‘The Midnight Club’: Mike Flanagan ve Genç Yetişkin Fantezileri
Mike Flanagan, her işiyle ölçeğini biraz daha büyüten ve korku türünde kendisine özel yer edinen yönetmenlerden. Aslında ilk büyük çıkışını 2013’teki Oculus ile yapan Flanagan, kariyerinin başlarında ciddi zorluklar yaşamış ve finansman problemleriyle baş etmek zorunda kalmış bir isim.
Yaşadığı sorunlara rağmen yolundan şaşmayan yönetmenin esas patlaması da Netflix için yaptığı The Haunting of Hill House serisiyle olmuştu. Çağdaş edebiyatın en gizemli yazarlarından Shirley Jakcson’ın kült romanından uyarlanan seri; sahip olduğu korku trükleri, perili ev anlatısı ve kurduğu aile draması ile son yılların en dikkat çekici işlerinden biri olarak karşımıza çıkmıştı. Flanagan’ın rüştünü ispat ettiği serideki mekân kullanımı, atmosfer yaratımı, kamera açıları ve hikâye anlatımı da yönetmenliğine dair önemli sinyaller veriyordu. Keza The Haunting of Hill House sonrasında yaptığı Doctor Sleep’te de yönetmenlik becerlerini sergilemişti. Gerald’s Game ile Stephen King evrenine ilgisini gösteren Flanagan, The Shining’in devamı niteliğindeki Doctor Sleep’i de hakkıyla beyazperdeye uyarlamıştı.
Açıkçası King’i sinemaya hakkıyla uyarlayabilmek her zaman zordur. Hele ki Stanley Kubrick’in bir sinema klasiğine dönüştürdüğü yapıma devam filmi çekmek daha da zor bir görevdi. Fakat Flanagan bunun da üstesinden gelmişti ve Kubrick’in inşa ettiği başyapıttan bağımsız, kendi içinde tutarlı bir filme imza atmıştı. Hatta Kubrick’in uyarlamasından nefret eden ve filmi “motoru olmayan bir Cadillac”a benzeten King, Flanagan uyarlamasına övgüler sunmuştu. Bunun sebebi de Flanagan’ın Kubrick’in izinden gitmek yerine King’in dünyasına yönelmesiyle alakalıydı. Kubrick, King’in eserini yutmuş ve kendine has sinematik dünyasına entegre etmişti. Ancak Flanagan, King’in metnine sadık kalmayı ve esere yakın olmayı seçmişti.
Doctor Sleep sonrasında ise Henry James’in korku edebiyatında ve hayalet öykülerinde çığır açan novellası The Turn of the Screw’a (Yürek Burgusu) yönelen Flanagan, The Haunting of Bly Manor ile türe hâkimiyetini hepten göstermişti. Detaylarıyla fark yaratan bu seri, duygu yüklü ve karakter odaklı bir antolojiydi. The Haunting of Bly Manor’ın devamında ise yine Netflix kataloğu için Midnight Mass’i yarattı. Bu seride kendisine ait, orijinal bir Stephen King evreni yaratan Flanagan, hikâye anlatımında da giderek ustalaştı. King’in elinden çıkmayan ama King formüllerini, kodlarını sonuna kadar taşıyan Midnight Mass, kısık ateşte pişen hikâyesi ve ağır temposu ile gerilim dozunu yavaş yavaş yükseltiyordu.
Aynı zamanda bir din eleştirisi sunan yapım, inanç kavramını mercek altına alarak evanjelist ahlakı irdeliyordu. Flanagan’ın reji, prodüksiyon tasarımı, atmosfer yaratımı gibi konulardaki hassasiyeti dramatik yapı ve hikâye anlatımında da kendisini gösteriyordu.
Netflix ile işbirliği hayli yolunda ilerleyen Flanagan, The Midnight Club ile de yeni bir meydan okuma sundu.
Ölümün Yüzüne Bakan Gençler ve Okültist Meraklar
The Midnight Club, Flanagan’ın Netflix kataloğu için yarattığı 4. seri. Genç yetişkinlere yönelik gizem, gerilim, doğaüstü korku romanları ile tanınan ve çok satan yazarlardan olan Christopher Pike’ın aynı isimli eserinden uyarlanan yapım, ölümcül hastalıkları olan bir grup gencin son günlerini geçirdiği “Brightcliffe” adındaki mistik bakım merkezinde yaşananları konu ediniyor.
Aslında Flanagan, Pike’ın bu eserini uyarlamak için uzun zamandır bekliyordu fakat Pike’ın onayını alması kolay olmadı. Flanagan’ın The Haunting of Hill House ve Doctor Sleep gibi uyarlamaları Pike’ın gönlünü kazanmış olacak ki sonunda isteği gerçekleşti. Zaten Pike’ın romanlarına aşina olanlar seri ilerledikçe Flanagan’ın Pike’ın başka eserlerinden de yararlandığını ve farklı hikâyelerini dolgu malzemesi olarak kullandığını fark edecektir. O yüzden The Midnight Club’ı Pike bibliyografyası olarak görmek de mümkün.
