazancın üyeleri olarak otururken izlediğimizde Yalın’ın da bir gün “korku korku” diye sayıklayıp sayıklamayacağını bilemesek de Onur Saylak ve Hakan Günday izleyicileri Yalın’ın (ya da ‘Yanan Gün’ ve Kurtz’un) karanlığını bu gerilim alanında bırakmayı tercih ediyorlar.