Stranger Things’in popüler kültürde yeniden yarattığı genç yetişkin trendini düşününce Flanagan açısından The Midnight Club “Z kuşağı”na ulaşmak için önemli bir fırsat. Keza Netflix için de genç yetişkin anlatıları içerik pazarlaması adına hayli kritik bir yerde duruyor. Örneğin Stephen King’in oğlu Joe Hill’in yazdığı çizgi roman serisi Locke and Key’i uyarlamaları da aynı hassasiyet sebebiyleydi.
Stranger Things serisi güçlü bir gizem ve korku anaforu yaratmışken bunu olabildiğince çeşitlendirmek istiyorlar. Bu dalganın, gotik edebiyatın mimarı Edgar Allan Poe’nun klasiği The Fall of the House of Usher’dan (Usher Evi’nin Çöküşü) uyarlanan seriyle devam edecek olması da boşuna değil. Poe; anlatı sanatını döneminin çok ötesinde büyük bir ustalıkla kullanan, çürümeyi aktaran, tabu kıran, modernite kavramına ve modern insanın yüzüne faça atan esrarengiz bir yazardı. O nedenle Flanagan’ın ellerinde sinemasal olarak neye dönüşeceği de merak konusu.
The Midnight Club’a dönersem bu seri esasen Flanagan’ın karakter odaklı hikâye anlatma isteğinin uzantısı olarak karşımızda duruyor. Sekiz kişiden oluşan bir gençlik kulübünün tüm karakterlerini bölüm bölüm tanıyoruz. Serideki “anlatı içinde anlatı” teması da karakterlerin arka planlarını, varoluşlarını, duygularını, itkilerini daha iyi kavramamıza yol açıyor. Açıkçası Flanagan’ın anlatıyı çok yönlü hale getirmesi de seriye boyut katıyor.
Kitabın yayımlandığı yıl olan 1994’te geçen seri, döneme özgü popüler kültür araçlarını, müziklerini, filmlerini de layıkıyla kullanıyor ve nostaljik bir atmosfer kuruyor. Nirvana’nın In Utero, Soundgarden’ın Louder Than Love albümünün ya da Sam Raimi’nin The Evil Dead filminin posterlerini sıklıkla görüyoruz. Bunun yanı sıra serinin soundtrack seçkileri de gerçekten çok iyi yapılmış. Stone Temple Pilots, Bush, Duran Duran, Pixies, Green Day gibi gruplardan yapılan seçimler hissiyatı güçlendiriyor ve kurulan bağı sağlamlaştırıyor.
Serinin ölmekte olan gençleri portrelerken duygusal manipülasyona yönelmemesi ve kaba bir acı pornosundan beslenmemesi de takdire şayan unsurlar arasında yer alıyor. Öte yandan The Midnight Club’ın Spence ve Mark karakterleri üzerinden LGBTQ haklarına yaklaşımı da seriye güncel bir katman sağlıyor.
Ancak bölümler ilerledikçe hikâyede bir tıkanma ve durağanlık yaşanıyor. Seri özellikle gençlerin gece yarısından sonra birbirlerine anlattıkları uzun hikâyeleri resmetme konusunda çıkmaza giriyor. Maalesef karakterlerin ilişkileri de soap opera (pembe dizi) ve melodram yönelimleriyle dolup taşıyor. Bu da serinin tonunu etkiliyor ve seriyi ciddi bir açmaza düşürüyor.
Ayrıca The Midnight Club elindeki okültizm, kara büyü, hayaletler gibi korku öğelerini, motiflerini de doyurucu şekilde kullanamıyor ve ergenliğe dair nihilist karanlıkla ya da bunalımla bütünleştiremiyor. Korku öğeleri hikâyeye iyi yedirilemediği için serideki gizem de giderek buharlaşıyor. Dolayısıyla finaline doğru şişen bir seri izliyoruz ki finaldeki tercihler de bunu katmerliyor. Maalesef seride Pike’ın kitaplarında gördüğümüz gibi cesur ve hikâyeyi büken tercihler bulunmuyor. Buna ilaveten A Nightmare on Elm Street (Elm Sokağında Kâbus) serisinden tanıdığımız ve bakım merkezinin yöneticisi olarak izlediğimiz Heather Langenkamp’a dair twist de çalışmıyor.
The Midnight Club, ölüm fenomenini ölümle hayatlarının baharında tanışmak zorunda kalan gençler üzerinden cezbedici şekilde anlatıyor. Fakat Flanagan’ın sahip olduğu korku repertuvarını düşününce serinin gerçek potansiyeline ulaşabildiğini söylemek pek mümkün değil.